• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM I. SOSYAL HİZMET VE SANAT

1.3. Bilim ve Sanat İlişkisi

Modern bilimin özellikle 17. Yüzyıldan itibaren pozitivizmin etkisi altında kalarak insan aklının en somut verilere ulaşabildiği doğa bilimleri alanının bilgisine öncelikli bir değer atfettiğini belirtmiştik. İnsan aklının algılayabileceği tek gerçekliğin duyusal dünya olduğu kabulü, sanat ve bilim arasındaki bağların, daha genel olarak insan dünyasına ait olan ve insan dünyası için anlamlı olan kavramların geri plana atılmasına ve bir anlamda silinip yok olmasına neden olmuştur. Bundan dolayı, bilim ve sanat ilişkisini ortaya koymak, modern bilim geleneği içinde birbirinden çok farklı iki alan olarak ayrılan ve bundan dolayı da iki etkinlik arasındaki verimli ilişkilerin gösterilmesi çabası olarak yorumlanabilir.

32

Bilim gerçekliği nesneleştirerek teorileştirdikten sonra hakikat nitelemesinde bulunulacak önermeler üretmektedir. Bunu yaparken gözlem ve deneyden yararlanır. Özellikle 17. Yüzyılda gözlem ve deney bilimin ayırt edici özellikleri haline gelmiştir. Kaptan (1998) bilimsel araştırma tekniklerine ilişkin kitabında bilimi pozitivist bir yaklaşımla açıklamaya çalışmıştır. Bilimi; olay ve olgular arasındaki nedensellik ilişkilerini belirleyen, bunları yorumlayarak anlamlı genellemeler yapan, doğayı kontrol altında almayı ve geleceğe ilişkin tahminlerde bulunmayı amaçlayan “yordamlı ve kontrollü bir etkinlik” (Kaptan,1998:8) olarak tanımlamaktadır.

Şu doğrudur ki bilimin dile getirdiği genel ve tipik olandır. Sanatçı ise bireysel olanı dile getirir. Sanat bir yaratıcılık alanıdır. Ve bu yaratıcılık alanı bilimin kontrol ve açıklama gibi keskin kavramlarla belirlenmiş olan sınırlarını zorlar. Bu zorlama bilime karşıt olmaktan çok, insanın iç dünyasının anlatımına ilişkin sanatsal ifade olanaklarının özgünlüğüyle ilgilidir. Örneğin sanatta bir artı bir’in iki, iki kere iki’nin ise dört etmediği çok olur. Örneğin Tarkovsky ‘Nostalgia’ (1983) filminde “bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder” der. Bu bakış açısı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanının kahramanı Raskolnikov’un kitabın sonunda Sonya’yla olan ilişkisinde iki güçsüzün bir güçlü edebileceği söylemiyle benzerlik taşımaktadır. Yine Dostoyevski ‘Yeraltından Notlar’ kitabında “iki kere iki dördün üstünlüğünü kabul ediyorum ama iki kere ikinin beş etmesi daha övgüye değer bir şeydir” der (2004: 33).

Sanatsal ifade olanakları içinde matematiğin bilimsel kesinliği ortadan kalkar. Sanatın bu dili kullanması, bazen düzenin yeknesaklığına duyulan bunaltıyı dile getirmek, bazen de her bir insanın bilimsel bir genellemeye tabi tutulamayacak kadar özel ve öznel olduğuna duyulan inancın güçlü olduğu bir yaratım alanı içinde olduğumuza vurgu yapmak içindir. Örneğin Dostoyevski kitabı boyunca doğa yasaları karşısında insanın çaresizliğini dile getirir. Bu çaresizlik bu yasaların bizim irademizden ya da hoşumuza gitmesinden bağımsız olarak varolmalarından ve neyseler o olma zorunluluğuna sahip olmalarından kaynaklanır. Dostoyevski (2004) insanı mutlu edecek olanın bir amaca ulaşmak değil, amaca ulaştıran süreç olduğunu ve bu sürecin asla son bulamayacağını söyler. Bundan dolayı Dostoyevski için iki kere ikinin dört etmesi “yaşamın değil ölümün başlangıcıdır” (2004:32). Çünkü “iki kere ikinin ardından yapılabilecek, öğrenilebilecek hiçbir şey kalmaz” (2004:33). İki kere ikinin dört etmesi önemlidir ancak acı, özgür irade ya da anlama gibi yetilerimize göre ikincil bir değere sahiptir. Dostoyevski’nin bu yorumları, pozitivist bilim anlayışının

33

kendisini insan dünyası için tek anlamlı bilgi edinme yöntemi olarak dayatmasına karşı bir savunma ve karşı çıkış olarak değerlendirilebilir.

Orman’a göre (2013) insanın bu iki vazgeçilmez tinsel etkinliği birbirinden tümüyle soyutlanamayacak fakat birbirine indirgenemeyecek verimli bir ilişki içinde bulunur.

Ömerustaoğlu (2007) bu ilişkiyi karşılıklı birbirini etkileme olarak tanımlamaktadır. Sanat eserlerinin bilimsel buluşlarda önemli bir etken olduğunu belirten Ömerustağlu’na göre Jules Verne’in 1895’de yazdığı ‘Aya Yolculuk’ bunun bir yüzyıl sonra gerçekleşmesinde teşvik edici bir rol üstlenmiştir. Bilimsel buluşlar ise özellikle ses teknolojilerinin gelişimi farklı müzikal enstrümanların ve ses tonalitesinin zenginleşmesine, bu yolla sanatsal anlatım olanaklarının gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu da gösteriyor ki, bilimle sanat arasındaki çift yönlü bir etkileşim bulunmaktadır.

Her sanatçı kendi çağının gösterdiği özellikleri kavramak ve göstermek ister. Ele aldığı somut insanlık durumuyla soyut kavramların somut olarak ifade edilmesini sağlar. Bu anlamda Mengüşoğlu (2000)’na göre sanat bilime karşıt değil, onun tamamlayıcısıdır.

Sanatın ortaya koyduğu somut insanlık durumunun bilimsel olanla ilişkisini Althusser şu şekilde ifade etmektedir:

“Sanat modern anlamda bilimsel bilginin yerini tutmaz ama onun bize verdiği şey, bilgi ile özgül bir ilişki yürütür. Sanatın ayırıcı niteliği, gerçekliği andıran bir şeyi görmemizi, algılamamızı, duyumsamamızı sağlamasıdır” (2004:103).

Bu bakış açısı sanatı gerçekliği aramanın özel ve ayrıcalıklı bir başka yolu haline getirmektedir. “Sanatın özü, gerçekliğin doğru biçimde sunumudur” (Büyükdüvenci, 2011:49). Bilim gerçekliği doğru olarak algılamamızı sağlıyorsa, sanatın da bu algıya farklı bir açıdan katkı sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu anlamda sanatsal bilgi, melankoli, aşk, ayrılık, özgürlük, yaşam, ölüm, korku, güzellik, sevinç, ruhsal arınmışlık, güzellik, aşkınlık, soyluluk, kibir gibi bilimsel bilginin ortaya koyamayacağı kavramları ayrıntılı bir biçimde göstermesi açısından önemlidir.

Bilimin de sanatın da temelinde yaratıcılık vardır. Yaratıcı algılama noktasında sanatla aralarında fark olsa da bu fark metodolojik olarak birbirini bütünleyici bir nitelik sergilemektedir.

34

Tolstoy bilim ve sanat arasındaki ilişkiyi şu şekilde dile getirmiştir: “Bilim, sanatı anlaşılır bir hale getiren ve sanatı akla yaklaştıran bir ihtiyaçtır. Sanatın başarısı bilime olan yakınlığıyla ilgilidir” (2004:65).

Bu görüşün kendisini somut kıldığı en önemli sanatlardan birisi ise kuşkusuz sinema sanatıdır. Sergei Eisenstein, Andre Bazin ya da Christian Metz gibi film kuramcıları sinemanın kendi kimliği olan bir sanat olduğunu ispatlamak ama aynı zamanda bu sanata bilimsel bir nitelik kazandırmak için mücadele etmişlerdir.11

Görülüyor ki bilimsel ve sanatsal olan iki bilgi türü arasında ayrım yapılırken sınırlar çok keskin ve net olarak belirlenememektedir. Bilim, sanat için destekleyici olabileceği gibi sanatsal olan da bilim için ilham verici olabilmektedir. Bilimsel bir buluşun güzelliği karşısında sanatsal kavramların kullanılması da bunun bir göstergesidir. En parlak gezegene her çağda bir yanıyla güzel olanı ifade etmek için kullanılan Venüs isminin verilmesi de bundan dolayıdır.

Bilim ve sanat arasında söylenebilecek en önemli farklardan biri sanatın içerdiği tinsel öğelerden dolayı bilimde olduğu gibi kümülatif bir gelişme göstermiyor oluşudur12. Bilimsel her buluş bir diğeri için temel oluştururken sanat tamamen çağın tininin, estetik algısının gelişmişliğine bağlı olarak gelişim göstermiştir. Bunu en iyi ifade edenlerden biri de Ömerustaoğlu olmuştur. Ona göre Fransa’daki Lascaux mağarasında kullanılan perspektif ancak Rönesansla birlikte tekrar kullanılabilmiştir13 (Ömerustaoğlu, 2007). Bu da sanattaki ilericiliğin estetik bilincin yoğunlaşması ve üstün hissedilişine bağlı olarak geliştiği şeklinde yorumlanmaktadır. Ömerustaoğlu’na göre üst paleolitik dönemden daha yetkin bir estetik algımızın olduğu söylenemez. Hatta bu döneme ait olan mağara resimleri, fildişinden yapılmış zarif insan ve hayvan figürleri bizi kendi yüzyılımızın estetik bilincine ilişkin değerlendirme yapmaya zorlar niteliktedir.

Sanat bilim arasındaki ilişkinin araştırılması sanatın bilim ve etik gibi yine normatif bir bilim arasındaki ilişkileri göstermek açısından önemlidir. Bu ilişkilere daha ayrıntılı olarak bakmak da fayda vardır.

11 Sinemanın bilimsel temelleri ikinci bölümde Sanat ve Bilim olarak Sinema başlığı altında ayrıntılı olarak

ele alınacaktır.

12 Bu noktada bilimsel bilginin de kümülatif olmadığını belirten Kuhn’un görüşlerini hatırlatmakta yarar var. 13 Bu değerlendirme perspektifin sanatta gelişmişliğin bir ifadesi olduğu yargısına dayanmaktadır. Ancak sanat

tarihinde perspektifin imge üretim sürecini gerilettiği görüşünde olan düşünürler de vardır. Bkz.Zeynep Sayın ‘İmgenin Pornografisi’

35