• Sonuç bulunamadı

Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği

ÖZET

Osmanlıca, Türkçenin Oğuz Lehçesinin XIV. ve XX. yy arasındaki yazı dilinin adıdır. Bu yazı dili, Türkçenin en uzun süre varlığını sürdürmüş koludur. Bu dönemde oldukça önemli eserler ortaya konulmuş olsa da Osmanlıca yoğun eleştirilere maruz kalmaktadır. Yapılan eleştiriler, Osmanlıcanın Arapça ve Farsça’nın etkisi altında çok fazla kalmış olması ile ilgilidir. Türkçe o dönemde Arapça ve Farsça’dan fazlasıyla etkilenmiştir, ama unutulmamalıdır ki bu yazı dili bir imparatorluk yazı dilidir. İmparatorlukların kültürel yapısını ulus devlet perspektifinden incelediğimizde bir zihniyet hatası yaptığımız muhakkaktır. Ulus devletler farklılıklardan varlık dayanaklarını yaratırken, imparatorluklar çok uluslu devletler oldukları için, varlık sebeplerini farklılıklar değil benzerlikler üzerine kurmalıdırlar. İnsanların bir arada yaşayabilmeleri için en temel koşul dil birliği olduğuna göre imparatorluk ilk önce dil birliğini sağlamalıdır. Bu politika çoğu zaman bir imparatorluk iç güdüsü gibi ortaya çıkarken, kimi zaman da bilinçli olarak yürütülen bir çalışmadır. Dünyadaki ilk yapma dil olan “Baleybilen”in Osmanlı Devleti’nde oluşturulması da bir tesadüf değildir. Toplumdaki kozmopolit yapı dile de yansıyacaktır. Her imparatorluk, klasikleşme döneminde başka dillerin etkisine girebilir, örneğin İngilizce; %50 Latince, %15 Yunaca, %25 Anglo-Saxon, %10 diğer dillerden kelimesi bulunan bir dildir, yani söz varlığının ancak dörtte biri kendi ulusuna ait olmasına rağmen dünya dili olmuştur. Osmanlıca da sosyolojik gerçeklerden uzaklaşmadan incelenmelidir.

ABSTRACT

Ottoman Turkish is the name of written language of Turkish’s Oguz Dialect between XIV. and XX. centuries. This written language is the longest survived arm of Turkish. During this period although important studies have been put forward, Ottoman Turkish has been subject to strong criticism. Those criticisms have been in the direction of Ottoman Turkish have been under the influence of Arabic and Persian too much. Turkish had been impressed from Arabic and Persian at that time, but it should be noted that this written language is the written language of an empire. If we examine cultural structure of empires from the perspective of a nation-state, it is sure that we make a mentality mistake.While nation states create their presence basis on differences, empires that are multinational states should build their presence on similarities instead of differences. Empire should first ensure the linguistic unity because it is the main requirement of people living together. This policy quite often occurs as an imperial instinct and sometimes it is a purposely executed study. It is not a coincidence that the first artificial language in the world "Baleybilen" has been composed in Ottoman Empire.

Cosmopolitan structure of society passes through the language.Every empire in the becoming classic period may enter the influence of other languages, for example, English has words from other languages as of 50% Latin, 15% Greek, 25% Anglo-Saxon, 10% from other languages, namely that although only one-fourth of vocabularies belongs to their own nation it has been the world language. Ottoman Turkish should be examined by not keeping away from the sociological facts.

Eski Ahitte yer alan bir hikayeye göre insanlar Babilde Tanrı katına kadar yükselecek bir kule yapmaya girişmişler ve o zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir kule yapmaya muvaffak da olmuşlardır ama Tanrı onların bu küstahlığını kuleyi yıkarak cezalandırmıştır. Tanrının asıl cezası onların dillerini karıştırmak olmuştur ki bir daha böyle bir kule yapabilmek için bir araya gelemesinler. O günden sonra da insanlar ne zaman büyük bir iş yapmak için bir araya gelseler; özellikle aynı devletin çatısı altında yaşamaya çalışsalar dil ayrılığı ciddi sorunlar yaratmıştır.

Tarihin tanık olduğu ilk devletlerde değil ama çeşitli milletleri bünyesinde barındıran kozmopolit imparatorluklarda dil ayrılığı çözülmesi meşakkatli meselelere sebep olmuştur. İnsan kalabalığını millet yapan en önemli özellik dil olduğundan, imparatorluklar aynı bayrak altında yaşayan tebaalarını tek millete dönüştürmek istediklerinde tebaalarının farklı dillerle konuşmaları bu girişimleri engellemiştir. Dil ayrılığını ortadan kaldırmak için imparatorluklar resmi dillerini öğretme gayesi gütmüşlerse de başarıya ulaşamamışlardır. Başka bir dilin anadili olarak kabul edilmesi de o milletin milli bilincinin sona ermesi

1Bugünkü literatüre göre 15. yy. ve 19.yy. arasında Osmanlı Devletinde kullanılan dile “Osmanlı Türkçesi” denilmektedir. Bu makalede “Osmanlıca” oluşturulmaya çalışılan yapma dile verilen isimdir. Osmanlıca, devletin bilinçli olarak düzenlediği yapma bir üst kültür dilidir. Bunun dışında imparatorlukta halkın kullandığı dil Türkçedir, bir isim vermek gerekirse dönemin siyasi yapısına uygun olarak Osmanlı Türkçesi denilmelidir.

demek olduğundan, söz konusu halk başka bir dili öğrenmeye şiddetle direnecektir. Böyle bir durumda geriye kalan tek ve en akıllıca seçenek ise sınırlar dahilindeki her kültürün ve dilin, mozayiğin bir parçasını oluşturduğu ortak bir medeniyet yaratmaktır.

Osmanlı Devleti bir beylik olarak kurulduğunda konuşulan tek dil Türkçe, arı bir özellik gösteriyordu çünkü devletin kültürü henüz kozmopolitleşmemiş İslami göçebe Türk kültürü idi. Fakat devletin sınırları genişleyip, birbiri ardına farklı dilleri konuşan halklar ülkeye katılmaya başladıkça ortak bir dile bağlı ortak kültür oluşturma fikri filizlendi. Bu beylik o kadar kısa bir süre içinde o kadar fazla genişlemişti ki yazı dili oluşturmaya dahi vakitleri olmamıştı. Anadolu Selçuklulardan kalan yazı dili geleneği de çok kuvvetli değildi.

İleri bir medeniyet basamağına ulaşmış toplumlar, bu medeniyeti devam ettirmek ve geliştirmek için dillerinden faydalanmak zorundadırlar. Bu toplumların genel kavramları belirten kelimelere, soyut kelimelere, düşüncenin eklemlerini belirtecek kıvrak cümlelere ihtiyacı vardır. Bir medeniyetin ifade vasıtası olmaya elverişli bu gibi diller medeniyet dilleridir. Bunların sayısı azdır. Yazıları olan dillerdir bunlar, yazı sistemleri bu gibi diller için ortaya çıkmıştır. Medeniyet dilleri az sayıda olduğundan, yazı sistemleri de sayıca sınırlıdır.2

Batıda o dönemde medeniyet dili olarak Latince kullanılmaktaydı, doğuda ise Arapça medeniyet diliydi. Zaten yazı sistemi daha önce alınan Arapça da, Selçuklular ve onların halefleri Anadolu Selçukluları tarafından gerek bilim kitaplarında, gerek resmi yazışmalarda, özellikle kanun maddelerinde yoğunluklu olarak kullanılmıştı. Edebiyatta ise Farsça geçerli dildi. Selçuklu yönetim sistemine Arapçanın ne kadar zuhur ettiğini, Konya’da, devlet zayıflayıp da merkezi yönetim gücünü kaybedince yönetimi ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Beyin resmi yazışmalarda ve edebiyatta kullanılan dilin anlaşılamamasından dolayı “şimden gerü hiç kimesne kapıda, divanda, mecliste, seyranda Türk dilinden özge söz söylemeye” emrini vermesinden anlıyoruz. Şüphesiz bu iyi yürekli girişim, ne kadar kalıcı olabilmiştir? Osmanoğulları gibi Selçuklular da yani aslında Oğuzlar da bir yazı dili oluşturamadan kendilerini o zamanki dünyanın efendisi olarak bulmuşlardı ve yazılı geleneğe muhtaçlardı. Küçük bir devlet belki yazı dili geleneği olmadan yönetilebilir ama kusursuz yazılı kanunları, sadece temayüllere göre hareket edemeyecek kadar kurumsal bir bürokrasisi, kültürlerin ve dillerin mozayiği olan bir sanatı ve her milletten gelen sanatçıları ile binlerce kilometre uzaktan gelip aynı pazarda malını satmak isteyen yüzlerce değişik dili konuşan tüccarıyla bir imparatorluk nasıl yazılı geleneği olmayan bir dille yönetilebilirdi? Selçuklular ve onların ardından Osmanlılar da yazılı geleneği olan dilleri ithal ederek bu sorunu çözmeye çalıştılar. Kanun ve bilim dili Arapça, edebiyat dili Farsça…

Bugünün bakış açısıyla biz bu seçimi yargılıyoruz ama gözden kaçırdığımız konu şu; gelenek ve devamlılık isteyen devlet yönetimi ile onun temeli olan kanun yazımı gibi ciddi bir işte yapılacak en küçük hata, haksızlıklara, kavgaya, kabileler hatta devletler arası çatışmaya yol açabileceğinden kanunların değiştirilmesi aşırı titizlik gösterilmesi gereken bir konudur.

2010 yılı içinde olduğumuz şu günlerde cumhuriyetin ilanının üzerinden seksen yedi yıl geçtiği halde, üçüncü maddesi Türkiye Cumhuriyetinin dili Türkçedir diyen anayasaya göre hazırlanmış bir kanun maddesinde - mülkiyete, mülkiyetin gayrı ayni haklara ve müşterek bir arzın hissedarları veya birbirine muttasıl gayrimenkullerin sahipleri arasında bunlardan birinin veya bir kaçının o gayrimenkul üzerinde mevcut veya inşa edilecek binanın, muayyen bir katından veya dairesinden yahut müstakillen istimale elverişli bir bölümünden munhasıran istifadesini temin gayesiyle Medeni Kanunun 753 üncü maddesi hükümlerine göre irtifak hakkı tesisine veya tesisi vadine mütedair resmi senetler tapu sicil müdürü veya tapu sicil görevlileri tarafından tanzim edilir.3 - %23 Türkçe, %77 yabancı kelimeler görüyoruz.

Kullanılan Türkçe kelimelerin de; bir, birbirine, arasında, bunlardan, birinin, bir kaçının, o, üzerinde, edilecek, katından, göre, görevlileri4 kelimeleri olduğu düşünülürse ki kanunun genel niteliğini etkilemeyen bu kelimeler de çıkarılırsa kullanılan Türkçe yüzdesinin daha fazla düşeceği görülebilir.

Biz bile sadece dilimizin Türkçeleştirilmesinden sorumlu kurumlarımıza rağmen bu terimlerin yerine Türkçelerini koyamıyorsak devlet yönetiminde yabancı kültür ithalini yapan Selçukluları ve Osmanlıları acımasızca eleştirmemeliyiz. Bizim kültür ithalini yaptığımız Araplar da kanunlarını yazarken Hamurrabi kanunlarını temel almışlardı, Hamurrabi de Sümer yazılı kanunlarının mirasını kullanmıştı. Sümerler de kanunlarını oluştururken başka bir toplumu temel aldılar mı bilmiyoruz ama kültürlerini oluştururken başka

2Vendryes, J., (2001), Dil ve Düşünce, çev. Berke Vardar, İstanbul , Multilingual Yay., s.94. 3 T.C. Tapu Kanunu Madde 26.

toplumların kültür unsurlarını ve bu unsurlara ait kelimeleri de aldıklarını biliyoruz. Mezopotamya bölgesinde varlığını sürdürmüş Sümer Devleti çok uluslu topraklar üzerinde kurulmuş olmalıydı. Mezopotamya coğrafi konumu gereği Asya’dan Avrupa’ya, Kafkaslardan hariç tek geçiş güzergahı olduğu için tarihin her döneminde etnik olarak kozmopolit bir yapıda olmuştur. Sümer kültürünün gelişmişliğinden de devletin kozmopolit bir imparatorluk olduğu anlaşılabilir. Her imparatorluk da mahiyetindeki toplumlardan aldığı kelimeleri diline katar. Sümercede tespit edilmiş 162 Türkçe kelime bulunmaktadır.5

Her imparatorluk beraber yaşadığı toplumlardan kelimeler alır, hatta kimi zaman bu durum o kadar büyük bir boyuta ulaşır ki dil “lingua franca” halini alabilir. Tarihte Hint Avrupa gramerini temel alan; çeşitli Roman dillerinden, Yunanca, Arapça ve Türkçe’den kelimeleri bulunan bir dil, Akdeniz limanlarında ticarette, Cezayir’de efendi ile kölelerin anlaşmasında, Tunus’ta siyasette, Moliere’in “Kibarlık Budalası” eserinde Goldoni ve Calderon’un diyaloglarında kullanılmıştı. Tarihte bu kadar karışık bir yapıya sahip olmasa da bazı toplumlara ait diller lingua franca olabilmiştir. Ortak dile her zaman ihtiyaç duyulmuştur.

Bu nedenle tarih içinde lingua francalar ortaya çıkmıştır. Klasik ve Ortaçağ’da Latince, çeşitli yüzyıllar boyunca Fransızca, Afrika’nın birçok yerinde Svahili ve Yirminci Yüzyılın özellikle ikinci yarısında İngilizce bu konumu elde etmiştir.6

İngilizce bu konumunu acaba nasıl elde etmiştir? Tek bir kökene dayanarak mı? İngilizce %50 Latince, %15 Yunanca, %25 Anglo-Sakson, %10 diğer dillerden oluşan bir dildir.7

Mesela, aşağı yukarı VI. Yüzyıldan itibaren klasik Latince Fransızların edebi dili olmuştur. Bu dil aşağı yukarı XVII. Yüzyıla kadar bütün Batı Avrupa bilginlerinin tabii dili durumundadır ve Katolik kilisesinin de dili olarak kalmıştır. Bütün Ortaçağ boyunca bilginler ve okur yazarlar aralarında Latince kullanmışlardır. Bütün aydınlar iki dilli olduklarından, kullandıkları Fransızcaya Latince kelimeler aktarmışlar ve bu kelimeleri az çok Fransızcaya uydurmuşlardır. Böylece gündelik Fransızca bazı bakımlardan Latinceleşmiştir. İngilizcede de durum aynı. Bugün bu dil, İngilizceleşmiş biçimlerine rağmen hemen göze çarpan Latince kelimelerle dolu. Fransızca sıfatların yanında, Latince soyut isimler kullanılır. Çünkü Fransızca türemenin dar kalıplara uyması gerekir: mesela “aveugle” (kör) sıfatından “körlük” niteliğini belirten bir kelime türetilemediğinden Latinceden türetilmiş bir kelime kullanılır: “cecite” (“coeus”tan “coecitas”: körlük). Yine, “humble” (mütevazi) ün soyut ismi doğrudan doğruya “humble” sıfatından yapılamıştır. Fransızca “humilite” biçiminde bünyesine uydurduğu Latince “humalitas”ı almıştır. Görülüyor ki Latince bilmeyen bir Fransız soyut kelimeyi nasıl yapacağını pek kestiremez.8

Bu durumun bir benzerini Osmanlıcada da görürüz. Hükm fiilinin fa’il kalıbına girmeden nasıl hakim olabileceği ve mef’ul kalıbına girmeden nasıl mahkum olabileceğini hatta mef’ale kalıbına girmeden nasıl mahkeme olacağını Arapça bilmeyen bir kişi kolayca anlayamaz.

Fransızca ve İngilizce bünyesine kattıklarıyla dünya dili olabilmiştir. Osmanlıca da aslında lingua franca olma yolunda ilerliyordu. Ulus devlet perspektifinden baktığımızda Türkçe’nin bu hale gelmesi korkunçtur ama dünya dili olmak için ilerlenecek yol bellidir.

Lingua francalar anadilleri farklı olan insanlar arasında iletişimi sağlayan yabancı dillerdir. Yabancı dil olmalarına rağmen dünya dilidir.

Bir anlamda olmak üzere dünyadaki insanların %92’si için yabancı olan bir dilin dünyanın dili olduğu iddia edilemez denilebilir. Ama bir başka anlamda da, eğer o dil farklı dil ve kültür gruplarının iletişiminde kullanılmaktaysa, eğer o dil bir dünya lingua franca’sı ise veya dilbilimi terimleriyle ifade edilecek olursa, eğer o dil Dünyanın iletişiminde Temel Dil konumundaysa (DİTD) o zaman o dilin dünya dili olduğu söylenebilir.9

Osmanlıca da bir lingua franca olma yoluna girmiştir ama tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Bunda şüphesiz üç farklı dil ailesinden mürekkep bir lisan yaratmanın olanaksızlığı rol oynamıştır. Ayrıca bir dilin lingua franca olabilmesi için bazı şartları da taşımaması gerekir.

Önde gelen dil bilimcilerden Joshua Fishman’ın da gözlemlediği gibi, bir dilin lingua franca veya DİTBD olarak kabul edilme olasılığı, eğer o dil belirli bir etnik grupla, dinle veya ideolojiyle tanımlanmamışsa daha yüksektir.10

5Tuna, O. N., (1997), Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi İle Türk Dili’nin Yaşı Meselesi, Ankara, TDK yay., s.30.

6Huntington, S. P., Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, çev. Mehmet Turhan, Y. Z. Cem Soydemir, (2006),İstanbul, Okyanus Yay., s.78.

7Sezer, A., (2007),Word Power for Proficiency in English, Ankara, Pelikan Yay., s.64. 8Vendryes, J., (2001), çev. Berke Vardar, s.79-80.

9Huntington, S. P., (2006), s. 77-78. 10Huntington, S. P., (2006), s. 79.

Türklerin ise tarih sahnesinde oynadıkları rol bellidir. İmparatorluk içindeki birbirlerine karşı devamlı savaşmaya hazır Katolik ve Ortodoksların her koşulda birleşecekleri Müslüman bir düşman; Müslümanların, ise Ankara Savaşında yanında Macar şövalyelerle savaşan Yıldırım Bayezid ve Hıristiyan kökenli devşirme yeniçeri ordusuyla hatırlayacakları “öteki” Müslümanlar yani Türkler…

Bütün bunlara rağmen Osmanlıca başarılı olamamış mıdır? Şu durum biraz da olsa başarılı olunduğunu göstermektedir. Hırvatlar, Hırvatçayı kendi dilleri kabul edip dillerini Türkçe ve diğer yabancı sözcüklerden temizlemeye çalışmaktadırlar. Buna karşın, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’da 450 yıllık varlığının bir sonucu olan aynı Türkçe ve Arapça dil tortuları Bosna’da yeniden moda olmuştur. 11

Ulus devlet perspektifinden baktığımızda kaçıracağımız bir başka ayrıntı da Hırvatistan’da Osmanlıca silinmeye çalışılırken, Bosna’da neden yeniden canlanmaktadır? Din, farklı ulusları her zaman dilden daha fazla birleştiren bir güç olmuştur. Arapça, İslamiyet’in dili olduğu için bu kadar yoğun Türkçe ve Farsçaya tesir edebilmiştir. Dinin günlük hayata etkisi, şerri hukukla devlet katına etkisi, Arapçayı hep önemli bir konumda tutabilmiştir.

Genellikle hem medeniyet hem de dini bakımdan birlik gösteren yerlerde medeniyet dili dini dildir ve bu durum dini dilin yayılma gücünü artırır. Buna en iyi örnek Arapçadır. Müslümanların dini dili olan Arapçanın Türkler, İranlılar ve Müslümanlığı kabul eden öbür toplumlarca tanınmasından sonra, Türklerin İranlıların ve söz konusu öbür toplumların yazı dilleri Arapça kelimelerle ve Arapçadan örnek alınarak yapılan deyimlerle dolmuştur. Yine Budizmin yayılması da, Budizm tarafından yazı dili olarak kullanılan Hindistan’ın iki dilinden Sanskritçe, Palice - yayılmasına yol açmıştır.12

Uygur Türkleri de Budizm’i kabul ettikten sonra Köktürkçede olmayan Sanskritçe kelimeleri almışlardır. Köktürkçe ile Uygurca arasında asıl önemli fark söz varlığında ortaya çıkar. Köktürkçenin söz varlığında Türkçe kökenli kelimeler hakimdir; Çince veya Soğdakçadan girmiş olan alıntı kelimeler çok azdır. Köktürk metinlerinde bozkır yaşayışı, savaşçılık ve devlet düzeniyle ilgili kelimeler ağırlıktadır. Uygur metinlerinde ise Maniheizm ve Burkancılıkla13 ilgili kelimeler hakimdir. Bunlar da Sanskritçe, Çince ve Soğdakçadan alınmıştır.14

Etkileşimden söz ederken, doğal olarak karşılıklı etkinin olması gereklidir. Türkçedeki –lı, -lu ekinin Sanskritçedeki varlığından söz edilebilir.15

Sanskritçe de kültürel üstünlüğünü çevresindeki kültürlerden aldıklarıyla elde etmiştir. Türklerin dış dünyaya açık olduğu zamanlarla tarihlerindeki yükseliş dönemleri kesişmektedir. Uygur kültürünün Türk ve dünya kültürü tarihindeki yeri bellidir. Bunu da ortak bir dini çerçeve içine girdikleri Hint kültürü etkileşimiyle sağlamışlarladır. Ortaçağ boyunca aynı dine mensup insanlar, aynı milletten sayılıyordu. Millet de zaten arasında din birliği olan insanlar topluluğu demek olduğundan etimolojik olarak da uyuşmaktadır.

Dinin dile etkisini şurada da açıkça görebiliriz. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğunun batısına yayılmaya başlayınca Hıristiyanlığın öz dili olan Yunanca Hıristiyanların Latincesini büyük ölçüde etkiler: o kadar ki, bu Latince klasik Latinceden bile daha çok Yunancalaşır. Hıristiyanlık dünya dini olduktan sonra Latince Hıristiyanlığın resmi dili haline gelir. Batı Avrupa’nın bilgin dili olur ve o bölgedeki bütün dillerde derin izler bırakır. Bu diller Latinceden soyut kelimeler ve karmaşık, ince düşünceleri anlatmaya yarayan cümle örnekleri almışlardır. İngilizce de Fransızca da Latinceyle doludur. Bunun sonucu olarak garip bir durum çıkar ortaya, Fransızcadaki gibi: bu dilde soyut kelimeler edebiyat Latincesinden gelir, gündelik dilin kelimeleri ise halk Latincesinden.16

Aynı durumu Osmanlıca da görmek mümkündür. Medeniyet dili olarak kullanılmış Arapçadan çok az kelime günlük dile sirayet etmişken, edebiyat ve bilim dilinde Arapçanın asıl tesirini görürüz. Bu durum halkın bilim dilini anlamaması gibi bir sorunu yaratmıştır. Hem dönem aydınları, hem de bugünün aydınları tarafından bilim dili ile halk dili arasındaki kopukluk acımasızca eleştirilmiştir. Şu paragrafta da bugünün bilim dilinden bir bölüm bulunmaktadır.

Portalkanaldaki hepatik arterlerin preterminal dalları, daha alt dalları aracılığıyla, çeşitli şekillerde kanı sinuzoitlere iletirler. Bu yollardan en çok görüleni, arteryel kapillerlerin, interlobüler hepatik kanallar etrafında pleksuslar yaparak hepatik portal ven dallarına, inlet venüllerine veya doğrudan hepatik sinuzoitlere dökülmesidir. Arteryel kanın bir kısmı da, böyle bir kapiller ağına uğramadan doğrudan sinuzoitlere dökülür,

11Huntington, S. P., (2006), s. 83 12Vendryes, J., (2001), s.95. 13 Budizm.

14Ercilasun, A. B., (2005), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Ankara, Akçağ Yay., s. 278-279. 15Kaya, K., (2005), Hindistan’da Diller, Ankara, İmge Kitabevi, s. 83.

fakat bu, toplam akışın çok küçük bir kısmını oluşturur. Dolayısıyla sinuzoitlerde hem venöz kan, hem arteryel kan bulunur. Arteryel kanın hepatosit beslenmesiyle ilgili olduğu düşünülmektedir.17

Bilim ve sanat dili her zaman günlük dilden farklıdır ve onu bugün de anlamak belirli bir eğitim gerektirmektedir. Buna bezer olarak günümüz şiirini belli bir düzeyde edebiyat disiplinine sahip olmadan anlamak çok da olanaklı değildir.

Günlük dil ile belli bir alana özgü dil arasında farklar oluşması doğaldır ama asıl sorun bu teknik dil hangi medeniyet çemberinin alanına dahil olunarak oluşturulacaktır? Bizim zamanımızdan beş yüz sene evvel yazılan eserlere bakarak ecdadımızın ne kadar da fazla yüzünü doğuya çevirdiğini görerek yaptığımız