• Sonuç bulunamadı

2.1. MODERNİTEDEN POSTMODERNİTEYE KİMLİK

2.1.1. Kimliğin Oluşumu: Teorik Açılımlar

Kimliğin inşası; içerisinde psikolojik, sosyal psikolojik ve sosyolojik etkenleri barındıran, çok katmanlı ve karmaşık bir süreçtir. Özellikle çocukluk ve ergenlik evresiyle özdeşleştirilen kimlik kazanımında, psiko-sosyal etkenlerin oldukça önemli olduğu ve bu etkenlerin kişinin sonraki yaşamında da belirleyici olduğu ifade edilmektedir. Ancak kimlik, hiçbir zaman bir kez edinilen bir kazanım değil, aksine dinamik yapısıyla yetişkinlik ve hatta yaşlılık evrelerinde de sürekli yenilenen, değişime açık, dinamik bir özellik sergilemektedir. Bu sebeple kimlik, çoğunlukla çocukluk evresinde psikolojik ve sosyal psikolojik etkenlerle açıklanırken; yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinde ise sosyal etkilerle ilişkilendirilmektedir.

Kimlik tartışmaları temelde iki ana yaklaşıma ayrılmaktadır; yetişme evresindeki psiko-sosyal süreçle ilgilenen psikanalitik yaklaşım bunlardan birincisi, toplumsal etkileri ve sosyal ilişki sürecini dikkate alan sosyolojik yaklaşım ise ikincisidir. İki geleneğin de temel savlarından birisi Marshall’a göre (1999: 405) kavramla ilgili özcü anlayışlara karşı çıkmaktır. Özcü anlayışlarda kimliğin tutarlı ve yaşam boyunca az çok aynı kalan eşsiz bir nüve ya da öz olduğu varsayılır. Buna karşılık hem sosyolojik hem de psikanalitik kuramlar kimliğin yaratılmış ve kurulmuş karakterine vurgu yapmışlardır. Bu sebeple kimlik her iki yaklaşımda da, var olan değil üretilen, sabit değil yaşam boyunca tekrar tekrar inşa edilen olgusal bir süreç olarak değerlendirilmiştir.

Psikanalitik bakış açısı içerisinde Erik Erikson’un geliştirdiği kimlik kuramı önemli bir yer tutmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrasında modernleşmiş toplumlarda değişen toplumsal ilişkiler bireyleri kimlik arayışı sorunsalıyla karşı karşıya bırakır, Erikson bu sorunsala, uygun çalışma ve açıklamalarla öncülük eder (Zıllıoğlu, 2008: 19). Erikson’un yaklaşımına göre kimlik sorunu modern toplumun ortaya çıkardığı bir sorundur ve bu sorunun yaygınlaşmasında bireysel olduğu kadar toplumsal etkenler de belirleyici olmaktadır.

Erikson’un psikososyal gelişim kuramı yaşam boyunca gelişimin bilişsel, duygusal ve toplumsal yönlerini dikkate alan, bunlar arasında bağlantılar kuran ve disiplinlerarası bakış açısına sahip bir kuramdır. Erikson’a göre, birey çevreyle etkileşim içerisinde yaşam boyunca gelişir. Erikson, bireyin gelişimini; biyolojik değişkenler, toplumsal çevresel etkiler ve ego süreci olarak belirtilen kişisel deneyimler olmak üzere üç değişken arasındaki ilişki olarak görür (Atak, 2011: 166). Bu üç değişkenin her biri ve bunların aralarındaki ilişki kimliğin inşasında önemli yer tutmaktadır. Örneğin biyolojik bir değişken olarak cinsiyet, toplumsal çevrenin cinsiyet farklılıklarına bakış açısında göre şekillenen toplumsal ilişkiler ve bu ilişkilerden doğan bireysel tecrübeler kişiden kişiye farklılık gösteren bir kimlik inşa sürecini ortaya koyacaktır.

Erikson, psikanalitik ego gelişimi teorisinden yola çıkarak insan için öngördüğü sekiz gelişim evresi ile değişen kültürel ve sosyal çevre arasında bir ilişki kurmuştur. Bu evrelerden her birisinin insanı kendine özgü bir görevle ve krizle karşı karşıya getirdiğini ve başarılı bir gelişimin ve olgunlaşmanın bu evrelerden her birisinin başarıyla tamamlanmasıyla mümkün olduğunu savunmuştur (Budak, 2005: 269). Dolayısıyla kimlik, bireyin gelişimine paralel düzlemde boyut değiştiren, bireyin karşılaştığı sorunlar etrafında belirginleşen bir süreç olarak değerlendirilmektedir.

Zıllıoğlu, Erikson’un kimlik gelişimine getirdiği açıklamada, özdeşleşme kavramının önemli bir yer tuttuğuna vurgu yapmaktadır. Buna göre bebeklik evresinden itibaren çeşitli şekillerde ortaya çıkan özdeşleşmeler, ergenlik döneminde yeniden bütünleştirilerek kimliğin geliştirilmesi sağlanır. Ancak kimliğin belirlenmesi sürecinde asıl önemli aşama ergenlik dönemi bunalımında ortaya çıkan krizdir (Zıllıoğlu, 2008: 18). Bu sebeple Erikson, kimliği esas olarak ergenlik döneminin konusu olarak görmüştür. Bir yandan çocukluk özdeşimlerinin ve kendilik algılamalarının sürdürülmesi ve var olan dengeyi sürdürme çabaları, öte yandan toplumsal beklentiler, ergendeki değişimi zorunlu kılmaktadır. Bu durumda ergen kendi kimliğini yeniden tanımlayarak toplum içinde yer edinmek zorunda kalır. Böylece kimlik bunalımı ortaya çıkar (Atak, 2011: 170). Ancak bu durum her ergende kimlik bunalımı olacağı anlamına gelmez. Hortaçsu’nun belirttiği gibi (2007: 19-20) kimlik oluşturma süreci kişinin çeşitli konularda seçimler yapmasını içerir. Bu seçimler meslek, dini inanç, siyasi görüş, cinsellik, ilişkisel rol tanımı gibi çeşitli konuları içerir. Seçim yapmanın çeşitli yolları vardır. Bu yollardan en fazla arzu edilir olanı kişinin farklı seçenekleri

araştırıp, bunlar üzerine düşünmesi ve belki de bazılarını deneyerek kendisi için en uygununu seçmesidir. Erikson araştırma-düşünme sürecini morotoryum ve bu arayış sonunda benimsenen kimlikler bütününü ise kimlik başarımı olarak adlandırır. Ancak bazıları ise hayat boyu arayıp bir türlü kim olduklarına karar veremez ve bu kararsızlık nedeniyle bunalıma düşebilirler.

Erikson’a göre kimlik, bir bilinç ve bir süreç olarak tanımlanabilir. Bilinç olarak kimlik bireyin spesifikliği hakkındaki duygusuna göndermede bulunur; süreç olarak ise, bireyin yaşantılarının sürekliliğini sağlama yönündeki bilinç dışı çabasını ve bir grubun idealleriyle dayanışmasını içerir (Bilgin, 1996: 185). Bu yaklaşıma göre kimlik, hem bireyin özünde hem de ait olduğu toplumsal kültürün özünde yer alan bir süreçtir (Plummer, 2008: 419); en çok anlam gereksinimini karşılar, aynı zamanda yeterlik, farklılık, süreklilik ve kendine değer verme gereksinimleriyle de yakından ilişkilidir (Hortaçsu, 2007: 20).

Özetle ifade edilecek olursa, Erikson’un kimlik kuramı kişiliğin gelişiminde bir süreci ifade etmektedir ve bu süreç biyolojik, toplumsal ve kişisel özelliklere bağlı olarak şekillenmektedir. Bireyin çocukluk dönemlerinden itibaren başlayan özdeşimlerin, ergenlik döneminde bir senteze dönüşerek kimliği oluşturduğu varsayılmıştır. Kimlik ergenlik dönemiyle ilişkilendirildiği için bu dönemde yaşanan bir karmaşanın bireyde kimlik bunalımına neden olduğu kabul edilmiştir.

Kimlik teorisine sosyolojik yaklaşım ise sembolik etkileşimcilik ile ilintilidir ve Mead tarafından ele alınan benlik teorisine dayanmaktadır. Bu yaklaşıma göre benlik iki evreli bir süreç olarak değerlendirilir (Plummer, 2008: 419): birincisi bilen, içsel, öznel, yaratıcı, belirleyen ve bilinemez “ben” ile ikinci olarak daha iyi bilinebilen, dışsal, belirlenmiş ve toplumsal evre olan “sosyal ben”dir. Bu yaklaşım açısına göre kimlikle en çok ilintili olan sosyal bendir; kendimizi ve başkalarını görmek suretiyle, kendimizi bir obje olarak algılama şeklimizdir. Bu noktada özdeşleşme kendimizi adlandırma, sosyal olarak oluşturulmuş kategorilere yerleştirme sürecidir.

Aktörün içgüdüsel ve doğaçlama eğilimleri “ben” ile temsil edilir; bu insan deneyimindeki öngörülemez, düzensiz, belirsiz ve yönlendirilmemiş unsurdur. “Sosyal ben” aşaması ise grubun ortak anlamlarını, tanımlarını, beklentilerini, değerlerini ve anlayışlarını temsil eder. Duruma bağlı olarak “sosyal ben” belirli bir öteki veya genel bir öteki oluşturabilir (Berberoğlu, 2009: 67).

Mead’ın açıklamasına göre benlik, daha geniş olan yapının nesnel gerçekliğinin bir içselleşmesini ya da öznel bir yorumunu temsil eder. Benlik kişinin “genelleştirilmiş diğerleri” ya da daha geniş topluluğun toplumsal alışkanlıklarının içselleştirilmesidir (Poloma, 1993: 223). Diğerleri hakkında bir genelleme yapmanın en önemli gerekçesi, çoğu kimsenin beklentilerini doğru olarak tahmin etmenin imkansızlığıdır. Bu yüzden kişi genellemeler yaparak, genelleştirilmiş diğerinin ‘ben’ hakkındaki düşüncesi konusunda bir imge geliştirir. Ancak diğerlerinin beklentilerine her zaman uyulmaz. Çoğu zaman kişi kendisi için önemli diğerlerinin baskısına boyun eğer (Slattery, 2008: 335). Bu sebeple bireyin benliği, hem içerisinde bulunduğu hem de dışında kaldığı toplumsal gruplara göre şekillenmektedir. Bireyin toplumsallaşma sürecinde etkili bir faktör olan toplumsal grupların en temel işlevlerinden biri de bireye bu toplumsallaşma sürecinde bir kimlik kazandırmasıdır. Dolayısıyla kimliğin oluşum süreci toplumsal gruplardan bağımsız bir şekilde değerlendirilemez. Gruplarla ilgili yapılan çalışmalarda, bir grupta yer alan bireylerin, grubun diğer üyelerinin değer, düşünce ve duygularından etkilendiği, hatta onlarla aynılaşma eğilimi gösterdiği deneysel olarak ortaya konmuştur (Kaya, K. 2008: 72). Aynılaşma süreci, grubun ve grup üyelerinin kimliklerini benimseme, kabul etme aşaması olarak da ifade edilebilir.

Kişilerin toplumsal konumları ve üyesi oldukları çeşitli gruplar içerisindeki rolleri onların kimliklerini etkiler. Kimlik, rollere ilişkin anlamlara ek olarak davranış, beceri ve donanımları içerir. Bu görüşe göre kimlikler ilişkilerden bağımsız olarak düşünülemez. Kimliği oluşturan roller ilişkiler içinde, ilişkiler ise gruplar içinde düşünülür (Hortaçsu, 2007: 21). Özellikle, birincil gruplar olarak ifade edilen yakın gruplar bu bakımdan kimliğin oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Cooley’nin bakış açısından benlik, ötekilerle etkileşim içerisinde gelişir ve tanımlanır; büyük ölçüde birincil grupta üretilen toplumsal bir üründür. Bu toplumsal ürün en iyi şekilde bir ayna benlik olarak adlandırılır (Berberoğlu, 2009: 62). Ayna benlik, bireye dışarıdan yansıtılan, bireyin kendisine dair bir imgelemdir. Bireyin geliştirdiği toplumsal ilişkiler bu bakımdan kimliğin oluşumunda oldukça önemli bir yere sahiptir. Böylelikle sembolik etkileşimcilerin, kimliğin inşa sürecini toplumsal ilişkiler etrafında şekillenen bir olgu olarak değerlendirdiği görülmektedir.

Sosyolojik kimlik kuramına göre kişiler toplum içinde birden çok grup içinde olduklarından birden çok kimliğe sahiptirler. İnsanlar bu kimliklerin her birine aynı derecede bağlı değildir. Kimliklere verilen önem ve bağlılık düzeyi kimliklerin zaman

içerisinde sürekliliğini belirler. Başka bir deyişle kişiler önem verdikleri ve bağlı oldukları kimlikleri korumaya çalışırlar (Hortaçsu, 2007: 24). Kişinin kimliğini koruma gayreti, diğer taraftan bağlı bulunduğu toplumsal grup ile ilişkilerini sürdürmek istediği anlamına da gelmektedir. Özellikle bireyin, fiziksel, kültürel ve ekonomik varlığının tehdit altında olması ve karşıt toplumsal grupların ortaya çıkması özdeşleştiği grup ile bağlarının devam ettirilmesinde önemli bir etkendir. Bireyin gruba olan aidiyetini ve grup kimliğini sürdürme çabası grup içindeki baskılarla açıklanabileceği gibi dış grupların varlığıyla da ilişkilidir. Bireyin kimliğini sürdürme gayreti ve genelleştirilmiş diğerleri imgesi hem grup içi etkileşim hem de grup dışı etkileşimle ilgilidir. Bu sebeple kimlik çoğu zaman, bireyin hem dış dünyayla hem de içinde yaşadığı sosyal ortamla etkileşime girmesi, toplumsallaşma sürecinde toplumsal değerlerle bütünleşmesi neticesinde kendini tanımlaması (İnaç, 2005: 23) olarak ifade edilmektedir.

Toplumsal ilişkilere ve özellikle de gruplar arasında ortaya çıkan etkileşimlere odaklanan bir diğer kimlik kuramı Henri Tajfel ve John Turner tarafından geliştirilen “sosyal kimlik” kuramıdır. Bu kuramın temel amacı gruplararası ilişkilerin açıklığa kavuşturulmasıdır. Bu süreçte bu iki kuramcı sosyal kimlik kuramını ortaya koymuşlardır. Sosyal kimlik kuramının temel varsayımları şu şekilde ifade edilmektedir (Demirtaş, 2003: 129-130); (1) Bireyler, kendilerini üyesi oldukları sosyal grubu dikkate alarak tanımlar ve değerlendirirler, kendilerini sınıflandırırlar, bu sınıflandırma sonunda da kendilerini koydukları, yerleştirdikleri grupla özdeşleştirirler. Bu özdeşleştirme sonunda sosyal kimlikleri oluşur. (2) Sosyal çevredeki diğer gruplar, bireye kendi grubunun konumunu değerlendirmesi için bir temel oluşturur. Bu konumun belirlenmesi diğer gruplarla yapılan karşılaştırma sonucunda belirlenir. (3) Bu karşılaştırma esnasında insanlar kendi gruplarını kayırarak algılama ve diğer grubu da küçümseme eğiliminde olurlar. Bunun en temel nedeni olumlu bir sosyal kimlik edinmektir. (4) Bireyin edindiği sosyal kimliğinin olumlu ya da olumsuz olması üyesi olduğu grubun yapısına bağlıdır. Diğer sosyal gruplarla kıyaslandığında grubun toplumsal konumu oldukça düşük ise sosyal kimlik olumsuz olur.

Gruplar ve gruplararası ilişkiler etrafından şekillenen ve genellikle grupla özdeşleşme içerisinde olan bireylerin aidiyet dereceleriyle güçlenen toplumsal kimlikler, bir iktidar ilişkisine dahil olmaktadır. Örneğin bir kimliğin, toplum tarafından negatif düzlemde algılanması, o kimliğin ortaya çıkmasına neden olan toplumsal grupların, toplumsal etkinliğiyle ya da etkisizliğiyle ilişkilidir. Bu yüzden kimlikler ve

bu kimlikleri temsil eden bireyler arasında çoğu zaman eşitsizlikler görülmektedir. Bu kimliklerden kimi başat, kimi tabidir; kimi toplumla bütünleşmiş veya hoş görülmüş, kimi ise dışlanmış ve aşağılanmıştır (Bilgin, 1996: 207). Bu sebeple başat olanın, tabi olan üzerinde geliştirdiği bir kimlik siyaseti, çoğu zaman tabi olanın olumsuzlanması ve gözden düşürülmesine, böylelikle toplumsal eşitsizliklerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.