• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

3.2. KÜLTÜR, KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİK VE ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK

3.2.1. Kültür ve Kültürel Farklılıklar

Modern düşüncenin tek biçimli ve evrenselci dünya tasarımında, kültürler toplumun bir bütünleştirici ögesi olarak; ortak duygu, inanç, değer, yaşam biçimi, siyasal tasavvurların oluşturulmasında önemli işlevler yüklenmiştir. Kültür, bir toplum içinde ne kadar bütünleştirici bir işleve sahipse, diğer toplumlarla olan farklılıkları ortaya koyduğu için ayrıştırıcı bir özellik de taşır. Bu sebeple kültür, bir kimlik problemi olarak ele alınabilir. Ancak küreselleşme süreciyle birlikte ve kültüre ilişkin geliştirilen yeni yaklaşım açılarıyla birlikte üstün kültür anlayışı yerine kültürel göreliliğin kabul edildiği bilinmektedir.

Kültür, bir kavram olarak, kendisine yüklenen anlamlar açısından değerlendirildiğinde oldukça zengin bir anlam dünyasına sahiptir. Bu sebeple kültürün kavramsal düzeyde de olsa anlaşılması ve ifade edilmesi giderek zorlaşmaktadır. Nitekim 1952 yılında kültür tanımlarını toplayan bir antropolog 160 tane kültür tanımının varlığını saptamış, daha sonra bu sayı 300’e ulaşmıştır (Saran, 2010: 267). Kavramın çok sayıda tanıma sahip olması, farklı bakış açılarının bir sonucu olarak kabul edilebilir. Güvenç’e göre kültür, çok sayıda bakış açısı etrafında tanımlanmıştır (1999: 100). Buna göre kültür; sosyal miras ve gelenekler birliği, hayat yolu veya biçimi, idealler-değerler-davranışlar, çevreye uyum, geniş anlamda eğitim, bireysel psikoloji, düşünüş ve bir sembol olarak tanımlanmıştır. Bu kadar geniş bir yelpaze etrafında değerlendirilen kültürün her şeyin kapsayıcısı olarak tanımlanması da, yapılan tanımlar arasında yer almaktadır. Örneğin Marshall’ın tanımı bu nitelikte bir tanımdır (1999: 442): Sosyal bilimlerde kültür, insan toplumunda biyolojik olarak değil, toplumsal araçlarla iletilip aktarılan her şeyi kapsamaktadır. Bir işleme sürecinin adı olarak kültür, başlangıçta ürün yetiştirimi (cultivation) ya da hayvan yetiştirimi (çobanlık ve besicilik) ve zihin yetiştirimine (etkin cultivation’a) doğru anlamını genişleterek, özellikle Almanca ve İngilizcede 17. yüzyılın sonlarında belirli bir halkın bütün bir yaşam biçimi demek olan “tin” konfigürasyonunun ya da genellenmesinin adı oldu (Williams, 1993: 8).

Bir başka açıdan kültür, bilerek ya da farkında olmaksızın başka insanlardan öğrendiklerimizdir. Özellikle de kültürün, kuşaklar arasında aktarılan bilgi birikimi ve bütünleşmiş davranış örüntüleri olduğunu söyleyebiliriz (Wells, 1994: 43). Dolayısıyla kültür, öğrenme sürecini içinde barındıran bir kavram olarak ön plana çıkmaktadır. Kültürün kuşaktan kuşağa aktarılması ve öğretilmesi süreci, kültürün insan yaşamıyla kıyaslandığında görece uzun ömrünü açıklamaktadır. Başka bir anlatımla kültür, özellikle sosyoloji için sosyal yaşamın sembolik unsurunu ifade etmektedir (Turner, 2006: 111). Sosyal psikoloji perspektifinden ise kültür şu şekilde tanımlanmaktadır: Kültür belirli bir toplumun, üyelerinin doğada bulabileceklerinden daha fazla doyum sağlayabilmeleri için, başardığı tüm maddi ve davranışsal düzenlemelerin örüntüsüdür (Kağıtçıbaşı, 2008: 380).

Farklı disiplinlerden verilen bu kültür tanımlarının farklı bakış açılarıyla ortaya çıktığı kesindir. Özbudun’un belirttiği gibi (2010: 53-55) kültüre ilişkin yaklaşımlar üç eksen üzerinde değerlendirilebilir. Bunlar; Maddeci-İdealist yaklaşımlar, Senkronik-

Diyakronik yaklaşımlar ve son olarak Uyum-Çatışma perspektifleridir. Maddeci

yaklaşıma göre kültür; insana, daha doğrusu insan zihnine dışsal olan görüngülerin insanların zihinlerine dayattığı biçimlenişlerdir. Maddeci yaklaşımlar, kültürü yalıtılmış bir alan olarak değil, dışsal bağlantıları içerisinde ele almaktadır. İdealist yaklaşımlar ise kültürel algı ve kategorileştirmelerin kendilerine özgü bir yaşamı olduğunu ve maddi güçlerce etkilenmekten çok bunları etkilediğini söylemektedirler. Senkronik yaklaşımlar, toplum veya kültürlerin verili bir momentteki durumlarının incelenmesini temel alırlar. Buna karşılık diyakronik yaklaşımlar, toplumsal dinamikle ilgilidir, toplumları ve kültürlerini tarihsel süreçler içerisinde ele alıp nasıl değiştiklerini açıklama görevini önlerine koyarlar. Uyum perspektifi, toplumları birbirleriyle uyum içerisinde ve birbirlerini ve içinde yer aldıkları geniş bağlamı, yani toplumu destekleyecek tarzda işleyen kurumlardan oluştuğunu düşünür. Bu anlayışa göre kültür, doğası gereği uyumsaldır, uyuma yöneliktir. Çatışma perspektifine göre ise toplumlar çıkarları birbirleriyle çelişen, çatışan kesimlerden, toplumsal gruplardan oluşmuştur. Çatışmacı perspektifler, kültürü, toplumsal çatışmaların çözümlendiği ya da sürdürüldüğü alan olarak tanımlarlar.

Kültürün tanımları çok olsa da kültürün öğrenilen bir şey olduğunu, kişinin doğal çevresine uyumunu sağladığını, çok fazla değiştiğini ve kurumlarda, düşünce biçimlerinde ve en çeşitli maddi nesnelerde tezahür ettiğini söyleme konusunda

hemfikir olunabilir (Bourse, 2009: 49). Bu bakımdan kültür, Tomlinson’un da belirttiği gibi, kolektivitenin yaşam tarzını tanımlamakta işe yarayan, derleyip toparlayıcı bir kavram (1999: 17) olarak oldukça işlevseldir.

Etimolojik kökeni itibariyle kültürün “terbiye” anlamına geldiğini ve uygarlıkla özdeş olduğunu belirten Eagleton’a göre kültür, günümüzde bu anlamını yitirmiş ve terbiyenin zıddı olarak kullanılmaya başlamıştır;

Kültür artık neredeyse terbiyenin zıddıdır. Kozmopolit değil sınıfsaldır; zihinden çok daha derinlerden gelen kalp atışlarında yaşanan bir gerçekliktir ve bu nedenle de rasyonel eleştiriye kapalıdır. Uygarlaşmanın artık bir kavramdan çok “yabanların” yaşam biçimlerini betimleme yollarından biri olması ironiktir. Garip bir tersine çevirmeyle, yabanlar kültürlü, uygarlar kültürsüzdür. Kültür, “ilkel” bir toplumsal düzeni tanımlayabiliyorsa, kendi toplumsal düzeninizi idealize etmenizi de sağlar (2005: 22).

Kültürün, uygarlığı temsil eden toplumlardan ziyade artık yabancılara yönelik geliştirilen bir anlam dünyasını ifade etmesi, doğrudan doğruya farklı olanın sahip olduğu bir özelliğe göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla kültürün yabancıya ait olması, onun farklılık ekseninde tanımlanan kimliğinin hem bir nedeni hem de bir sonucudur. Kültür bu yönüyle farklılığın ve çeşitliliğin ifadesi olarak günümüzde ilkelliğin temsil ettiği bir alana göndermede bulunur. Batılı bilim çevrelerinin kendilerinden olmayan insan topluluklarını antropolojik bir araştırma nesnesi olarak analiz etmelerinin temelinde de bu bakış açısı rahatlıkla görülebilir.

Ancak her insan topluluğu kaçınılmaz olarak bir kültürle var olur. Toplumlar arasındaki coğrafi uzaklıklar arttıkça kültürel farklılıkların da giderek çoğaldığı bilinmektedir. Bu durumun en temel sebebi kültürlerin, diğer kültürlerle girdiği etkileşim nedeniyle ve mübadele ilişkisini sürdürdüğü ölçüde birbirlerine yakınlaşmalarıdır. Dolayısıyla kültürel etkileşim, kültürleri birbirine yakınlaştıran işlevsel bir süreçtir. Kültürler başka kültürlerden neyi özümleyip, neyi özümlemeyecekleri konusunda oldukça seçicidirler. İki kültür temasa geldiklerinde birbirlerini etkilemeye, bir karışım oluşturmaya başlarlar. Bununla birlikte yabancı kültürlerden gelen çoğu ögelerin istekle benimsenmesine karşılık, yerleşik kültür sistemine ters düşen bazılarının da reddedilmesi olağandır (Wells, 1994: 48).

Bir kültürün belli ölçülerde başka bir kültürün verilerini benimsemesi ve özümsemesi o kültürde belki kısmi değişikliklere yol açabilir ancak onu derinden sarsıp, değiştirebileceğini söyleyebilmek pek kolay değildir (Adanır, 2007: 27). Bu bakımdan kültürel etkileşim sonucunda yaşanan değişimler bütüncül değildir. Hiçbir kültürel

temas, bir kültürün tamamen ortadan kalkmasına ya da bütünüyle değişime uğramasına neden olacak kadar etkin değildir. Ancak kültürel etkileşimin yoğun olduğu durumlarda, özgün bir kültürel kategori olarak “melezlik” ortaya çıkabilir.

Melezlik düşüncesinin en temel unsuru basitçe karışımdır. Yani bir araya gelme, birleşme, birbirine geçme halidir. Melezlik kültürler arasında artan trafiğin sonucunda dünyanın farklı yerlerindeki kültürlerin birbirine karışması (Tomlinson, 2004: 195) olarak ifade edilebilir. Genellikle günümüzde içinde farklı kültürlerden gelen etnik- kültürel grupları barındıran toplumlarda melezliğe dayalı yeni kültürel biçimlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle göçmenler bağlamında değerlendirildiğinde, eğitim sürecinde çok farklı etnik kökenlerden gelen, kozmopolit okullarda okuyan göçmen çocuklarının birbiriyle iç içe geçmiş, tecrübe edilen sosyal koşullara göre değişen kendine özgü bir kültür kazanımı içerisinde oldukları görülmektedir. Bu kültür genellikle karışımlardan oluşmaktadır. Örneğin göçmen mahallelerinde yetişen göçmen çocuklarının çok sayıda dilden devşirdikleri kelimelerle konuşmaları ve kendilerine özgü yeni bir anlaşma yöntemi geliştirmeleri buna iyi bir örnektir. Bu dile pidgin (Burke, 2011: 95) dil denir ve tamamıyla kültürel melezliğe, karışıma ve iç içe geçme sürecine atıfta bulunur.

Melezlik kültür ile kurulan bir ilişki biçiminin sonucu olarak ortaya çıkar. Ancak bireyler kültürleriyle birçok farklı şekillerde ilişki kurarlar. Bu ilişki biçimlerinden üçü çok yaygındır (Parekh, 2002: 192-193). Bazı bireyler anlam ve önem sistemini içten benimser ve kültürün iyi baba, oğul, koca, karı, komşu, meslektaş ve iyi insan ideallerine titizlikle uyarak kültürel bakımdan otantik yaşamlar sürmeye çalışırlar. Bazı bireyler daha yenilikçidir. Kendi kültürlerine bağlı kalırken diğer kültürlerden değerli gördükleri inançları ve adetleri akıllıca ödünç alarak kültürlerini zenginleştirip genişletirler. Bazı başka bireyler de kültürel bakımdan başıboşturlar, hiçbir kültüre bağlılık duymaz, kültürler arasında serbestçe dolaşır, hoşlarına giden inançları, adetleri, yaşam biçimlerini alır ve kendilerine özgü derleme bir yaşam biçimi oluştururlar.

Kültür dört tarihsel kriz noktasında bireyler ve gruplar için önem kazanmaya başlar (Eagleton, 2005: 36): Kültür, değersizleştirilmiş bir toplumun görünürdeki tek alternatifi haline geldiğinde; köklü bir toplumsal değişim olmadan, sanat ve zarif bir yaşam anlamında kültürün var olması bile imkânsız görünmeye başladığında; bir topluluğun ya da bireylerin kültürün siyasi açıdan kurtuluşunun yollarını arayabilecekleri koşulları sağladığında ve emperyalist bir güç, egemenlik altına aldığı

insanları yaşam tarzlarını kabul etmeye zorladığında, bir toplum için giderek önemli bir unsur olmaya başlar.

Kültürün azınlık toplumları ve göçmenler açısından önem kazanmasının nedenlerinden bazılarını yukarıda ifade edilen kriz dönemleriyle ilişkilendirebiliriz. Öncelikli olarak azınlık ve içinde yaşanılan toplumun yabancısı olmak ulusal azınlıkları ve göçmenleri dezavantajlı konuma sürüklemektedir. Dolayısıyla bu toplulukların tek alternatif var olma, kabul edilme ve tanınma imkânları, sahip oldukları kültürel farklılıklar ekseninde şekillenmektedir. Bu yüzden göçmenler ve azınlık toplulukları için kültür oldukça önemli bir meşruiyet zemini hazırlamaktadır. Ayrıca göç alan Avrupa ülkelerinin uyguladığı asimilasyon politikaları, göçmenlerin kültürlerine ve kültürel kimliklerine daha sıkı sarılmalarına neden olmaktadır. Bu bakımdan, göçmenler kendilerini kültürel açıdan yok olma tehlikesi altında gördüklerinde ve başka bir kültürü benimsemeye zorlandıklarında köken kültüre olan sadakatleri daha belirgin hale gelebilmektedir. Asimilasyon politikalarının geçersizliğinin anlaşılması da bu süreçle ilişkilidir.