• Sonuç bulunamadı

1.3. TÜRKİYE’DEN AVRUPA’YA GÖÇ

1.3.1. İşgücü Göçü: Misafirlik

Türkiye’nin bazı Avrupa ülkeleri ile imzaladığı iş gücü anlaşmalarından önce Türkiye’den çeşitli yollarla Avrupa ülkelerine göç hareketlilikleri, bireysel düzlemde de olsa mevcuttu. 1950’li yıllardan 1960’lı yılların başına kadar devam eden göçler hiçbir zaman kitlesel boyutlara ulaşmamıştır. Almanya’nın işgücü ihtiyacını karşılamak üzere İtalya, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerden işgücü ithal ettiği bu dönemde Türkiye’den de işçiler Almanya’ya gidiyordu. Abadan-Unat’ın (2007: 2) belirttiğine göre bu dönemde Türk göçmenlerin durumu diğer Akdeniz ülkelerinden giden göçmenlerden farklıydı. Diğer Akdeniz ülkeleri işgücü ihracatını baştan beri ikili anlaşmalarla sağladıkları halde Türkiye’den giden işçiler başlangıçta mesleki bilgilerini arttırmak üzere, stajyer sıfatıyla küçük gruplar halinde ismen çağrılıyordu.

1960’lı yılların hemen başında Türkiye, önce Almanya ile (1961) daha sonra Hollanda, Avusturya, Belçika (1964), Fransa (1965) ve İsveç ile (1967) işgücü değişimi anlaşmaları imzaladı. Bu ülkelerle yapılan ikili işgücü sözleşmesi, başlangıçta sadece iki yılla sınırlı kalmıştı. Bundan dolayıdır ki 1960’lı yılların başında yurtdışına gidenlerin önemli bir kesimi süreç içerisinde geri dönmeyi tercih etti (Arayıcı, 2002: 44). Özellikle 1961 Anayasası’nda Türk vatandaşlarına tanınan seyahat etme

özgürlüğüne istinaden imzalanan bu işgücü anlaşmaları, Türkiye’nin artık göç veren, bir başka ifadeyle işçi ihraç eden bir ülke olmasında önemli bir aşamayı temsil etmektedir.

İşgücü anlaşmasının ilk olarak Federal Almanya ile imzalanması Türkiye’nin dış göç tecrübesinde Almanya’nın simgesel bir anlama sahip olmasında etkili olmuştur. Federal Almanya, işgücü anlaşması imzaladığı bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de işe alım ofisleri kurarak, ithal edeceği işçileri seçmiştir. Federal Almanya İşgücü Bürosu, uygun işçileri seçiyor, iş yeteneklerini test ediyor, sağlık taramasından geçiriyor ve adli ve siyasi kayıtlarını inceliyordu (Kaya ve Kentel, 2005: 16). İşgücü Bürosu’nun başvuruları değerlendirme sürecinde incelediği bu kıstaslardan belki de en çok dikkat çeken ve eleştiri toplayan aşaması sağlık taramaları olmuştur.

Bu konuda, Berger ve Mohr’un (2011) kaleme aldığı, 1960’lı yıllarda göçmen işçilerin Almanya tarafından işe alım sürecinin anlatıldığı “Yedinci Adam” isimli eser oldukça yankı uyandırmıştır. O dönemde Almanya’da kol gücüyle çalışan her 7 işçiden birinin göçmen olması nedeniyle göçmen işçilerin yedinci adam olarak nitelendirildiği çalışmada, İstanbul’dan Almanya’ya uzanan göç süreci şöyle anlatılır;

İstanbul’dan yola çıkan göçmen işçilerin çoğu Almanya’ya giderler. Bu işçilerin sınırı geçişleri resmi kuruluşlarca düzenlenir. İstekliler, İş ve İşçi Bulma Kurumu’na giderler. Orada sağlık muayenesinden geçerler ve sahip olduklarını söyledikleri niteliklere sahip olup olmadıklarının anlaşılması için birtakım testlere sokulurlar. Geçenler hemen kendilerini çalıştıracak olan Alman firmasıyla bir sözleşme imzalarlar. Daha sonra bir işçi trenine binerek üç gün süren bir yolculuğa çıkarlar. Vardıklarında kendilerini çalışacakları Alman firmasının temsilcileri karşılar, onları kalacakları yerlere ve fabrikalara götürürler (Berger ve Mohr, 2011: 38).

Türkiye’den Almanya’ya giden göçmenlerin bu dönemde en önemli iki yaşam alanı çalıştığı fabrika ile heim denilen barınma yurtlarıdır. İşçilerin ailelerini getirmelerine henüz izin verilmediği için çoğunluğu erkek olan göçmen işçiler, bu yurtlarda toplu şekilde kalıyorlardı. Apartman şeklinde yurtlar olduğu gibi, yaygın olarak baraka, eski atölye, çatı katı, bodrum katı ve depolar yurtlara dönüştürülmüştü (Perşembe, 2005a: 66). O dönemde yapılan araştırmalara göre, göçmen işçilerin göç etmesinin en önemli nedeni, tasarruf yapabilmektir (Abadan-Unat, 1972a: 192). Göçmen işçiler tasarruf yapabilmek, geride bıraktığı ailesine para göndermek ve yurda geri döndüğünde ekonomik hedeflerini gerçekleştirmek uğruna bu ucuz heim’da barınır. Yurtlarda olumsuz koşullarda yaşayan göçmen işçiler için çalışma koşulları da iç açıcı değildir. Wallraff’ın (1986) belirttiğine göre göçmen işçiler, iş yaşamında son derece

sağlıksız ve güvenliksiz koşullarda çalıştırılmakta, ayrımcılığa uğramakta ve hatta sık sık ırkçı söylemlere muhatap olmaktadır.

1961 yılında başlayan Türk işgücü göçü 1970’li yıllara gelene kadar artarak devam etmiştir. Örneğin 1961 yılında Almanya’ya göç eden Türk işçilerin sayısı 7 bin 51 iken, bu sayı 1972 yılında 457 bin 300’e ulaşmıştır (Abadan-Unat, 1972b: 22). Diğer yabancı unsurlarla kıyaslandığında, bugün olduğu gibi, 1970’li yılların hemen başında da Türk göçmen nüfusu Almanya’daki en kalabalık göçmen kitlesini oluşturmaktaydı. İşgücü anlaşmalarının ardından işgücü transferlerinin resmi güvenceye bağlanmasıyla birlikte başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa ülkelerindeki Türk nüfus giderek artmaya başladı. 1967 yılında Batı Avrupa ülkelerindeki toplam Türk nüfus 200 bine yaklaşırken, bu rakam 1972 yılında 500 bine ulaşmıştır (Sevimli, 1993: 15). İşçi göçünün başladığı yıllarda, Türkiye’den özellikle Almanya’ya yönelen göç akımlarında, kırsal bölgelerden ziyade kentsel bölgelerin göçe kaynaklık ettiği görülmektedir. Bu sebeple dış göç akımları, iç göç hareketlerinin bir tekrarı olarak kabul edilmektedir (Abadan-Unat, 1972b: 25). İstanbul ve Ankara gibi görece sanayileşmiş büyük kentlerden Avrupa’ya yönelen göçmenlerin, öncelikle yurt içindeki göçü bir basamak olarak kullandığı, daha sonrasında yurtdışına yöneldiği anlaşılmaktadır.

Bu dönemin en belirgin özelliği; hem Türk işçilerinin kendilerini geçici olarak nitelendirmesi, hem de ev sahibi toplumun yabancı işçileri misafir olarak görmesidir. Örneğin Almanya’nın resmi söyleminde misafir işçi (gastarbeiter), yabancı (ausländer) veya ülke sakini (mitbürger) gibi, onların ötekiliklerini veya yersiz yurtsuz oluşlarının altını çizen terimler kullanılmıştır (Kaya ve Kentel, 2005: 18). Benzer söylemler diğer Avrupa ülkelerinde, örneğin Belçika, Hollanda, Fransa, Avusturya gibi ülkelerde de kullanılmıştır. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri imzalanan işgücü anlaşmalarının rotasyon esasına göre düzenlenmesidir. Ancak özellikle Türk işçilerinin de dış göç hareketlerinde, en azından başlangıçta, kalıcılık niyetinin olmadığı ifade edilmelidir. Avrupa ülkelerinde yabancı ve misafir işçi olarak görülen göçmen işçiler, Türkiye’de de olumsuz çağrışımlar barındıran “Alamancı” gibi tanımlamalara konu olmuşlardır. Dış göçlerin kırsal bölge halkını “Alamancılar” ve “Alamancı Olmayanlar” diye ayırması göze çarpan önemli bir olaydır (Mortan ve Sarfati, 2011: 49). Mortan ve Sarfati’ye göre “Alamancılar”, artık yeni bir toplumsal kategori haline gelmiştir ve bu onların hem ekonomik yaşamlarını hem de siyasal tercihlerini etkilemeye başlamıştır.

Yurtdışına göç eden göçmen işçilerin giderek hem Türkiye’de hem de çalıştıkları ülkede ‘farklı’ olarak görülmesi, bu dönemde yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Türkdoğan’ın Almanya’daki çalışmasından elde ettiği gözlemlerine göre de özellikle Almanya’da Türk göçmenlerin diğer göçmenlere göre farklı bir pozisyonu vardır. Bu farklılığın nedenlerini diğer göçmenlerin Hristiyan olmasında ve ortak batılı değerlere sahip olmalarında gören Türkdoğan’ın ifadeleriyle (1977: 79) ‘sokaktaki ve bürodaki adamın’ yabancı işçiler hakkındaki kanaatleri olumsuzdur, deyim uygunsa, bir beyazın, zenciye bakışı gibidir.

Bu dönemin, kendine özgü en belirleyici özelliği olan geçicilik olgusu etrafında şekillenmiş en önemli algı geri dönüş ile ilgilidir. Geri dönüş hiçbir zaman kitlesel boyutta gerçekleşmediği için zamanla bu düşüncenin bir mite dönüşmesinde etkili olmuştur. Bu mitin oluşmasında etkili olan varsayımlar Abadan-Unat’a göre üç tanedir (1972a: 184): Yurtdışına göç etmiş olan işçilerin endüstri çevresinde kazandıkları tecrübeler onların ileride kolaylıkla ulusal endüstriye uymalarını sağlayacaktır, bu işçilerin yurtdışında geçirdikleri süre, onlar için olağanüstü verimli bir staj görevinin yerini tutmaktadır, anayurda dönen işçiler, ulusal işçi sınıfı ile kolaylıkla bütünleşip bu sınıfın önderliğini yapacaklardır. Bu varsayımlar, efsane olmaktan öte hiçbir gerçekliğe sahip olamamıştır. Çünkü geri dönmek üzere kurgulanan dış göç süreçlerinde göçmenler, çok azı olmakla birlikte geri dönmemişlerdir.

1973 yılında Avrupa devletlerinde etkisini gösteren ekonomik buhran ve petrol krizi neticesinde işgücü ithalatı durdurulmuştur. Ekonomik krizin başlangıcında Avrupa ülkelerinin göçü engelleyici uygulamaları, zaman içerisinde göçün tamamen durdurulmasına neden olmuştur. Örneğin Belçika 1967 yılında turistlere çalışma izni verilmesi uygulamasına son verdi, 1974 yılında ise Belçika Hükümeti çalışma amacıyla yapılan her türlü göçün tamamen durdurulduğunu ilan etti (Kaya ve Kentel, 2008: 26). Aynı yıl Fransa’da da muhafazakâr Valery Giscard d’Estaing hükümeti tarafından göçmen işçilerin istihdamı sürecine son verildi (Kaya, 2008: 38). Almanya’da ise krizle birlikte öncelikle yeni işçi alımı durduruldu ve ülkeye gelmiş yabancı işçilerin çalışması engellenmemekle birlikte, onlara ülkelerine dönmeleri öğütlendi (Abadan-Unat, 2006: 63). İşçi alımının durdurulmasına rağmen Türkiye’den Avrupa ülkelerine gerçekleşen göç akımları, başka boyutlarda da olsa devam etti. Bu ise Türkiye’nin Avrupa’ya göç deneyiminde farklı bir dönemin başlamasına neden oldu.