• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

3.2. KÜLTÜR, KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİK VE ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK

3.2.2. Çokkültürlü Toplum ve Çokkültürcü Devlet

Asimilasyonun imkânsızlığı konusunda gelişen yaygın kanaat, kültürel farklılıkların kabul edilmesine dayanan çokkültürcü politikaların gelişmesine neden olmuştur. Çokkültürlülük bir durumu, çokkültürcülük ise bir siyasayı ifade eder. Bu sebeple çokkültürlülük (multiculturality) kavramı ile çokkültürcülük (multiculturalism) kavramını ayrı ayrı değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü tarihsel süreç içerisinde kültürel çeşitlilikler ve çokkültürlü toplum yapısı her zaman tecrübe edilen bir duruma işaret etmektedir. Ancak, kültürel farklılıklarla birlikte yaşamaya dair bir siyasa olarak çokkültürcülüğün benimsenmesi oldukça yenidir. Çokkültürlülük kavramı Kuzey Amerika’da altmışlı yıllardan bu yana ulusal azınlık konumundaki ya da göçler dolayısıyla etnik azınlık konumundaki nüfusların tanınma talebine yanıt olarak gelişmiştir (Kastoryano, 2009: 22). Bu sebeple çokkültürcülük, her şeyden önce ulus- devletle ilgilidir ve ulus-devletlerin geliştirdiği bir entegrasyon politikası ve birlikte yaşama tasarımı olarak kabul edilmelidir.

Çokkültürlü toplum fikri, iki farklı gerçekliğe gönderme yapmaktadır. Öncelikle fiili bir durum: Çağdaş toplumlar kültürel bakımdan ayrı gruplardan oluşmuştur. İkinci olarak, çokkültürlülük; kişi haklarını, demokrasiyi ve kültürel cemaatlerin haklarının

kamusal kabulünü birleştiren politik bir proje ve dolayısıyla bir örgütlenme modelidir (Bourse, 2009: 20). Kavramın farklı kullanımlarını ayırt etmek için Türkçede, etnik ve kültürel farklılıkları ifade etmek üzere “çokkültürlülük", çokkültürlü toplumu ve farklılıkları olumlu ve istenilir gören ideolojik ve normatif tavrı ise “çokkültürcülük” olarak karşılamak mümkündür. İlkinde kavram, sadece olanı anlatmak üzere tanımlayıcı, ikincisinde ise olması gerekeni ifade eden normatif bir anlam içermektedir (Canatan, 2009: 82). Çokkültürcülük böylelikle kural koyucu bir siyasa olarak azınlıkların hakları ile ev sahibi toplumun azınlıklara bakış açısını yeniden düzenleyen, farklılıkları tanımayı ve farklılıkların sürdürülmesini destekleyen, asimilasyoncu bakış açısının karşısında duran bir tavırdır. Ancak bu tavır kendi içerisinde halen tartışılan ve çok sayıda eleştiriye konu olan tecrübeleri de beraberinde getirmiştir.

Doytcheva’ya göre (2009: 25) çokkültürlülük, ilk olarak toplumun bir özelliği değil, bir ideal ya da bir siyasi programdır. İnsan toplumları her zaman çoğul olmuştur ve kültürel açıdan çeşitlilik arz etmiştir ama bu çeşitliliğe farklı dönemlerde farklı siyasi cevaplar verilmiştir. İkinci olarak çokkültürlülük, en azından ilk ortaya çıktığında, kültürel farklılıklar sorununun bir toplumsal adalet meselesine tanık olan demokratik toplumlara özgü çağdaş bir yeniliktir. Siyasi program olarak çokkültürlülük, kurumsal bir değişiklik ve daha genel anlamda devlet kurumlarının daha aktif bir rol oynaması anlamına gelir. Çokkültürcü söylemlerde temel amaç, farklılıkların tanınıp hoş görülmesi yoluyla ahenkli ve verimli bir toplumun yaratılmasıdır (Yalçın, 2002: 46).

Çokkültürcülüğün temel şikâyeti modern devletin genel olarak bir hâkim kültür ile birlikte akla gelen önkabuller etrafında örgütlenmesidir: Devlet bu kültürün diliyle işlerini yürütür; bu kültürün dininin adetlerini geçerli kılar; bu kültürden çıkarılan bir normal hayat imgesi tasarlar; yalnızca bu kültüre göre anlamlı olan yasalar yoluyla çalışır (Pettit, 1998: 194). Bu bakımdan çokkültürcülüğün uygulanmasında ve devam ettirilmesinde devletin bizatihi müdahil olması gerektiği düşüncesi ön plana çıkmaktadır.

Avrupa Komisyonu çokkültürcülüğü şu şekilde tanımlamaktadır (Xuereb, 2011: 33): Çokkültürcülük; dilleri, sosyal davranışları ve altyapılarıyla çoğunluk toplumundan ayrışan topluluklar olarak göçmenler ve azınlık grupların kabullenilmesidir. Çokkültürcülük siyasetinin tanıma ve farklılıklarla birlikte kabul etme anlayışı, azınlık gruplar ve göçmenler açısından temel bir bakış açısını ifade etmektedir. Asimilasyonist politika içerisinde azınlıkların ve göçmen gruplarının değişmeden, yani ev sahibi

kültüre benzeşmeden kabul görmeyeceğine dair katı tutum, çokkültürcülük politikasında yerini farklılıkların kabullenilmesi anlayışına bırakır. Ayrıca çokkültürcülük, göçmen ve azınlık grubu üyelerinin, birbirlerine karşı ve daha da önemlisi çoğunluk toplumu üyelerine karşı eşit haklara sahip olmasını savunur. Tanıma ve tanınma tek başına yeterli değildir, aynı zamanda azınlıkta kalan grupların eşit haklara sahip olması, devlet karşısında eşit vatandaşlar olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

Habermas’a göre çokkültürlü toplumlarda kişilere; bireysel olarak kültürel seçme, eleştirme ve hatta reddetme gibi bazı haklar tanınmıştır;

Çokkültürlü toplumlarda, yaşam biçimlerinin eşit haklı bir arada varoluşu, vatandaşlar için, incitilmeden, geldiği kültürel dünyada yaşayabilme ve çocuklarını da aynı dünyada yaşatabilme güvencesi anlamına gelir. Başka bir deyişle vatandaşlara, kendi kültürlerini sorgulama, geleneklere göre kültürlerini sürdürme ya da değiştirme fırsatını vermek, hatta bundan böyle, kasıtlı olarak tahrip edilmiş geleneğin yarasıyla veya parçalanmış bir kimlikle yaşamamak için, buyruklarından kayıtsızca uzaklaşma ya da eleştirel yaklaşarak ilişkilerini tümüyle kesme olanağını tanımaktadır (Habermas, 2002: 131).

Doytcheva, çokkültürlülüğün tam olarak kültürel çoğulculuk ve milli entegrasyon arasında yeni bir denge noktası arayışına tekabül ettiğini belirtir. Sadece basit anlamında bir çeşitlilik sorunundan ziyade bir ortak değerler ufkunun içinde tanınma sorununu kapsar. Yani hem özel kimliklere saygı hem de vatandaşlık biçimleri ve aidiyet rejimlerine dair açık bir tartışmadır (2009: 41). Farklılıkların tanınması çokkültürcülüğün en önemli özelliklerinden biri olsa da, burada ulaşılması beklenen hedeflerden biri ortak değerlerin ve aidiyet duygularının da üretilebilmesidir.

Çokkültürlü bir toplumun, vatandaşları arasında ortak bir aidiyet hissi geliştirmeden istikrar sağlaması ve uzun süre ayakta kalması imkânsızdır. Eşit vatandaşlık, ortak bir aidiyet hissini beslemek için şart olmasına rağmen yeterli değildir (Parekh, 2002: 435). Vatandaşlık ve eşitlik, bireyin devlet karşısındaki haklarının teminat altına alınmasını ifade ederken, ortak değerlerin ve aidiyet hissinin varlığı bireyin toplum içinde güvenli bir yaşam sürdürmesine işaret etmektedir. Dolayısıyla, vatandaşlığa sahip olmak ya da vatandaş olmak, çokkültürcü politikalarda bireyin güvenlik hissini yaşamasında, kendini yaşadığı topluma ait hissetmesinde yeterli bir uygulama değildir. Bu durum ancak ve ancak formel düzenlemelere ek olarak, informel bağların ve toplumsal ilişkilerin inşa edilmesiyle mümkün gözükmektedir. Çokkültürcülük bu noktada kültürel farklılıkların tanınması ve desteklenmesi ile sorunun aşılabileceğini iddia etmektedir.

Çokkültürlülük kavramının üç düzeyde kavranabileceğini ifade eden Doytcheva’ya göre (2009: 16-17) ilk tahlil düzeyinde, çokkültürlülük, farklı sosyal çevrelerden, dini inançlardan, etnik kökenlerden veya milliyetlerden gelen bireylerin oluşturduğu çağdaş toplumların bir özelliğidir. İkinci tahlil düzeyinde, çokkültürlülük dikkatimizi kültürel farklılıkların toplumsal örgütlenmesine çeker. Üçüncü tahlil düzeyinde, çokkültürlülük bir takım özel aidiyetlerin varlığını ve değerini kabul etmekle kalmayan, ayrıca bunları siyasi normlara ve kurumlara kaydetmeyi de öneren belirli bir siyasi programı ifade eder. Çokkültürcülük, öncelikli olarak kültürel farklılıkların kabul edilmesiyle ilişkili olmakla birlikte, farklı kültürleri temsil eden toplumsal grupların, özellikle devlet desteğiyle örgütlenebilmelerine olanak tanıyan bir siyasadır. Bu bakımdan devlet, kültürel cemaatlerin, örgütlü bir şekilde temsil edilmelerine imkan tanır. Bu durum kültürel farklılıkların bireysel düzlemde değil, grupsal dinamikler etrafında temsil edilmesinin yolunu açmaktadır. Nitekim çokkültürcülüğün tartışıldığı ve uygulamaya konulduğu birçok Avrupa ülkesinde, azınlıkların ve göçmen grupların dernekler ve bu dernekleri kapsayan çatı örgütlenmeler yoluyla temsil edildiği bilinmektedir. Burada devlet, temsil sürecine maddi kaynaklar sağlayarak dahil olmaktadır. Bu nedenle Bauman’ın belirttiği gibi (2006: 123) Batıda çoğu insan tarafından en çok bilinen çokkültürlülük biçimi kültürel farkın örgütlü temsilidir.

Çokkültürlülüğün temelinde üç görüş vardır (Parekh, 2002: 427-429). Birincisi, insanlar kültürün biçimlendirdiği bir dünyada büyüyüp yaşadıkları, hayatlarını ve toplumsal ilişkilerini onun anlam ve önem sistemine göre düzenledikleri ve kültürel kimliklerine büyük değer verdikleri için kültürle iç içedirler. Dolayısıyla kültür, kaçınılmaz olarak insan yaşamının en önemli parçası olarak değerlendirilir. İkincisi, farklı kültürler farklı anlam sistemlerini ve iyi yaşam görüşlerini temsil eder. Hiçbir kültürün tamamen değersiz olmadığı, her birinin en azından üyeleri için ifade ettiği önem nedeniyle saygıyı hak ettiği düşüncesidir. Üçüncüsü, en ilkel olanları dışında tüm kültürlerde iç çoğulculuk vardır ve sahip oldukları farklı gelenekler ve düşünce biçimleri arasındaki süregelen diyaloğu temsil ederler. Kültürler birbirleriyle girdikleri bilinçli veya bilinçsiz etkileşimlerle gelişir, kimliklerini kısmen önemli diğer yarıları olarak gördükleri şeye göre tanımlarlar. Kültüre ilişkin geliştirilen temel yaklaşımların, çokkültürcülük fikrinin ortaya çıkmasında oldukça önemli olduğu görülmektedir. Çokkültürlülüğün siyasi bir anlayış olarak devletlerin temel karakterlerinden birisi

olması gerektiği konusu daha çok liberal teorilerle birlikte gündeme gelmiştir (Bağlı ve Özensel, 2005: 49).

Çokkültürcülük fikrinin yaygınlaşmasında, görüşleriyle katkı sağlayan bazı teorisyenler vardır. Bunlar arasında Kymlicka, liberal çokkültürcülük fikrini temsil etmesi bakımından önem taşımaktadır. Kymlicka’nın kültür tanımlamasında kültür, ulus ya da halk ile eş anlamlı kullanılır; yani, kurumsal bakımdan az çok tam, belli bir toprak parçası ya da yurtta yaşayan, ayrı bir dili ve tarihi paylaşan, soy bağları olan bir cemaat olarak tanımlanmaktadır. Bu durumda, bir devlet, eğer üyeleri ya farklı uluslara ait (çokuluslu devlet) ya da farklı uluslardan kopup gelmişse (çoketnikli devlet) ve bu olgu bireysel kimliğin ve siyasi hayatın önemli bir yanını teşkil ediyorsa, o devlet çokkültürlü (Kymlicka, 1998: 49) olarak değerlendirilir. Kymlicka’nın çokuluslu devlet ile çoketnikli devlet arasında ayrım yapması dikkate değerdir. Bu düşüncenin temelinde toplum içinde, ulus olmak ile etnik grup olmak arasında bir ayrım yapıldığını göstermektedir.

Kymlicka’nın kuramsal savı iki yönlüdür. Kültür, insan gelişimi için çok önemli olduğundan azınlıkların kültürlerini koruma hakkı vardır. İkinci olarak adalet ilkesi azınlıklarla çoğunluğun aynı kültürel haklara sahip olmasını ve bu hakları aynı etkinlilikle kullanabilmesini gerektirir. Kymlicka, pratik boyutta zorla yapılan asimilasyonun hiçbir zaman başarılı olmadığını ve buna maruz kalanları, psikolojik ve ahlaki bakımdan yönünü şaşırmaya daha da eğimli hale getirdiğini söyler (Parekh, 2002: 131). Ancak Kymlicka’nın belirttiği gibi bu çokkültürcülük ya da çoketniklilik taahhüdü, göçmenlerin bütünleşip bütünleşmeyecekleri sorunuyla ilgili değil, egemen kültürle nasıl bütünleşeceklerine ilişkin bir değişikliktir (Kymlicka, 1998: 132). Dolayısıyla çokkültürcülük, bir asimilasyon siyaseti olmamakla birlikte, bir bütünleşme siyaseti olarak değerlendirilir. Çünkü çokkültürlü bir toplum tasarımı da olsa, göçmenlerin bütünleşmeden yaşama gibi bir alternatifi yoktur. Bütünleşme kaçınılmazdır.

Kymlicka’ya göre kültürel çeşitlilik, daha önce öz yönetimli ve belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmış kültürlerin, geniş bir devlet çatısı altına sokulmasından doğar. Bu azınlıklara ulusal azınlıklar adı verilir. Kültürel çeşitliliğin oluşmasında etkili olan ikinci süreç ise göçtür. Bu göçmenler etnik gruplar olarak gevşek birlikler oluştururlar ve genel olarak büyük toplumla bütünleşmek ve toplumun tam üyeleri olarak kabul edilmek isterler. Göçmenler etnik kimliklerinin daha fazla tanınmasının

peşinde koşarken amaçları, kültürel farklılıklara daha saygılı hale getirmek üzere, büyük toplumun kurumlarını ve yasalarını değiştirmektir (Kymlicka, 1998: 38). Ulusal azınlıklar ile göçmenleri, çokkültürlü toplum içerisinde farklı kategorilerde değerlendiren Kymlicka’ya göre göçmenler, kültürel çoğulculuğun önemli bir kaynağını temsil etmekle birlikte bir ulus değildir ve yurtları yoktur (1998: 43). Bu düşünce göçmenler ile ulusal azınlıklar arasında belli bir ayrım yapılmasını gerektirir.

Ayrıca göçmenler hak iddia etme noktasında en zayıf kültürel farklılığı ifade etmektedir. Çünkü Kymlicka, hak iddiaları en güçlü olanların ulusal azınlıklar, en zayıf olanların da gönüllü göçmenler olduğunu belirtir. Bu noktada göçmenlerin, özellikle de, mülteciler ve sığınmacılar dışında kalan gönüllü göçmenlerin çokkültürlü toplum içerisinde, en düşük kültürel haklara sahip gruplar olarak değerlendirilmesi oldukça ilginçtir ve temelde adalete dayalı olarak tasarlanan çokkültürcü devlet modeline ters bir düşünceyi temsil etmektedir. Kymlicka, bu ve diğer pratik nedenlerle göçmenlerin kültürlerini koruma haklarını kullanamayacaklarını ve dolayısıyla bu hakkı istemekten kaçınmaları gerektiğini söylemekle yetinmez, göçmenlerin aslında asıl ülkelerini terk ederek bu haktan gönül rızasıyla vazgeçmiş oldukları şeklindeki tuhaf savı da ortaya atar (Parekh, 2002: 132).

Çokkültürcülük tartışmalarında önemli bir düşünceyi temsil eden bir diğer kişi Charles Taylor’dur. Taylor, çokkültürlülük ve kimlik ekseninde gerçekleştirdiği tartışmada, kimliğin kısmen tanınma ya da tanınmama yoluyla, çoğu zaman da başkalarının yanlış tanıması yoluyla biçimlendirildiği tezini savunur. Bu nedenle Taylor’a göre (2010: 46) çevredeki insanlar ya da toplum, onlara kendileriyle ilgili, hapsedilen, aşağılanan ya da sevilmeyen bir imaj yansıtıyorsa, bir insan ya da bir grup insan zarar görebilir, gerçek bir çarpıtılmaya uğrayabilir. Bu düşünceye göre kültürel kimlik, tartışmanın önemli bir yönünü oluşturmaktadır. Taylor’a göre kültürel kimlik, tanınma yoluyla elde edilir, ancak tanınma sürecinin doğru idare edilmemesi yanlış tanımaya doğru yön değiştirir. Dolayısıyla toplumsal önyargılar ve stereotipler, farklı kültürlerin yanlış tanınmasından en önemli etkenler olarak kabul edilebilir. Burada önemli olan düşünce, tanınmanın doğru ve hakkaniyetli bir eksende gerçekleşmesidir. Taylor, egemen grupların, kendi hegemonyalarını, ezilenlerde bir aşağılık imajı yerleştirerek kurduklarını belirtir. Bu nedenle, özgürlük ve eşitlik savaşımının bu imajın düzeltilmesinden geçtiğini (2010: 86) vurgular.

Taylor, çokkültürlülük içerisinde, farklı kültürlerin eşit değerde olduğunun kabul edilmesi gerektiğini belirtirken, bu kültürlerin yalnızca varlıklarını sürdürmelerine izin vermekle kalmayıp onların değerli olduklarının da kabul edilmesi gerektiğini vurgular. Bu sebeple, farklı kültürlerin marjinalleştirme sürecine dahil olmadan; tanınması, birbirleriyle eşit değerde kabul edilmesi ve her şeyden önce değerli görülmesi gerekmektedir.

Çokkültürcülük, bazı kültürlerin öbürlerine zorla dayatılmasıyla ve bu dayatmaya itici güç oluşturan üstünlük varsayımıyla çok yakından bağlantılıdır. Batıdaki liberal toplumların bu açıdan çok suçlu oldukları düşünülmektedir; bu suçlama, kısmen onların sömürgeci geçmişlerinden, kısmen de nüfusları içinde kökenini başka kültürlerden alan bazı kesimleri marjinalleştirmelerinden gelmektedir (Taylor, 2010: 83).

Taylor’un öncülüğünü yaptığı kültürel kimliklerin tanınması anlayışı, hoşgörü göstermenin dışında kültürel farklılıkların siyasal düzeyde tanınması ve eşit ölçüde saygıdeğer kabul edilmesi esasına dayanmaktadır. Bu tanımada, çok partili, çok baskı gruplu, ama kamu alanını kültürel farklılıkların ifadesine kapayan çoğulculuk anlayışının eleştirisi vardır (Tekinalp, 2005: 84).

Charles Taylor, toplumda mevcut farklı pozisyonların birbirlerinden ne talep ettikleri ve istedikleri konusunda şu cevabı verir (Ziebertz, 2006: 161); bu sosyal pozisyonların her biri, diğerleri tarafından onaylanmayı ister; saygı deklaresi yeterli değildir. Taylor’a göre onaylanmanın önemi diyaloğun, kimliğin önemli bir bileşeni olduğu gerçeği ile bağlantılıdır. Kimliğin esas temeli başkalarının onayını kazanma deneyimidir. Çokkültürlü toplum tartışması içerisinde Taylor, “farklılık politikası” dediği ikinci bir yaklaşım daha tespit eder (Ziebertz, 2006: 161). Bu yaklaşıma göre, her insana kendisini diğerlerinden ayıran kendine özgülüğü ve bu sayede şüphe götürmez olan kimliği dolayısıyla saygı gösterilmelidir.

Parekh, belli şartları taşıdığı müddetçe çokkültürlü toplumların başarılı ve istikrarlı bir yapı sergileyeceğini belirtir. Başarının temel şartları Parekh’e göre (2002: 301) fikir birliğiyle oluşturulmuş bir otorite yapısı, herkesin kabul edebileceği bir grup anayasal hak, asil ve tarafsız bir devlet, çokkültürlü biçimde oluşturulmuş bir ortak kültür ve çokkültürlü eğitim ve çoğulcu, kapsayıcı bir ulusal kimlik görüşüdür. Ancak bunlardan hiçbir tanesi tek başına yeterli değildir.

Çokkültürcülük politikalarının getirdiği yenilikler bağlamında düşünüldüğünde ulusal azınlıklar ve göçmen gruplar belli başlı bazı kazanımlar elde etmişlerdir. Elde edilen kazanımlar arasında pozitif ayrımcılık, okul müfredat programlarının gözden

geçirilmesi, anadilin öğretilmesi, yerli halkların, toprak azınlıklarının ve göç nedeniyle oluşmuş toplulukların yararına giyim konusunda muafiyetler sayılabilir (Doytcheva, 2009: 12). Çokkültürcülüğün göçmenlere ve ulusal azınlıklara fayda getirdiği ve kazanımlar sağladığı önemli bir gerçektir. Ancak çokkültürcülük politikalarının günümüzde akademik çalışmalar yoluyla ve daha da önemlisi çokkültürcü politikalarla yüzleşen toplumlar tarafından eleştirilere konu olduğu ve devletlerin çokkültürcü politikalardan giderek uzaklaşma eğilimi içerisinde olduğu da bilinmektedir.