• Sonuç bulunamadı

Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı

ÖZET

Nabizâde Nâzım’ın Zehra adlı romanı, Tanzimat dönemi Türk edebiyatının önemli eserleri arasındadır. Zehra bu önemini, hem ele aldığı dönemin toplum yapısını ve yaşayış tarzını, hem de içinde barındırdığı şahısların mizaçlarını, yetişme şartlarını ve psikolojilerini, kaynağı Fransız edebiyatı olan natüralist anlayışa yakın bir biçimde yansıttığı için kazanmıştır.

Bu çalışmada, natüralizmin bazı ilke ve esaslarının, romanın kurgusunu oluşturan tematik unsurlar (kıskançlık, aşk, nefret/intikam/ihtiras, ölüm, ahlâki çöküş) ile romanın anlatımını zenginleştiren dil özellikleri (ağız, şive) üzerindeki izleri ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Nabizâde Nâzım, Zehra, natüralizm, kıskançlık, ahlâki çöküş, şive. ABSTRACT

Nabizâde Nâzım’s novel, Zehra, is among the important pieces of Turkish literature of Tanzimat era. Zehra gains this importance because it reflects both the social structure and life style, and the temperament, growing conditions, and psychological moods of people involved closely to the naturalistic understanding thats source is French literature

In this paper, the traces of some tenets and fundamentals of naturalism on thematic elements (envy, love, hatred/revenge/ambition, death, moral decline) and linguistic features (dialect, accent) that enrich the narration of novel have been tried to put forward.

Key Words: Nabizâde Nâzım, Zehra, naturalism, envy, moral decline, accent.

Ahmet Nabizâde Nâzım Bey (1862-1893) Tanzimat Edebiyatı’nın son yıllarında gelişme gösteren realist/-özellikle- natüralist anlayışı benimsemiş yazarlarımızdandır. “Tabiatçılık, doğalcılık mânâsına gelen natüralizm, köken itibariyle tabiatla ilgili; tabiî, doğal anlamındaki natural kelimesinden gelmektedir. (...) Natüralizm, 1880-1900 yılları arasındaki dönemde Batı edebiyatlarının hâkim akımı durumundadır. Bildirisi (Le Roman Experimental, Tecrübî Roman) Emile Zola tarafından 1880’de kaleme alınmıştır.”1 Batı edebiyatında yaşanan gelişmeleri/akımları takip eden Nabizâde Nâzım’ın, 1890 yılında yazmış olduğu Karabibik adlı uzun hikâyesinin önsözü, realizm ve natüralizm akımlarının Türk Edebiyatı’ndaki ilk ve küçük bir beyannamesidir. “1880-1890 yılları arasında basında şiirleri ve bilim konularında yazılarıyla görünen, 1891’de çıkmaya başlamış Servet-i Fünûn dergisinin ilk yazarlarından olan Nabizâde Nâzım, konusunu Antalya köylerinden alan uzun hikâyesi Karabibik ve İstanbul’da bir Türk ailesinin romanı Zehra ile gerçekçilik akımının ilk temsilcilerinden biridir. Zehra’da eski İstanbul tulumbacılarının yaşayışları, tulûat tiyatrosu, Boğaziçi gece eğlenceleri, kışları Beyoğlu, gerçek çizgileriyle yer alır; bu roman, yazarın ölümünden sonra, 1894 sıralarında, önce Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmişti(r).”2

Tematik kurgu ve dil özellikleri açısından inceleme altına alacağımız Zehra3 romanı, Nabizâde Nazım’ın tek romanıdır. Natüralist anlayışın tesiriyle vücuda getirilmiş olmakla beraber dönemin romanlarıyla (Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, İntibah, Araba Sevdası, Sergüzeşt) muhteva ve teknik özellikler bakımından birtakım benzerlikler gösterse de, gerek kurgusu gerek çevre tasvirleri gerekse karakter tahlilleri bakımından onları aşabilmiş bir romandır. “Nabizâde romana edebî olduğu kadar fennî ve biyolojik bir vesika olarak bakar, bu yüzden onun romanı da roman anlayışı da değişiktir.”4

1 Çetişli, İ., (1999), Batı Edebiyatında Edebî Akımlar, Isparta, Kardelen Kitabevi, s. 82. 2 Necatigil, B., (2007), Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul, Varlık Yayınları, s. 304.

3 Nâzım, N., (2004), Zehra-Karabibik, İstanbul, Özgür Yayınları, s. 23-170. (İncelemede bu baskı dikkate alınmıştır.) 4 Uç, H., (2007), Şair ve Romancı Nabizâde Nâzım, İstanbul, Kitabevi, s. 80.

Tematik Kurgudaki Natüralist İzler:

Zehra; kıskançlığı ve -bunun akabinde doğacak olan- ihtirasları dönemin yaşayışı, aile yapısı, eğlence

hayatı ve toplumun değer yargılarıyla ilişkilendiren, içinde barındırdığı şahısları yetişme ve çevre şartlarına göre karakterize eden, psikolojik tahlillerin yanı sıra sözü geçen mekânları da gerçekçi tasvirlerle yansıtabilmiş bir romanımızdır. Nabizâde Nâzım romanda, doğru kararlarla yönlendirilmemiş mutsuz bir evliliği dramatize ederken, iradesizce eğlence hayatına kapılmış bir insanın da günbegün sefalete sürüklenişini anlatmış, tüm bu çarpıklıkların sonucunda ise kuşku ve entrikalarla dolu bir hayatın yergisini yapmıştır. Bu bakımdan yazar, dönemin yaşayışındaki aksaklıklara değinirken eserini “kıskançlık” teması üzerine kurgulamış ve aktarmak istediği mesajı bu tema üzerinden vermeye çalışmıştır. Âdeta marazi boyutlara varan kıskançlık duygusunu, etkisi altına aldığı insanları ve onların toplumla olan ilişkilerini tahlil etmiş, olayların gelişimindeki dizgeyi trajik bir boyutta sergilemiştir. “Bu yönüyle Zehra Türk edebiyatında psikolojik içerikli ilk roman kabul edilmiştir.”5

Esere adını veren Zehra; 16-17 yaşlarındadır. Güzel olmakla beraber kıskanç bir mizaca sahiptir. Bu mizaç onu geçimsiz kılmakta ve büyüklerini -özellikle de babası Şevket Bey’i- geleceği konusunda kuşkuya düşürmektedir. Romanın konusu âdeta bu kuşkuyu haklı çıkaracak bir vaziyette kurgulanmıştır. Çünkü romana vücut veren kıskançlık teması olayların doğuşunu sağlayarak devamında gelişecek olaylara yön vermektedir. Bu bakımdan eser, Tanzimat romanlarındaki trajedi olgusunu bünyesinde barındırmaktadır.

Zehra “çocukluğundan beri gayet kıskanç idi. Hele kendinden iki sene sonra doğan Bedri’yi o derece

kıskanırdı ki, birkaç kereler çocuğu âdeta boğmak, kafasını ezmek gibi vahşetlere kadar cür’eti görülmüştü.”6 Burada asıl kahramanın okuyucuya tanıtılması esnasında dikkate değer bir husus vardır. Bu husus, Zehra’nın fiziksel yapısından önce ruhsal yapısının tanıtılmasıdır. Kahramanın tanıtımı esnasında bu sıralamayı lüzum gören yazar şüphesiz ki bunu bilinçli olarak yapmaktadır. Bu bilinçli yaklaşımı ileriki sayfalarda genişleterek açımlayan yazar, Zehra’nın psikolojisindeki marazi duyguları daha açık ifadelerle gözler önüne sermektedir. Zehra “tab’an [yaradılıştan] kıskanç ve hırçın bir şey olmakla beraber bazen

etvarında [davranışlarında] o derece mülâyemet [yumuşaklık] görülmekte idi ki bu hâline bakanlar kendisini hilm-i mücessem [yumuşak başlılığın canlı örneği] sanırlardı. İhtimal bu hâl asabının [sinirlerinin] bir gevşekliği zamanına tesadüf etmekte(dir).”7 Kıskançlığın kişi üzerindeki tesirleri gayet başarılı örneklerle tahlile çalışılmış, bu duygunun varabileceği boyutlar inceden inceye hesaplanmıştır:

“Mülâyemet zamanında küçük kardeşi Bedri’yi iltifatlarına müstağrak ederse de [boğarsa da] vahşet zamanında âdeta ifna-yı vücuduna [vücudunu yok etmeye] kadar cesaret alırdı.”8Öyle ki olayların ve değişen durumların akabinde Zehra’nın ruhsal yapısındaki oluşabilecek birtakım muhtemel farklılıklar söz konusu edilmiş fakat mizacında barınan keskin tavır buna imkân vermemiştir:

“İki sene evvel Zehra’nın validesi vefat etmişti. Bir müddet bu hüzün ve elem, şiddet-i ahlâkını tadil

etmiş [sert tabiatını değiştirmiş] gibi göründüyse de heyhat!”9

Olayların ilerleyişinde Şevket Bey, yanında çalışan Suphi ile kızının durumu hakkında dertleşir. Suphi

gayet kibarane büyümüş genç güzel bir delikanlıdır.10 Şevket Bey’in sıklıkla kızından bahsetmesi, Suphi’de Zehra’ya karşı derin bir acıma duygusuyla birlikte gizliden gizliye bir üzüntü de uyandırır. Önceleri bu duygunun sadece bir tefekkürden ibaret olduğunu düşünen Suphi, daha sonraları karşı konulamaz bir ilgiye dönüştüğünü görecektir. Nitekim iş için Şevket Bey’in konağına giden Suphi, pencereden bahçede çiçek toplamakta olan Zehra’yı görür ve o ana kadar zihninde yorumlamaya çalıştığı duyguları daha açık bir ifadeye kavuşturma çabasına girer. Zehra da kendisini gözleyen bu şahıstan hoşlanır ve zihninde birtakım hayaller üretmeye, bu hayallerin etkisiyle de duygularını anlamlandırmaya çalışır. Ve “henüz ismini bilmediği

bu delikanlıya sahip olmak hevesine kadar hayalâtına [hayallerine] yol vermiş(tir).” Zihninde yalnızca

hayaller kurmakla kalmamış, “hırçınlığı bir dereceye gelmişti(r) ki kemal-i tehevvürler [büyük bir öfke ile]

yerinden sıçrayıp karşısında duran rakib-i hayalîyi [hayalindeki rakibini] elleriyle boğmaya davranmıştı(r).”11

Kendisini bu boyutlara varacak şekilde etkisi altına alabilen dürtü şüphesiz ki kıskançlığın vermiş olduğu hissiyatın bir ürünüdür.

5Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi-2, (2010), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, s. 741. 6 Nâzım, N., (2004), s. 32. 7 Nâzım, N., (2004), s. 42. 8 Nâzım, N., (2004), s. 42. 9 Nâzım, N., (2004), s. 42. 10 Nâzım, N., (2004), s. 31. 11 Nâzım, N., (2004), s. 46.

Şevket Bey hem kızının hem de Suphi’nin birbirlerine duydukları ilgiyi sezinleyerek onları nikâhlar. Bu durumun onları mutlak bir huzura kavuşturacağı ve kızı için duyduğu endişelerin son bulacağı kanaatindedir. Zehra’nın ahlâkındaki bu olumlu değişim -kısa bir süre için de olsa- çevresini memnun etmektedir. Fakat bu değişimin bir kırılma noktası olacaktır. Suphi’nin gezintiye çıkmış olduğu bir gün Zehra da yanında dadısı ihtiyar Nazikter ile gezmeye niyet eder. Gezinti esnasında dolaştıkları alan içerisinde Suphi’nin atının bir ağaca bağlanmış olduğunu görür. “Fakat hayvanın yanına kadar gelip de oralarda Suphi’yi göremeyince

zihninde bir nokta-i iştibah [şüphe noktası] hâsıl ol(ur). Etrafa göz gezdirir ve bir kadınla bir erkeğin

muhabbet hâlinde olduklarını görünce tepeden tırnağa kadar tehevvür-i mücessem [cisimleşmiş bir öfke]

kesil(ir). Bir hayli zamandan beri sükûnet bulmuş zannolunan kıskançlığı müvellidü’l-humûzaya [oksijene] temas etmiş fosfor tozu gibi birdenbire kemal-i sürat [büyük bir hız] ve şiddetle parlayıver(ir). O tehevvür [sinir] ile kendisini bağın içine at(ar) (…) ve sizi gidi alçaklar!”12 diyerek bağırmaya başlar. Yanlarına gittiği âşıkların hiç tanımadığı kimseler olduğunu anlayınca put gibi dona kalır. Duygularında yanılan Zehra, bu durumdan büyük bir utanç duyar. Kıskançlığının yeniden dirilmesi ve benliğinin âdeta onun esareti altında hareket etmesi Zehra’yı derinden bir endişeye sevk eder. Tüm bu olayların geliştiği sırada kayınvalidesi Münire Hanım tarafından ev işlerine yardım etmesi amacıyla konağa Sırrıcemal adında bir cariye alınmıştır. Sırrıcemal’in son derece güzel ve gösterişli olması Zehra’yı rahatsız etmekte, kıskançlık duygusunu yeniden alevlendirmektedir. Ne yaptıysa da “Sırrıcemal’in şu yalıda alıkonulmasına mâni olama(z) ve işte o günden

itibaren Zehra bilkülliye [tamamen] değiş(ir). İzdivaçtan [evlilikten] evvelki tab’-ı huşunetini [tabiatını] daha ziyade şiddetle ele al(mıştır).” Hatta “huşuneti [sertliği] bir dereceye gelmişti(r) ki önüne kim gelirse haşlar, eline ne geçerse kırar.”13 Yaratmış olduğu kahramanındaki bu hissi uyanışı özellikle kurgulayan yazar, olayların akışını da iradesi altına alma hususunda onu -bu özelliğinden büyük ölçüde faydalanarak- görevlendirmektedir. Böylece Zehra’da bastırılmış bir isyan niteliğindeki kıskançlık -yazar tarafından- uygun görüldüğü anlarda ortaya çıkacak ve hem anlatıcıyı hem de kahramanı olaylara müdahale esnasında daima tetikte tutacaktır.

Zehra’daki kıskançlık sadece gelişen durum ve olaylara karşı gösterilmiş bir refleks değil, aynı zamanda onda doğuştan var olan hatta annesine kadar uzanan irsi bir özelliktir:

“Zehra’nın yaşı ilerledikçe, kıskançlığı da artmakta idi. Kıskançlığı anasına kadar şamil [uzanıyordu] idi.”14Natüralist yaklaşımın hareket noktasını romanına başarıyla yerleştiren yazar, kurguladığı olayları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde yansıtmak zorunda olduğunun da bilincindedir. Bu noktadan hareketle yarattığı ana karakterin ruhsal yapısını somut verilerle açıklama gayesindedir. Çünkü “insanın kişiliği, kimliği, tavır alışları, duyma, düşünme biçimleri, ruh dünyası, konuşma tarzları vs. hep genetik olarak tevarüs ettiği kalıtımsal özellikleri, bedensel yapısı, içinde bulunduğu sosyal çevre ve eğitim donanımı tarafından belirlenir. (…) Genetik ve bedensel yapının ürünü olan huy vardır.”15 Buradan da anlaşılacağı üzere yazar, karakter tahlili yaparken romanını âdeta bir “deney” titizliğiyle kurgulamakta; fizyolojik ve irsi gelişimleri de bu kurgu içerisinde aynı titizlikle yapılandırmaktadır.

Kıskançlık yalnızca Zehra’yı değil, Sırrıcemal ve Suphi’yi de esareti altına almıştır. Sırrıcemal ve Suphi’nin kıskançlıkları sadece gelişen durum ve olaylara karşı gösterilen bir reflekstir. Zehra’nınki gibi irsi bir özellik taşımamaktadır.

Sırrıcemal, konağa alındıktan sonra ilk başlarda ahlâkını korumuş, uysal ve fedakâr bir hissiyatla hareket etmiştir. Fakat Zehra’nın Sırrıcemal’i kıskanması ve sürekli azarlaması Suphi’de Sırrıcemal’e karşı derinden bir acıma duygusunun oluşmasına neden olmuş; bu duygu giderek kendini ikinci kez sevgiye dönüştürmüştür. Bu sevgiden ve ilgiden cesaret alan Sırrıcemal ile Suphi baş başa kaldıkları bir gün -değişen duygularının da etkisiyle- birbirlerine karşı besledikleri aşklarını itiraf ederler. Nihayet iki âşık birbirlerine kavuşur. Bu durum ev içinde bir huzursuzluğa sebep olur ve bunun üzerine Suphi Bakırköy’de bir ev tutar. Bundan sonra gelişecek olaylar kıskançlık ibresinin Sırrıcemal’e doğru kaydığını göstermektedir. Suphi’nin iş sebebiyle eve geç gelmeleri Sırrıcemal’i rahatsız etmekte, karısını hâlâ unutamayarak ona geri döndüğü düşüncesini aklına düşürmekte ve zihninde kuşkuyla büyüyen kıskançlığı gün geçtikçe ortaya çıkarmaktadır:

“Suphi’nin Sırrıcemal’e olan muhabbeti [sevgisi] gittikçe, Sırrıcemal’in de Suphi üzerindeki takayyüdat- ı cansiperanesi [kendini parçalarcasına elde tutma çabası] gün geçtikçe artmakta idi. Suphi ‘ötekini’

12 Nâzım, N., (2004), s. 53. 13 Nâzım, N., (2004), s. 58. 14 Nâzım, N., (2004), s. 32.

büsbütün unutmuş gitmiş değil idi.”16 Bu kuşkuları Sırrıcemal’in zihninde taze tutan en büyük etken; “Kim

bilir?.. Kim bilir?.. Bu gün onu benim için feda eden, yarın da beni onun için feda etmez mi?..”17

sorusudur. Sırrıcemal’in kıskançlığı da -tıpkı Zehra’nınki gibi- zihninde yer edinen ve gün geçtikçe benliğini sarmalayan kuruntularla marazi boyutlara ulaşmaktadır:

“Hizmetçi kadını, mutfakta aşçıyı lüzumsuz yere haşladı. Önüne rast gelen şeyi, kırmak, ezmek, mahvetmek istiyor idi. Aynanın karşısına geçti. Birbirinin omzundan baş gösteren yüzlerce hayali de kendisini hiddetlendirdi. Bu hayaller başının, ellerinin her nev’ [türlü] hareketini hep bir dizi üzerinden aynen taklit etmekte idi. Bunları kendisiyle temeshur [alay] ediyormuş gibi telakki eyledi [kabul etti]. Az kaldı aynayı kıracak idi.”18

Suphi’nin kıskançlığına ise romanın ilerleyen sayfalarında tanık olmaktayız. O tam anlamıyla ne Zehra’yı ne de Sırrıcemal’i kıskanmıştır. Suphi sadece, Zehra tarafından görevlendirilen ve onu Sırrıcemal’den ayırmak için ayarlanan -Rum güzeli- Ürani’yi kıskanmıştır:

“Suphi, Ürani’yi ne kadar kıskanıyor idi. Sokakta kol kola gezdikleri zaman Ürani’ye doğru teveccüh eden [yönelen] enzar-ı ecnebiye [yabancı bakışlar], Suphi’nin kanını galeyana getirmekte idi.”19

Ürani, gün geçtikçe Suphi’nin iradesine sahip olmakta ve onu kullanmaktadır. Birlikte kol kola dolaşmaları esnasında etrafa gülücükler ve iltifatlar saçarak tüm ilgiyi üzerinde toplaması da düzenlenen oyununun bir parçasıdır. “Ürani bu manevraları hep Suphi’nin hevesatını tahris [heveslerini artırmak] ve

kıskançlığını tahrik ve teşvik için icra etmekte(dir). O iltifatlar hep Suphi için birer çığırtkan, birer yemleme(dir).”20 Tüm bunlar Suphi’yi karşı konulamaz bir kıskançlık ve sahiplenme duygusunun içine sürüklemektedir:

“(…) Ürani’nin etrafa bezletmekte olduğu [saçtığı] şeker-handler [tatlı gülüşler] de (Suphi’nin) asabını igzab eylemekte [sinirlerini bozmakta] idi. O isterdi ki Ürani cismen, fikren, kalben, ruhen bilkülliye [tamamen] kendisine münhasır [ait] kalsın, o tebessümleri, o nazarları [bakışları] hep kendine bezl ve atfetsin [yöneltsin] (…) hâsılı [kısaca] hayatını kendisine vakfeylesin.”21

Esere farklı bir kimlik kazandıran ve romandaki bütünselliği meydana getiren kıskançlık teması ortadan kaldırılacak olursa, yazarın -dolayısıyla da eserin- kıskançlıktan hareketle oluşturmaya çalıştığı diğer meseleler de niteliğini yitirecek, olay örgüsünü var eden çatışmalarla birlikte kahramanlar arası ilişkileri düzenleyen kurgu da tamamıyla yıkıma uğrayacaktır.

Romanın muhtevasında barınan bir başka önemli tema ise “aşk”tır. Şahısların içine düştükleri aşk, dünyevi bir ortamda yaşanılıp tecrübe edilmiş bir duygu değil, yalnızca kitap sayfalarında tanık olunmuş ve varlığına tefekkür edilerek ulaşılmış bir malûmattır. Malûmattan hissiyata geçiş esnasında yaşanılan ruh değişimleri, hem benliklerini hem de düşüncelerini anlamlandırma konusundaki yetersizlikleri şahıslarda mevcut olan tecrübesizliğin birer dışa vurumudur. Bu tecrübesizliğin farkında olan anlatıcı -devrin yazarlarının romanlarındaki alışılagelmiş eğilimlerinden de faydalanarak- birtakım duygu ve düşünceleri okuyucuya aktarma gereği duymuş, değindiği konuya ilişkin açıklamaları yarattığı şahıslar üzerinden yansıtmaya çalışmıştır. Bu durumun en bariz örneğine Suphi’nin -o anki- iç dünyasını tanıttığı ve geniş bir şekilde tahlilini yaptığı sırada tanık olmaktayız:

“Ufk-ı hayalât [hayat ufukları] altında muhtefi [saklı] olan bir hurşid-i ümit [ümit güneşi] ile tenvir-i dide-yi iştiyak eylemek hevesiyle [arzulu bakışlarını aydınlatmak hevesiyle] feyfa-yı vasiü’l-anhayı talepte [geniş arzu çölünü istemede] muttasıl [hiç durmadan] koşup duran bir serseri gibi henüz yüzünü görmediği bir kızın tayin-i mahiyeti [durumunu öğrenmek] için saatlerce it’ab-ı zihin etmekten [zihni yormaktan] mütelezziz olmakta [lezzet almakta] idi. ‘Tefekkür’ ‘muhabbetin’ pişdarıdır. [‘Düşünce’, ‘aşkın’ öncüsüdür.] Tefekkür [düşünce] darü’l-harekât-ı ihtimalâtın [ihtimallerin çatışma alanının] köşesini bucağını tecessüs ede ede [araştıra araştıra] gerisinden gelmekte olan sevdaya emin bir yol açar.”22

Bu ifadelerden de görüldüğü üzere şahsın (Suphi) -o anda- tanıtılan ruh hâli ve arzularının temellendirildiği tefekkür unsuru, anlatıcının yorumlamaları ve tanımlamaları ile tam bir netlik kazanmıştır. Böyle bir anlatım tarzı -yukarıda da değinildiği üzere- devrin genel eğiliminden kaynaklanan bir özelliktir.

16 Nâzım, N., (2004), s. 82. 17 Nâzım, N., (2004), s. 83. 18 Nâzım, N., (2004), s. 85. 19 Nâzım, N., (2004), s. 119. 20 Nâzım, N., (2004), s. 122. 21 Nâzım, N., (2004), s. 124. 22 Nâzım, N., (2004), s. 33.

Bu noktadan hareketle eleştirilerimizi dile getirirken devrin anlatım eğilimini de göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.

Romanın başkişisi Zehra, “muhabbeti [aşkı] yalnız bazı kitaplarda görmüş”23 dolayısıyla içine düştüğü bu duygu silsilesini anlamlandırma konusunda yetersiz kalmıştır. Aşk hakkında düşüncesi ve tam bir bilgisi bulunmadığı gibi “kitaplarda muhabbete [aşka] dair gördüğü malûmat (da) gayet kabataslak modeller gibi

pek nakıs [noksan] ve ekseriyetle yanlış birtakım evham ve mübalâgattan [yalan ve abartmalardan] ibaret(tir). Zehra’nın bu malûmattan peyda eylediği [elde ettiği] fikir ve hükme göre muhabbet sırf bir ‘simurg-ı anga’ [Zümrüdüanka] kuşundan ibaret(tir).”24 Düşünce dünyasını yalan ve abartılı fikirlerle dolduran bir insanın herhangi bir konu hakkında vereceği hükümler de hayali, dolayısıyla gerçekten uzak olacaktır:

“Aşkın sadegî-i tabiîsinden [tabiî sadeliğinden] ve hele netayic-i umumiyesinden gafil [genel sonuçlarından habersiz] olan böyle bir gönül, birkaç saatten beri içinde bulunduğu hâlin sırf bir ‘muhabbet’ten ibaret olduğunu tabiî his ve takdir edemezdi.”25

Romanda, aşk temasının -hayali olmanın yanında- farklı kimliklere büründürüldüğünü de görmekteyiz.Özellikle Suphi, çatışmaların ortasında kalarak “ikilem”e düşmüş bir şahsiyettir. Sırrıcemal/Zehra, boşanıp/boşanmamak, cesaret/korku, yanlış/doğru gibi zıtlıkların arasından kendisini kurtaracak bir karara ihtiyaç duyan Suphi, çatışmaların ardından duygularında meydana gelen ikilemle birlikte iki sevgi(li)yi karşılaştırır. Suphi’nin Zehra’ya karşı duyduğu muhabbet Sırrıcemal’e karşı duyduğu

muhabbet karşısında sorgulanmakta ve iki sevgi(li)nin Suphi’de bıraktığı tesirler tefekkürün yardımıyla tahlil

edilmektedir. Suphi, Sırrıcemal’e karşı duyduğu muhabbeti “düşündükçe bu muhabbeti karısına olan

muhabbetten başka bir lezzette bulmakta(dır). (…) Evvelki muhabbet sırf hissî yani ruhanî olduğu hâlde Sırrıcemal’i sevmesinde bazı emarat-ı cismaniye [bedensel işaretler] bulmakta(dır). Tabir-i diğerle [diğer bir deyişle], karısını maneviyatı sevmişti, şimdi Sırrıcemal’i cismaniyeti, yani ‘benliği’ sevmekte(dir).”26 Bu ifadeler romana ve muhtevaya güç veren aşk temasının çeşitliliğini göstermekle birlikte kahramanların duygu dünyalarındaki farklılaşmayı da açıkça yansıtmaktadır.

Aşk duygusunun karakter değişimleri/dönüşümleri üzerindeki etkili rolüne Sırrıcemal’in yaşadıklarından hareketle değineceğiz. Nabizâde Nâzım, onu ilk başlarda ahlâk ve hissiyatça sağlam bir şekilde karakterize eder. Sırrıcemal’in ev içindeki varlığı her ne olursa olsun Zehra’yı rahatsız etmekte, kıskanç ve saldırgan tavırlarını kamçılamaktadır. Sırrıcemal de yalıya geldiği ilk zamanlar Zehra’nın kıskançlığını harekete geçirdiğinin ve ev içi birtakım huzursuzlulara sebebiyet verdiğinin farkındadır. “Pek çok kereler bir taraftan

nobran avanağın (Nazikter) diğer taraftan hanımının şiddet ve adavetlerine [düşmanlıklarına] artık

tahammül edemeyeceğim diye kara kara hülyalara kapılmakta(dır).”27 Bundan hareketle hanımının

Sırrıcemal’i her fırsatta azarlaması, Suphi’yi Sırrıcemal’e, Sırrıcemal’i de Suphi’ye kalben yakınlaştırır.

“Suphi’nin sevdası Sırrıcemal için bir zırh olmuştu(r).”28Karşılıklı beslenen sevgi ve ilginin etkisiyle cesaretlenen Sırrıcemal karakter değişimine uğrar. “Bu sevda kızın ahlâkını da taglit eylemiş(tir)

[bozmuştu(r)].29 Önceleri mütevazı ve alçakgönüllü olan mizacı bu sevdanın ardından değişir ve kibirli bir hâl alır. Artık evin ikinci hanımı konumundadır ve bu mevkinin olanaklarından faydalanma arzusuna kapılır. Sırrıcemal’in gelişen durum ve olaylar karşısındaki bu değişken tavrı, hiç şüphesiz Suphi ile yaşadığı aşkın varlığı ile vücut bulmuştur.

“Nefret ve intikam” romanda muhtevayı -önemli ölçüde- şekillendiren temalar arasındadır. Kahramanların hayatlarını sevk ve idare eden bu iki duygu aynı zamanda onların yaşam amaçlarını belirlemede önemli birer role sahiptir. Nefret ve intikam; kahramanların hissiyatlarını zehirleyen ve ihtirasla kendini büyüten bir duygudur. “Natüralist edebiyat, insan duygu ve ihtiraslarının, yani tabiî olayların bireyde ve birey-toplum ilişkilerinde nasıl işlediğini gözlem ve deneyler yardımıyla göstermek zorundadır.”30 Bu noktadan hareketle kahramanlardaki duygu ve ihtirasların analizini yapan yazar, birey-toplum arasındaki bağın işleyişini somut bir biçimde yansıtmak istemiştir.

23 Nâzım, N., (2004), s. 43. 24 Nâzım, N., (2004), s. 46-47. 25 Nâzım, N., (2004), s. 46. 26 Nâzım, N., (2004), s. 67. 27 Nâzım, N., (2004), s. 75. 28 Nâzım, N., (2004), s. 75. 29 Nâzım, N., (2004), s. 75.

Zehra’da kıskançlıktan doğan ve sevdiğine tekrardan sahip olabilme uğrunda önemli bir silaha dönüşen