• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM I. SOSYAL HİZMET VE SANAT

1.5. Sosyal Hizmetin Temel Kavramlarının Sanat ile İlişkisi:

1.5.5. Empati

1.5.5.1. Sosyal Hizmet Açısından Empatinin Önemi

Sosyal hizmette “karşılıklı etkileşime dayanan, kendine özgü mesleki bir ilişki” (Erkan, 1997) olarak tanımlanan mülakatın temel yapısı empati, ilgi, müracaatçının kendi kendine karar vermesi, içtenlik gibi birçok bileşenlerden oluşmaktadır. Sosyal hizmet alanında empatiye önem verilmesinin birçok nedeni vardır. Öncelikle müracaatçıyla bu tür temeller üzerinden kurulan bir ilişkinin terapötik etkisi bilinmektedir. İkinci olarak sözü edilen bileşenleri içeren bir iletişim sosyal hizmetin “etkili iletişimde bulunma sanatı” olarak tanımlanan sanatsal niteliğini arttıracaktır. Ayrıca sosyal hizmetin farklılık olarak nitelendirebileceğimiz müracaatçılarıyla ilişki bu kavramların önemini daha fazla ortaya çıkarmaktadır.

Dökmen (2013) empati kavramını, roller, iletişim ve iletişim çatışmalarıyla bağlantılı olarak ele almıştır. Yani empati kurabilme yeteneği ile üç temel sosyal rolden (“Ana-baba benlik durumu”, “Yetişkin benlik durumu” ve “çocuk benlik durumu”) birinin bastırılmayıp herhangi birinin de baskın hale getirilmemesi gerekliliği arasında bağ kurulmuştur. Bu üç rol şu şekilde ifade edilebilir:

Ana-baba benlik durumu, “devlet baba” anlayışından yola çıkılarak, toplumun içimizdeki temsili şeklinde tanımlanmıştır. Yani ana-baba benlik durumu içimizdeki eleştiren, koruyan, öğütler ve emirler veren otoriter yanımızdır. Çocuk benlik durumu; kişiliğin eğitilmemiş yanıdır. Doğal olan davranışları içerdiği için spontandır. Duygu ve düşünceler, üzerinde fikir yürütülmeden davranışlara yansıtılır. Yetişkin benlik durumu ise ne sadece toplumsal kuralları gözeten ne de yalnızca kişisel ihtiyaçlarımızı dikkate alan yanımızdır. Bu yanımızla gerçekçi, akılcı ve davranışlarımızın üzerinde düşünülmüş eylemler olmasını sağlayan yanımızdır.

Dökmen sağlıklı bir kişilik yapısının oluşmasında bu üç temel rolün dengeli bir şekilde kullanılmasının önemli olduğunu dile getirmektedir. İletişimde duruma uygun benlik durumlarını kullanmamak ve bu üç rol arasındaki sınırların katı ya da aşırı geçirgen olması sorunlara ve iletişimde çatışmalara neden olmaktadır. Örneğin böcekten korktuğu için ağlayan bir çocuğu önce sakinleştirip sonra böcekler hakkında doğru bilgi veren bir tavır,

83

yetişkin tavrı olarak hem sağlıklı iletişim hem de çocuk açısından sağlıklı bir model oluşturmaktadır. Günlük yaşamda karşılaştığımız olaylar karşısında çocukça ya da aşırı koruyucu yaklaşmak iletişimde kopukluklara ve çatışmalara yol açacaktır.

Bu çatışmaları engellemek roller arasındaki sınırların katı olmamasını gerektirir. Dökmen’in ana-baba benlik durumunun otoriteryen kişilik özellikleriyle şekillendiğini belirtmesi annenin rolünün bu olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin Winnicott’un çocuğun sağlıklı kendilik imajı oluşturması için gerekli gördüğü “kucaklayıcı çevreyi” oluşturmak da annenin annelik rolünün gereğidir. Fakat her anne bu rolünü aynı empatik duyarlılık ve bilinçle yerine getirememektedir. Kohut (2004) bazı anne babaların çocuklarını yanlış anladıklarını ve verdikleri tepkilerle çocuklarda büyüdüklerinde izleri kalacak yaraların açılmasına neden olduklarını söylemekte ve bu durumu annenin kişilik yokluğuyla açıklamaktadır. Yani annenin çocuğun sağlıklı bir kendilik duygusu geliştirmesini sağlayacak empatik ilişkiyi yaratmasını gerektiren annelik rolü ile annenin kişiliği, bilgi ve bilinç durumu arasında bir bağ bulunmaktadır. Fakat her annenin annelik rolü aynı bilgisel temel üzerinden şekillenmediği için çocuklar da ileriki yaşamlarında kuracakları ilişkilerde sosyal ve cinsel rollerini gerçekleştirmede sorunlar yaşayabilmektedirler. Bundan dolayı bize hazır olarak sunulmuş kalıplara uymaya çalışarak rollerimizin gerekliliklerine katı ve kolaycı bir şekilde uymak yerine rollerimizin içeriğini zenginleştirecek bilgiler edinerek yaratıcı ve empatik davranış biçimleri geliştirebiliriz. Aksi halde rollerden ibaret olan sosyal yaşamda rollerimiz, kendimizi gerçek benliklerimizi göstererek değil “maskeler” kullanarak ifade etmemize ya da sürekli olarak rollerimizden kaynaklı çatışmalar yaşamamıza neden olacaktır.

Bu anlamda empati bu üç sosyal rol arasında dengeyi kurabilme ve duygusal anlamda sağlıklı olmayı gerektiren bir kişilik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü insan ancak karşısındaki insanların iç dünyalarına, fenomenolojik alanlarına ilgi duyuyorsa o insanların rolüne girerek empati kurabilmektedir.

Sosyal hizmet için empati kavramı ve bu kavramı temel alan kuramlar Dökmen’in ‘iletişim kuramı’, Moreno’nun ‘rol kuramı’, Melanie Klein’ın ‘nesne ilişkileri kuramı’ gibi çok önemlidir çünkü bu kuramlar empatik bir ilişkiden yoksun kalmanın ve bebeklikten başlayarak duygusal doyuma, Moreno’ daki anlamıyla rol doyumuna (Adıgüzel, 2006) ulaşamamanın nevroz, kişilik bozuklukları, anksiyete gibi psikopatolojilere yol açacağını göstermektedirler. Maslow’un (Akt: Schultz ve Schultz, 2002) kendini gerçekleştiren ve

84

bundan dolayı psikolojik açıdan sağlıklı olarak nitelendirilen insanın özelliklerinden birinin tüm insanlığa yönelik “empati ve sevgi” olduğunu vurgulaması da bunun bir göstergesidir. Sevgi ve ilgi’nin empatiyle olan ilişkisinin önemini en iyi dile getiren ise hiç kuşkusuz ki Frankl olmuştur. Çünkü sevgi kaçınılmaz olarak bizi empati kavramına götürmektedir. “Bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir” (Frankl, 2013:126).

Kohut (2004) hastalarıyla yaptığı çalışmalarda çoğu hastasının bütün hayatı boyunca başka şeyleri özlediği ve taleplerde bulunduğu için kendilerini suçlu hissettiklerini dile getirmiştir. Bu suçluluğun nedenini ise şöyle açıklamıştır: “Anne ona kendini suçlu hissettirmiştir; çünkü çocuk annenin kendisinde olmadığı için veremeyeceği şeyleri talep etmiştir” (Kohut, 2004:201). Bu şeyler ise hiç kuşkusuz sevgi ve ilgiye dayanan empatik bir ilişkidir.

Adler (2010) ise cesaret ve güvenin çocuğun ilksel yaşantılarındaki sevgi ve ilgi eksikliğinden kaynaklandığını dile getirmektedir. Bilindiği gibi bu görüş neoanalitik teorisyenlerin ortaya koydukları nesne ilişkileri gibi teorilerin temelinde yer almaktadır. Horney’in (Akt: Schultz ve Schultz, 2002) temel anksiyete kavramının temelinde de, çocuğun ailesinden beklediği koruma, sevgi gibi temel ihtiyaçların karşılanmamasının güven duygusunu zedeleyeceği görüşü yatmaktadır. İlgi ve sevgi yoksunluğunun yarattığı boşluk duygusu anksiyeteyle birlikte Adler’e göre (2010) nevrozla sonuçlanabilecek yıkıcı etkilere neden olabilmektedir.

Sosyal hizmet mesleğinde empati kavramına verilen önem; aslında alanımızın bir yanıyla insanın içsel dünyası olduğunu göstermektedir. İçsel dünya anlamayı, yorumlamayı zorunlu kılar. Bundan dolayı da sanatsal bir çaba gerektirir. Çünkü Mengüşoğlu’na göre “sanat alanında önemli olan objenin derinliği ile kavranılıp kavranılmamasındadır. Çünkü ancak kendi objesini derinliği ile yani onun varlık özünü kavrayan yapıt, sanat eseri olma değerini taşır” (2000:217). Sanatta insanı bir yönüyle kavramış olmaya verilen önem sosyal hizmet uygulamalarında temel bir amaç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sosyal hizmet uzmanları sanat eserinde temsil edilen insanlık durumuna en azından bir yanıyla benzerlik gösteren bir problemle her gün karşı karşıya kalmaktadır. Bundan dolayı da bir meslek elemanının sanatsal değerlendirme becerisi ne kadar gelişmişse mesleki anlamda o derece başarılı olabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bir sosyal hizmet

85

uzmanı, bir sanat eserinde anlatılan durumu derinliğine kavrayabiliyorsa, gerçek yaşamdaki devinimi yakalaması ve bütünsel bir değerlendirmeyle anlaşılır bir kalıba sokması daha kolay olacaktır. Ve gerçek yaşamdaki ilişkilere içtenlikle, cesaretle ve özgüvenle yöneldiği ölçüde de sanat eserlerindeki insanlık durumunu bütün boyutlarıyla kavraması daha kolaylaşacaktır. Rogers’ın empatiye ilişkin şu değerlendirmesi kavramın sosyal hizmet uzmanlarının kendilerinden beklenen kişilik özellikleri açısından oldukça açıklayıcıdır: “Empati başka birinin garip ya da tuhaf dünyasında kaybolmayacaklarını bilen ve istedikleri zaman kendi dünyalarına rahatça dönebilecek kadar kendilerine güvenen insanlar tarafından yapılabilir” (Rogers, 2012:144). Sosyal hizmet uzmanının müracaatçıya karşı empati ile duygusal mesafe geliştirmesi, gerçekçi ve profesyonel ilişkiye uygun kişisel sınırlar arasında sağlıklı ve realist bir denge kurabilmesi temelinde sanatsal eylemlerdir.

Yerli bir Amerikan kabilesi deyişi “eğer başka bir insanı anlamak istiyorsanız, önce onun çarığının içinde bir mil yürümelisiniz” (Horejsi ve Sheafor, 2014:57) demektedir. Anlamak, o insanın düşüncelerinin, inançlarının ve hayat tecrübelerinin içine girmek demektir. Moreno’nun psikodramasının önemli kavramlarından tele’nin temelinde de empati vardır. Moreno bunu şu şekilde ifade eder:

“İki kişinin karşılaşması: gözgöze ve yüzyüze. Benim yanımda olduğunda senin gözlerini yerlerinden çıkaracağım ve onları benimkilerin yerine yerleştireceğim ve sen benim gözlerimi çıkartıp yerine kendininkileri yerleştireceksin, böylece ben sana senin gözlerinle sende bana benimkilerle bakacaksın” (Akt: Kaner,2012). Ancak empatide karşımızdakinin gözleriyle ona bakarken kendi gözlerimizi yoksaymamamız gerekmektedir. Karşısındaki kişinin rolüne giren sosyal hizmet uzmanı o rolden çıkıp kendi yerine geçerek mesleki kişiliğine bürünebilmelidir. Empatinin bilinçli bir süreç ve mesleki bir beceri olarak değerlendirilmesi sosyal hizmet uzmanının bunu başarabilmesiyle ilgilidir.

Empati insan duyarlılığına ilişkin bir kişilik özelliği olarak iletişim, farkındalık, anlama ve değerlendirme yeteneğini ifade eder. Bu anlamda geliştirilebilir bir kişilik özelliğidir.

86