• Sonuç bulunamadı

MAİ VE SİYAH İLE AŞK-I MEMNU ROMANLARINDA AŞK VE NESNE İLİŞKİLERİ

Bilal KÖKSAL

Kırıkkale Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

ÖZET

Aşk; edebiyatın başlangıcından beri dünya edebiyatının vazgeçilmez kavramlarından biri olmuştur. Aşkın, insan yaşamındaki bu uzun süreli ve yoğun etkisi, aşkı, bireyin ruhsak metabolizmasını en çok etkileyen yaşam olaylarından biri haline getirmiştir. İnsan, yaşamının anlamlılığını nesne ilişkilerinde bulur ve yaşamımız yalnızca bu bakımdan anlam kazanır; çünkü nesne ilişkileri olmaksızın ben gelişmez. Kişinin beninin gelişebilmesi için de bir nesneye ihtiyacı vardır. Aşkın da bu nesneyi belirlemedeki rolü çok büyüktür. Aşk sayesinde karşımızdaki sevgi nesnesiyle bütünleşiriz ve bir süre sonra benliğimiz ile aşk nesnesi yer değiştirir. “Ben’'in aşk, aşkın da ben olduğu ortaya çıkar. Bütün nesnelerin kaybı ruhsal ölüm demektir. Kişinin nesnelerini kaybetmesi aslında kendisini kaybetmesi demektir. Bu nesne kayıpları kimi zaman trajik sonuçlar doğurmakla birlikte zaman zaman dış dünyadaki gerçeklikten kaçış, içe sığınma, ana rahmine geri dönüş ve ölüm arzusu olarak karşımıza çıkar. Bu çalışmada ele alınan bu iki romanın yazarı Halit Ziya Uşaklıgil, roman türünde verdiği yapıtların psikolojik derinliği ve olgunluğu ile Türk edebiyatında pek çok eleştirmen tarafından “ilk roman yazarı’’ olarak nitelendirilmiştir. Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarında genellikle trajik bir kayıp, özkıyım ya da felâketlerle sonuçlanan aşklar ele alınmıştır.

Bu çalışmada Psikanaliz’in öncülerinden Sigmund Freud ve Melanie Klein’in de görüşleri dikkate alınarak, bu iki romandaki aşk ve nesne ilişkileri ele alınacak, kahramanların bu nesneler karşısındaki tutum ve davranışları psikanalitik bir bakış açısıyla incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Aşk, nesne ilişkileri, psikanaliz, kendini feda etme, ABSTRACT

Love has became of the most indispensable consept for world literature since the begining of literature. The love of long terme and intensive effect in human life has caused love to be one of life occorrence which impacts the human structure the most. Human finds the meaning of his life in object relations and our life gains sence from this reason, because whitout object relations,ego doesn’t develop.Person needs and objectso thathis ego can develop, too. The love has a big role to determine this object. By means of love, we became a United whole with Love object and after a while, our ego replaces Love object. It is revealed that ego is love, love is ego.The loss of all objects is psychological death. When person loses the objects, actually loses himself. The loss of objects sometimes brings about sorrowful results, at the sometime, sometimes we encounters as being away from the realitiy of theworld, taking shelter inside of our soul, returning to mother’s uterus and the desire of death. In this study, the writer of these two novels which are dealed with, Halit Ziya Uşaklıgil, with his psychological profundity and maturity, he was named as the first novel writer by most critics in Turkish literature. In his novels,Halit Ziya Uşaklıgil deals with mostly the sorrowful loss. Loves which results in disaster or self mistreatment.

İn this studiy, of psychoanalysis leader, bey taking into consideration Sigmund Freud and Melanie Klein’s view, Love and object relations will be dealed with and heros attitudes and manners will be examined by psychoanalysis point of view.

Keywords: Love, Object relations, Psychoanalysis, self-sacrifice

Sigmund Freud ve Melanie Klein; psikanaliz tarihinde etkili olmuş kuramcıların başında gelir. Klein’in

çalışmaları çocuk psikanalizlerine dayanır. Aslında psikanalizi çocuklarda gözlemlenen ruhsal bozukluklarda kullanmaya girişen ilk analistlerden birisidir. Melanie Klein “nesne ilişkileri’’ okulunun kurucu kabul edilir. Günümüzün önde gelen psikanaliz kuramcısı Kernberg’e kadar uzanan yolda pek çok psikanalisti etkilemiştir.

Freud özellikle 1905 tarihli “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme’’den itibaren psikanalitik kuramı, temel güdüleyici eksen olarak ele aldığı dürtüler üzerine inşa etmişti. Freud’a göre dürtüler kökende “haz ilkesine’’ne tabiydi ve dürtü tatminini sağlayan nesne kökensel olarak bir önem taşımıyordu. Bir başka deyişle, nesne dürtü tatminini sağlayan herhangi bir şey veya kişi olabiliyordu başlangıçta. Dürtü ile nesnesi arasında hiçbir içsel veya özsel bağ yoktu. Dürtü nesnesi ancak bireyin tarihinde tekrarlayan deneyimler sayesinde önem kazanmaya başlıyor, kişi için özel ve simgesel bir anlam elde ediyordu.

Oysa Klein’a göre içgüdü daha doğumdan itibaren türün evriminden intikal eden fantazmatik içsel nesnelere bağlıdır. Bir başka ifadeyle çocuk daha baştan içgüdü tatminine yönelik nesne ve ilişki arayışlarıyla donatılmıştır. İlk bakışta önemsiz görünen bu varsayım farklılığı gerek ilgili klinik malzemenin

yorumunda gerek kuramın bütününde ciddi ayrılıklara yol açmaktadır.(Buradan sezilebilecek ancak ayrıntılandıramayacağımız gerekçelerle Freud söz konusu olduğunda “dürtü’’, Klein söz konusu olduğunda ise “içgüdü’’ terimlerini kullanmak daha uygundur kanaatindeyim)

Klein’in nesne ilişkilerinin gelişimi ile bağlantılı olarak ele aldığı üstben oluşumu ile ilgili yaklaşımlarında söz konusu kuramsal farklılıkları bütün açıklıklarıyla görmek mümkündür. Freud’a göre geniş ölçüde dışsal, toplumsal yasaklara, ebeveynin yasak koruyucu tutumlarına bağlanan süreç, Klein’de nesne ilişkilerinin gelişiminin bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Üstben gelişiminde esas, saldırganlıkla yatıştırılmış “kısmî’’ nesne ilişkilerinin giderek bütünleşmesi ve çift-değerli bir nitelik kazanarak iyi nesne karşısındaki saldırganlıktan duyulan suçluluk duygularını uyandırmasıdır. Klein bu gelişimi klâsik kuramdan çok erken bir düzeye, oral döneme çekmekte, hatta bazı Oidipal çatışkıları oral terimlerle yaşanmış da olsa

bu dönemde değerlendirmektedir.1

Doğum öncesi durumda çocuğun, annenin bir parçası olması, ona bütün ihtiyaç duyduklarını ve arzuladıklarını verebilecek kendi dışında bir şeyin bulunduğu yolunda bünyesel bir duygu da yaratmış olabilir çocukta. Böylece iyi meme içe yansıtılır ve benin bir parçası olur; başlangıçta annenin içinde olan çocuk şimdi anneyi kendi içinde taşımaktadır.2

Klein’e göre çocuk ilk nesne ilişkilerini annenin bir parçası olan meme ile yaşar. Eğer bu ilişkide meme, çocuğun anne karnındaki doyumsuz hazzı çocuğa veremezse, bebek ilksek iyi nesnesini tam oturtamayacak ve ileriki yıllarda aşk ve arkadaşlık ilişkilerinde de tutarsızlık söz konusu olacaktır. Klein bu durumu şöyle açıklar:

“Çocuğun memeyle ilk ilişkisine bir hüsran ve doyumsuzluk öğesinin karışması kaçınılmazdır. Çünkü mutlu bir beslenme bile doğum öncesi anne-çocuk birliğinin yerini tutamaz. Üstelik çocuğun tükenmeyen ve her zaman orada olan bir memeye duyduğu özlem de sadece açlıktan ve libidinal arzulardan kaynaklanıyor değildir. Çünkü yaşamın ilk evrelerinde bile, annenin sevgisinden emin olma ihtiyacının asıl kaynağı kaygıdır. Yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaki mücadele ve bunun hem benliğin hem de nesnenin yıkıcı itkilerce yok edilmesine yol açacağı korkusu, bebeğin anneyle ilk ilişkilerinde belirleyici olur. Çocuk, arzularken, önce memenin sonra da annenin, bu yıkıcı itkileri gidermesini ve onu zulmedilme kaygısının acısından kurtarmasını arzulamaktadır. ’’3

“İlksel iyi nesneyi görece güvenli bir biçimde kurabilmiş olan kişiler, nesnenin kusurlarını görseler de ona duydukları sevgiyi sürdürebilirler; bunu yapamamış olanların aşk ve arkadaşlık ilişkilerindeyse sürekli bir idealleştirilme ihtiyacı görülür. İdealleştirilmeye dayanan ilişkiler çökmeye yatkındır; sevilen nesnenin yerine sık sık bir başkasını geçirme zorunluluğu doğar; çünkü hiç biri beklentileri tam olarak karşılayamıyordur. Eskiden idealleştirilen kişi zulmedici bir figür olarak görülmeye başlanır (bu da idealleştirmenin temelde zulmedilme kaygısının karşılığı olduğunu ortaya koyar) ve öznenin hasetli ve eleştirici düşünceleri bu kişiye yansıtılır. Çok önemli bir nokta da şudur: Benzer süreçler kişinin iç dünyasında da işliyordur; çok tehlikeli nesnelerle dolmuştur iç dünya. Bütün bunlar kişinin dış ilişkilerinde bir dengesizliğe yol açar.’’4

Kişinin günlük hayattaki her türlü ilişkilerinin temelinde çocukken yaşadığı nesne ilişkileri önemli rol oynamaktadır. Bu nesne ilişkilerinin de aşk ve arkadaşlık ilişkilerinde etkin olduğu açıktır.

Halit Ziya Uşaklıgil romanlarında da aşka dayalı kurgular, aşkın vazgeçilmez unsurları olarak gördüğü mutsuzluk, kendini feda etme izlekleri sıkça kullanılmaktadır. Onun romanlarında aşk kadar geçerli olan bir başka unsur da trajedidir. Onun romanlarında aşkın gerilimi ve trajediye dönüşümü sıklıkla görülen unsurdur. Yapıtlarında; trajik yazgının, kişinin yaşamında mutlak etkiye sahip aşklardan kaynaklandığı görülmektedir. Bu çalışmada; Halit Ziya Uşaklıgil’in iki romanından yola çıkarak, bu romanlardaki kahramanların aşk ve nesne ilişkileri incelenecektir.

Mai Bir Akşamdan Siyah Bir Geceye Yolculuk: Mai ve Siyah

—Bârân-ı elmas(elmas yağmuru)! Ne güzel, ne hülyalar getiren, nasıl hülya âlemleri açan bir isim—

Ahmet Cemil, Mülkiye Mektebi’nin son sınıfına geçtiği yıl babası ölür; on dokuz yaşına dek ailesiyle mutlu bir yaşam süren Ahmet Cemil, annesinin ve kız kardeşi İkbal’in geçimini sağlamak zorunda kalır. Yaşamının yeni dönemi bu zorluklarla başlar. Okul yıllarından beri edebiyat tutkusu olan Ahmet Cemil, Fransızcadan çeviriler yapar. Ancak, zevkle okuduğu Fransız klâsiklerini çevirmek sandığı kadar kolay bir iş

1Tura, S.M, (1999), Haset ve Şükran, Çev. Orhan Koçak ve Yavuz Erten, “Editörün Ön sözü’’,İstanbul, Metis Yayıncılık, s. 7–13. 2Klein, M., (1999), Haset ve Şükran, Çev. Orhan Koçak ve Yavuz Erten, İstanbul, Metis Yayıncılık, s.20.

3Klein, M., (1999), s.21. 4Klein, M., (1999), s.38.

değildir. Ekonomik zorluklar nedeniyle Mir’at-ı Şuûn gazetesinde iş bulur ve basit öyküler çevirir. Aynı dönemde ek bir iş daha bulur ve akşamları zengin bir ailenin çocuğuna ders vermeye başlar. Artık evlerinin geçimi düzene girer; hattâ Ahmet Cemil zengin olmaya başladıklarını düşünür.

Ahmet Cemil’in en büyük hayali, edebiyat dünyasında ünlü bir yazar olmaktır. Yoğun çalışmasının arasında kendisini üne kavuşturacak yapıtı da yazmaya başlar. Çevresindeki tüm olaylara karşı nispeten duyarsız davranır, çünkü zihni sürekli hayalinin gerçekleşmesini sağlayacak yapıtla meşguldür. Kız kardeşi İkbal’in evliliğinden önce bile onu isteyen kişi hakkında araştırma yapma gereği duymamıştır. Aileye katılan Vehbi, onda yalnızca hafif bir huzursuzluk oluşturur. Ahmet Cemil o an bu duygu üzerinde fazla durmaz. Yapıtı dışında tek ilgisini çeken kişinin en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin uzun süredir görmediği kız kardeşi Lâmia olduğu görülür. Ona âşık olduğunu anlaması, yapıtı üzerinde yoğunlaşmasına ve onu bitirme isteğinin artmasına neden olur. Lâmia’nın karşısına “ünlü yazar” Ahmet Cemil olarak çıkma isteği de hayallerinde önemli bir yer alır. Bu sırada, gazete sahibi Tevfik Efendi’nin felç olmasından dolayı, oğlu, yani İkbal’in eşi Vehbi yönetime geçer.

Başlangıçta durumdan rahatsız olan Ahmet Cemil, bir süre sonra başyazar olur ve bir miktar para ile yeni makineler alınmasını sağlayarak gazeteye ortak olur. Babasının ölümünden sonraki dönemde, Ahmet Cemil için belki de ilk kez her şey yoluna girmektedir. Yapıtını tamamlaması da bu döneme rastlar. Arkadaşı Hüseyin Nazmi`nin evinde yapılacak olan bir toplantıda yapıtın okunmasına karar verilir. Sonunda Ahmet Cemil beklenen yapıtını dönemin önemli yazarlarına okur ve beğeni toplar. Kendisini kutlayanlara Lâmia bile bir fırsatını bulup, gizlice, eserin sonuna “Tebrik ederim” yazarak katılır. Ahmet Cemil’in mutluluğu, eniştesinin kötü yanlarını görmesi ile bozulmaya başlar. Bir gün bir gazetede, hiçbir zaman kendisini sevmediğini ve kıskandığını düşündüğü Raci tarafından yazılmış, kendisini ve yapıtını sert bir üslûpla eleştiren bir yazı çıkar. Vehbi, bu yazının gazetesini kötü yönde etkileyeceğini öne sürerek başyazarlığı başka birisine verir. Bir akşam evde bu konuda çıkan bir tartışmada eniştesi, hamile karısı İkbal’in karnına tekme atarak bebeğin düşmesine ve İkbal’in ölümüne neden olur. Bir süre sonra Hüseyin Nazmi’den, Lâmia’nın bir subaya verildiğini öğrenmesi ile Ahmet Cemil’in hayatta aşkı bulmaya ilişkin hiçbir umudu kalmaz.

Düşlerine bu kadar kapıldığı için kendisini suçlayarak edebiyattan bütünüyle kopar, ülkenin uzak bir vilâyetine gitmek üzere annesiyle birlikte İstanbul’u terk eder. Elmas yağmuru düşüyle başladığı yolculuğun siyah inci yağmuruna dönüşmesi ile Ahmet Cemil bu kez düşlerinden uzak, bilmediği bir yolculuğa çıkmaktadır.

Roman A.Cemil’in arkadaşlarıyla katıldığı bir yemekle başlar ve biz Ahmet Cemil’in hayalleriyle ilk defa burada karşılaşırız. İlk olarak dikkat çeken şey Ahmet Cemil ile Raci’nin burada Hüseyin Nazmi için tartışmalarıdır. Raci sohbet sırasında Hüseyin Nazmi hakkında:

“Bak fikirlerimin neticesini söyleyeyim. Onda tek bir şey var: Yalnız ben yazayım, benden başka kimse

yazmasın, diyor…’’5

Dedikten sonra Ahmet Cemil arkadaşına yöneltilen bu eleştiri için Raci ile bir tartışma içerisine girer:

‘’Demin Hüseyin Nazmi için bir şeyler söylüyordunuz, dedi. O burada bulunsaydıne cevap verirdi, bilmem, fakatöyle zannediyorum ki sadece bir gülümseme ile susardı.’’6 Tartışmanın ileriki evrelerinde

Ahmet Cemil:

“Hüseyin Nazmi’yi tahkir vesilesi[küçümsemeye bahane ]arayanları anlamıyorum. Her gün kucak kucak

önümüze yığdığı o bediaları[güzellikleri],edebiyat binasının o yeni esaslarını görmemek için insan gözlerini kapamak, bugün kaleminden taşan zafer sayhasını [çığlığını] işitmemek için insan kulaklarını tıkamak lâzım gelir…

…Latifelerle onu tevkif etmek[durdurmak] istiyorsunuz, boş fikir! Görmüyor musunuz ki bugün dehasının pınarı tehevvüre gelmiş[öfkeden köpüren] bir nehir gibi akıyor!..Onun coşkun dalgalarına set mi çekebileceksiniz?..Anlamıyor musunuz ki mümkün değil!O en saf kaynaklardan kuvvet alarak, en yüksek tepelerden atlayarak, en temiz kayalardan süzülerek büyüye büyüye yükseldi. Düşmanları biraz ağızlarını

açsalar boğulacaklar…’’7

Hüseyin Nazmi, Ahmet Cemil’in mektep yıllarından beri tanıdığı arkadaşıdır. Fakat bu sadece arkadaşlıkla sınırlı değildir. Hüseyin Nazmi, Ahmet cemil’in olmak istediği nesnedir. Ahmet Cemil’in arkadaşının eleştirilmesine karşı çıkmasının sebebi,Hüseyin Nazmi’nin, onun hayallerinin temsili, yani ileride olmak istediğinin göstergesi olmasındandır. Bu eleştiri aynı zamanda Ahmet Cemil’in kendi

5Uşaklıgil, H.Z., (2001), Mai ve Siyah, İstanbul, Özgür Yayıncılık, s.15. 6Uşaklıgil, H.Z.,(2001), s.18.

hayallerine yapılan bir eleştiri niteliğindedir. Bu yüzden içsel nesnesine gelen bu tepki, Ahmet Cemil’in saldırgan bir tutum sergilemesine neden olmuştur.

Romanın kahramanı Ahmet Cemil’in çocukluk yıllarına ait bilgilere pek rastlayamıyoruz. Bu nedenle bebeklik döneminde ve büyüme aşamasında nelerle karşılaştığı hakkında yorum yapamasak da Ahmet Cemil’in şu anki halinden bir takım sonuçlar çıkartabiliriz. Çünkü Melanie Klein’e göre:

‘’Önemli karakter değişmeleri yakından bakıldığında bunların karakter bozulmaları olduğu ortaya çıkar- ilk nesnelerini sağlamca yerleştiremeyen ve ona karşı şükran duygularını sürdüremeyen kişilerde daha sık görülür. İçsel ya da dışsal nedenler sonucunda zulmedilme kaygıları arttığında, ilksel iyi nesneleri tümüyle yitirir bu insanlar; daha doğrusu, onun yerine koymuş oldukları şeyleri – insanları veya değerleri- yitirirler. Bu değişmenin temelinde erken dönemdeki bölme mekanizmalarına ve çözülmeye geri dönüş süreci yatıyordur. Ama bir derece sorunudur böyle bir çözülme: sonuçta kişilik üzerinde güçlü bir etki yapsa da, mutlaka aşikâr bir hastalığa yol açması gerekmez. İktidar ve prestij hırsı ya da zulmedici figürleri ne pahasına olursa olsun yatıştırma ihtiyacı gibi karakter özellikleri de belirginleşebilir.’’8

Ahmet Cemilin küçüklüğünde yaşadığı sorunlar onun şu anki durumunu etkilemekle birlikte bize de psikolojisi ile ilgili bilgiler verecektir. Ahmet Cemil roman boyunca hayaller kuran ve dış dünyadaki gerçeklik ile hayal dünyası arasındaki çatışmayı üst düzeyde yaşayan bir kişiliktir. Biz Ahmet Cemilin hayalleriyle ilk olarak Hüseyin Nazmi için, Raci ile tartıştıktan sonra karşılaşıyoruz. Çünkü Hüseyin Nazmi, Ahmet Cemilin olmak istediğiydi ve Hüseyin Nazmiye yöneltilen saldırı, kendi hayallerine yöneltilmiş oldu ve ona dış dünyadaki tehlikelere karşı iç dünyaya kaçış yani bene yönelme hissi kazandırdı. Ancak bu şekilde güven duygusu hissedecekti.

‘’Ahmet Cemil müsaade istedi, o, aydınlık ve kalabalık bir yere şu gizli ve yarı karanlık ciheti tercih ediyor[tarafı yeğliyor],buradan ayaklarının altında serilen Haliç’in ve İstanbul’un münevver bir sema[aydınlık bir gökyüzü] altında manzarasına karşı düşünmek istiyordu.’’9

‘’…Onlar ayrıldıkları vakit geniş bir nefes aldı, sanki büyük bir zahmetten kurtulmuş gibi kendisini yalnız, ötede beride yemek yiyen bir kaç kişiden, ara sıra görünen iki üç sakit hizmetkârdan[sessiz uşaktan]başka halktan; biraz ötede uyanmaya, harekete başlayan kalabalıktan uzak, düşünceleriyle yalnız kalmakta azim[büyük] bir vicdan istirahatı duydu’’ 10

Burada Ahmet Cemil’in aydınlık yere karşı karanlığı tercih etmesi onun dış dünyaya karşı iç dünyasını tercih etmesindendir. Yalnız burada hayallerini rahat rahat ve saldırılara karşı koruyarak kurabilirdi. Kalabalıktan kaçışla birlikte kendine dönüş, içe yönelme, onun vücudunu ele geçirmiş olacak ki Ahmet Cemil’in ilk psikolojik travması(bizim karşılaştığımız ilk travma) ile karşılaşıyoruz:

‘’…Şimdi yavaş yavaş beyninden süzülen şey; damarlarının içinden, kemiklerinin arasından hafif hafif raşeciklerle[titremelerle] akarak; sanki bütün cismaniyetini, iradesini [bedenini, gücünü] çekerek ayaklarından doğru çekiliyor, gidiyor vücudunu mukavemet[karşı koyulması] mümkün olmayan bir kuvvetle erite erite dağıtıyor gibiydi. O vakit muvakkat cehtle [geçici bir çabayla] kendisini toplar; bir uçuruma yuvarlanmıyor, toprakların arasına süzülüp akmıyor olduğuna emniyet kesp etmek[emin olmak] istiyormuşçasına gözlerini açar ayaklarını çekerdi.’’11

Burada ‘’ayaklarını çekerdi’’ kısmına vurgu yaparak Ahmet Cemil’in aynı mekânda ikinci travmasına da değinmek ve ikisi arasında bağlantı kurmak daha açıklayıcı olacaktır.

“…Bakınız şimdi bile o aklına geldiği için vücudunda bir ürpermeye benzer bir şey duyuyor… Ahmet

Cemil’in vücudunu sanki iki kol tutmuş, sonu olmayan bir derinliğe çekiyordu. Kendisini toplamak istedi. Fakat fikrinin bütün iradesine malik[sahip] olmakla beraber vücudunu istila eden o azim keselana mukavemet kabil değildi[o büyük bitkinliğe karşı koymak imkânsızdı]. O vakit nefsine bir cebir ile [kendini

zorlayarak],sanki vücudundan yavaş yavaş uzanıp gidiyormuşçasına uyuşan bacaklarını çekti.’’12

Bu iki travmada da Ahmet Cemil’in bacaklarını çekerek, toparlayarak, psikolojik travmasına son verdiğini görüyoruz. Çünkü onun bacaklarını toparlayarak oturması, onun ana rahmindeki duruşunu temsil ediyordu ve bu şekilde durarak dış dünyadaki tehlikelerden ana rahmine kaçış ve oradaki güven duygusuyla, onun verdiği hissiyatla rahat ediyor ve bu şekilde huzura kavuşuyordu. Bir insanın kendisini en rahat ve güvende hissettiği yer ana rahmidir. Çünkü bebek; daha dış dünyadaki tehlikelerle karşılaşmamıştır ve etrafı

8Klein, M., (1999), s.33. 9Uşaklıgil, H.Z.,(2001), s.25. 10Uşaklıgil, H.Z.,(2001), s.26. 11Uşaklıgil, H.Z.,(2001), s.26. 12Uşaklıgil, H.Z.,(2001), s.33.

kapalıdır. Doyumsuz haz içerisindedir ve biz bu dünyada karşılaştığımız her tehlikede aslında geldiğimiz yeri ararız. Yani en güvende olduğumuz ana rahmini ararız. Ahmet Cemilin de ayaklarını çekmesi, ona ana rahmindeki duruşunu hatırlatıyor ve bu sayede rahatlama ve güven hissiyle yatışıyordu.

Harry Guntrip; anneye dönüş ile ilgili şöyle demiştir:

“Korkunun anneye geri dönüşü harekete geçirdiği doğrudur, ama haz için değil, güvence için. Hasta tehdit edici bir dış dünyaya doğduğu duygusu içindedir ve korku; içgüdüsel kaçış, kaçınma ve çıktığı güvenli kaleye geri çekilme tepkisini uyarır.’’13

Burada da Ahmet Cemil dış dünyadaki tehlikelerden en güvenli kale vasıtasıyla, yani ana rahmindeki