• Sonuç bulunamadı

Küreselleşme günümüzde dünya üzerinde belli bir akışkanlık sağlarken, küresel malların, hizmetlerin devingenliğinde ve kültürel yayılmanın hızlanmasında oldukça etkili olmaktadır. Ancak küreselleşme, sadece bunlarla sınırlı bir hareket alanı açmamaktadır; küreselleşme ile birlikte dünya üzerinde giderek artan bir insan hareketliliğinden de bahsedilmektedir. Küreselleşme çağında göçler, 1990’ların sonunda dünyayı şekillendiren iktisadi, politik ve sosyal dinamiklerin en temel ögelerinden biri olurken 21. Yüzyılda göçlerin boyutlarının daha da artacağı konusunda sosyal bilimciler arasında görüş birliği bulunmaktadır (Toksöz, 2006: 1). Bu dönemde yaşanan göç hareketlerinin boyutları, bu artışa ilişkin önemli ipuçları sunmaktadır.

2010 yılında, dünyadaki uluslararası göçmenlerin toplam tahmini sayısı 214 milyondur. İç göçe katılan bireylerin sayısı ise 740 milyondur. Yani yaklaşık 1 milyar kişi (aşağı yukarı dünya nüfusu içerisindeki her sekiz kişiden biri) göçmen (IOM, 2011: 49) olarak kabul edilebilir. International Organization for Migration’un (IOM) 2011 yılı dünya göç raporuna göre özellikle mülteci (refugees) ve sığınmacı (asylum-seekers) sayısındaki artış dikkat çekmektedir. 2010 yılı sonunda dünya üzerinde 15,4 milyon mülteci, 845 bin 800 sığınmacı statüsünde insan vardı. 2009 yılı verilerine göre 2010 yılında sığınmacı ve mülteci sayısında artış yaşandı (IOM, 2011: 54). Bu artış özellikle gelişmiş ülkeleri, göçü sınırlayıcı politikalar geliştirmeye sevk etmektedir. 1914 yılına kadar, devletler göç konusunda neredeyse, hiçbir denetim uygulamıyorlardı (The Economist, 2009a: 523). Bu döneme kadar özellikle Avrupa’dan Amerika’ya yaşanan göç süreçlerinde birkaç istisna dışında hiçbir sınırlandırma getirilmiyordu ya da Avrupa içerisinde serbest dolaşım mevcuttu. Ancak 1915 ile 1945 yılları arasında göçe belli başlı kısıtlamalar getirildi. The Economist’in değerlendirmesine göre bu sınırlayıcı politikaların geliştirilmesinin temelinde ırkçı sebepler yatmaktadır (2009a: 524). Günümüzde yaşanan göç süreçlerinin anlaşılması açısından özellikle Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan, birbirinden farklılaşan göç dönemlerinin değerlendirilmesi gerekmektedir.

Bu süreç dört farklı dönemde ele alınabilir (Stalker, 2002: 152-153): 1940’lı yılların sonu ve 1950’li yılların başında ortaya çıkan kitlesel mülteci akınları, 1950’li yılların başından 1973 yılına kadar sözleşmeli işçi göçü alımları, 1974 yılından 1980’li yılların ortasına kadar devam eden göçmenlere kapıların kapandığı dönem ve 1980’li

yılların ortasından 2001 yılına kadar devam eden sığınmacı, mülteci ve kaçak göçmen akınını ifade eden dönem.

Birinci dönem özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan dramatik nüfus değişimini ifade etmektedir. Bu dönemde 15 milyon kişi bir ülkeden başka bir ülkeye geçiş yapmıştır. Bu göçmenlerin çoğunluğu, özellikle Almanya, Polonya ve Çekoslovakya arasındaki sınırların değişmesinin bir sonucu olarak zorla yerinden edilmeyle göç etmişlerdir. Sözleşmeli işçi alımını içeren, 1950’li yıllarda başlayan ikinci dönem ise Avrupa’nın savaş sonrasında yeniden inşa edilmesi sürecinde ihtiyaç duyulan işgücü açığının kapatılmaya çalışıldığı dönemdir. Bu dönemde Almanya, Fransa ve İngiltere işgücü açıklarını önce savaş nedeniyle yerlerinden edilenlerden karşılarken, sonra sanayileşmesi yavaş olan İtalya, İspanya ve Portekiz’den karşılamışlardır (Toksöz, 2006: 24). İşgücü temininde bu ülkeler de yetersiz kaldığı için bu dönemde göçün kolonilerce karşılandığı bilinmektedir. Özellikle İngiltere ve Fransa’nın koloni geçmişi nedeniyle kolonyal ülkelerden işçi ithalini gerçekleştirdiği, Almanya gibi kolonyal geçmişi olmayan ülkelerin ise Türkiye, Yugoslavya ve Kuzey Afrika’nın bazı ülkelerinden işçi alımı yoluna gittiği görülmüştür. Bu dönemde Avrupa’ya olan göçün 10 milyona ulaştığı ifade edilebilir (Stalker, 2002: 153). Üçüncü dönemin belirleyici özelliği ise 1973 yılında ortaya çıkan petrol krizidir. Bu krizle birlikte, zaten kriz öncesinde göçü sınırlandırmaya yönelik geliştirilen politikalara hız verilmiş ve işgücü göçü tamamen durdurulmuştur. Avrupa’daki bütün hükümetler daha fazla işçi göçüne engel olmak amacıyla kapıları tamamen kapatmışlardır. Hatta bu dönem, mevcut misafir işçi göçmenlerin geri dönüş için özendirildiği bir dönem olarak belirginleşmektedir. Mülteci, sığınmacı ve kaçak göçmenlerin göçüyle diğer göç akınlarından farklılaşan dördüncü göç dönemi ise daha çok politik ayaklanmalarla ilgilidir. Özellikle de Doğu Avrupa’da yaşanan komünizmin çöküşü sürecinde ve sonrasında yaşanan göç dalgaları bu dönemin belirleyici özelliğidir. Bu dönemde, 1989’dan 1998’e kadar olan zaman dilimi içerisinde 4 milyondan fazla sayıda kişi Avrupa’ya sığınma talebinde bulunmuştur.

Geçtiğimiz 10 yıla oranla ise endüstriyel ülkelere olan sığınmacıların sayısında önemli bir düşüş yaşanmıştır. 2010 yılında endüstriyel ülkelere 358 bin 800 sığınma başvurusu yapıldı, bu rakam 2009 verilerine göre yüzde 5 daha düşüktür. 2001 yılında yapılan 620 bin başvuruya oranla ise neredeyse yüzde elli daha azdır (IOM, 2011: 54).

Yaşanan bu düşüşün en büyük nedenlerinden biri özellikle Avrupa ülkelerinin göçmen, mülteci ve sığınmacı alımında uyguladığı kısıtlayıcı politikalardır.

Üçüncü dünya ülkelerinin ve gelişmekte olan ülke vatandaşlarının en önemli göç hedeflerinden biri olarak Avrupa devletleri her ne kadar iç siyasetin ve kamuoyunun bir sonucu olarak göçü kısıtlayıcı politikalar geliştirse de Avrupa’nın nüfus dengesi içerisinde hâlâ işgücüne ihtiyaç duyduğu görülmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği’nin sadece çalışan nüfusunu zamanımız ile 2050 arasında sabit tutabilmek için yılda 1,6 milyon göçmene gereksinimi vardır (The Economist, 2009b: 281). Bu durum Avrupa için daha fazla göçmen ve daha fazla kültürel sorunu ifade etmektedir.

Abadan-Unat, uluslararası göç süreçlerini, emperyalist süreçler ve Birinci Dünya Savaşı sonrası gelişmeleri de katarak 5 aşamada değerlendirmektedir (2006: 50). Bu dönemlerin en belirgin ortak özelliği ise göç süreci, hem gönderen hem de kabul eden ülkelerin toplumsal ve ulusal isteklerine göre şekillenmesidir. Giddens ise 1945’den beri gözlenen önemli göç hareketlerini tanımlamak üzere dört göç modelinin belirlendiğini ifade etmektedir (2008: 569): Klasik göç modeli, Kanada, ABD ve Avustralya gibi “göçmen uluslar” olarak gelişen ülkeler için geçerlidir. Böylesi durumlarda göç büyük ölçüde teşvik edilir, sınırlamalar ve kotalar yıllık göçmen alımının sınırlandırılmasına yardımcı olsa da yeni gelenlere vatandaşlık bir lütuf olarak sunulur. Sömürgeci göç modeli, Fransa ve İngiltere gibi, sömürgelerden gelen göçmenleri diğer ülkelerden gelenlere tercih edilen ülkelerce izlenir. Almanya, İsviçre ve Belçika gibi ülkeler, üçüncü yolu, misafir işçi modelini izlemektedir; böylesi bir düzende göçmenler ülkeye genellikle emek pazarının taleplerini karşılamak üzere geçici olarak kabul edilirler. Fakat uzun süre oturmuş olsalar bile vatandaşlık hakkına sahip olamazlar. Son olarak yasadışı göç modeli, çok sayıda sanayileşmiş ülkenin göçmen yasalarını sıkılaştırmasına bağlı olarak giderek daha yaygın hale gelmektedir.

Yaşadığımız çağı göçler çağı olarak tanımlayan Castles ve Miller günümüz göç süreçlerinin genel eğilimlerini beş ana başlıkta ifade etmektedir (2008: 12-14). Bu çağa özgü göç dalgalarının en belirgin özelliği göçün giderek küreselleşmesidir. Göçün küreselleşmesi, göç alan ülkelerin sayısının artmasına ve göç veren sahaların giderek genişlemesine neden olmaktadır. Bu sebeple göç alan ülkeler daha çok kültürel, sosyal ve ekonomik geçmişe sahip insanları barındırmaya başlamışlardır. Göçün hızlanması ise bir başka göç eğilimidir. Bu dönemde uluslararası göç hareketleri niceliksel olarak giderek büyümektedir. Ancak Castles ve Miller’a göre bu düzenlenebilir, azaltılabilir

bir eğilimdir. Günümüzde göç artık farklı şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla yekpare bir göç ve göçmen tipinden bahsetmek artık giderek zorlaşmaktadır. Bu sebeple göçe muhatap olan ülkeler aynı anda bütün göç türlerini ve göçmen tiplerini tecrübe etmektedir. Göç bu yüzden giderek farklılaşmaktadır. Geçmişte ortaya çıkan göçlerde, özellikle de emek göçünde erkek egemen bir göç süreci yaşanmaktaydı. Ancak günümüzde göç süreçlerinde kadınların da, özellikle 1960’lardan bu yana giderek aktif bir şekilde katıldığı görülmektedir. Bu yüzden günümüz göçlerinin kadınsallaşması gibi bir eğilim taşıdığı ifade edilmektedir. Son olarak çağımızda göçün giderek siyasallaştığı da görülmektedir. Castles ve Miller’a göre uluslararası göç; iç politika, ikili ve bölgesel ilişkiler ile dünya üzerindeki devletlerin ulusal güvenlik politikalarını artan bir şekilde etkilemektedir.