• Sonuç bulunamadı

KÂRGÂH, KÂRGEH, KÂR-HÂNE

Belgede Klasik Türk şiirinde ticaret (sayfa 99-106)

KLÂSİK TÜRK ŞİİRİNDE TİCÂRET

15. KÂRGÂH, KÂRGEH, KÂR-HÂNE

Farsça birleşik kelime olup iş yeri, fabrika, atölye gibi anlamlara gelmektedir. Şiirlerde dükkân kelimesine karşılık kullanıldığı da görülmektedir. Nitekim Tırsî berber dükkânı yerine kullanmaktadır:

O semtün kârgâh-ı berberi meşhûr iken cânâ

Tirâşum hâtırıy-çün anda pûyân olduğum yerdür (Tırsî, G. 49-2)

“Kârgâh, Kârgeh, Kâr-hâne” kelimelerinin “câh, ceh, çâh, çeh, bi’r, çarh, çerh, gabrâ, sun, zamâne, zamân, ‘ârifûn, kân-ı endîşe, ‘âlem-i fıtrat, cihân, mahabbet, muhabbet, çemen, dünyâ, ‘âlem, arz u semâ, kumâş, güher, metâ’, mâl, genc, gencîne, cevâhir, cevher, kâr, hikmet, zer, pîrûze, lü’lü, la’l, zer, sîm, mücevher, aşk” gibi kelimelerle kullanıldığı maşâhede edilmektedir.

Bu kâr-hâne-i gabrâda hâce-i emele

Kumâş ‘arz idecek dükân bulunmadı hîc (Rızâ, G. 21-5) Satup bu cânı derd alalı halk Bâliyâ

Kâr-hâne-i zamânenün işin bitürdiler (Bâlî, K. 19-9) Fânîdür bu kârgâh-ı cihân

Olma ser-beste kârına bir ân (Ahmet Nâmî, Terc. B. 1 Bend 7-1) Azl kılmış beni amellerden

Âmil-i kâr-hâne-i dünyâ (Fuzûlî, K.21-6) Bu kâr-hâne-i ‘âlemde eger kim itmedim bir kâr

97

Bu kâr-hâne-i hikmetde ana hayrânuz

Ne gönlümüzce günâh ü ne hod-sevâb itdük (Şehrî, G. 84-2)

Yukarıdaki beyitlerde kelime “hikmet, dünya, âlem, zaman, devir” gibi kelimelerle birlikte kullanılmış ve pîr-i mugâna olan hayranlık ve bağlılıktan, dünya istek ve arzularından, tüm bunların geçiciliğinden, devirden ve feleğe yapılan şikâyetten, dünyaya bel bağlanılmamasından bahsedilmiştir.

Bu kelimenin en güzel kullanımlarından birini Ahmedî’nin şu beytinde göemekteyiz. Kur’ân-ı Kerim’de, “Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını

dilediğinde ona sadece “Ol” der o da oluverir.” (Âl-i İmrân 3-47) (Diyanet İşleri

Başkanlığı (DİB), 2007: s. 55) buyrulur. Bu âlemi ve ondaki tüm güzellikleri yaratan Allah’tır. Her şey O’nun sanatıdır. Bu yeryüzü O’nun tüm güzellikleri ortaya koyduğu bir atölyedir. Bu şaşılacak ve sırları karşısında hayran olunacak bir sanattır.

“O her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân

25-2) (DİB, 2007: s. 258). İşte bu yüzden O, kader üstâdıdır. Gönül aynasına güzelliğini nakşetmiştir. Böylece insanda Allah’ın yarattığı en değerli varlık, bir cevher olmuştur:

Bir agaçda zer ü pîrûzedür ü lü’lü vü la’l

Var mıdur kârgeh-i sun’da fikr eyle kim halel (Ahmedî, Kaside 54-4)

Buna benzer kullanımlar şu şiirlerde de dikkat çekmektedir:

Nazar itdükde bu zemîn ü semâ

Bir ‘aceb kârgâh-ı sun‘-ı Hüdâ (Said Giray, M. 4-2)

Kârgâh-ı ‘âlem-i fıtratda üstâd-ı kader

Eylemiş mir’ât-ı dilde nakş-ı hüsni cilve-ger Tâ o demden rûzedâr-ı iştibâkuz muhtazar ‘Îd-i vaslına o şâhun irmek olursa eger

Kebş-i cânı ana kurbân itmemek mümkin degül (Ahmet Nâmî, Tahmîs 5-2) “Göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin hükümranlığı yalnızca Allah’ındır.”

(Mâide 2-120) (DİB, 2007: s. 126). “Vahyî kuluna Peygamberimiz hürmetine iki dünyada da mutluluk ver.” diye şâir niyazda bulunur:

Ey mûcid-i kâr-hâne-i arz u semâ V’ey mevkid-i meş‘al-i zuhûr-ı dü-serâ VAHYÎ kulunı şeh-i rusül hurmetine

98

“O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”

(En’âm 7-103) (DİB, 2007: s. 140) Kâr-hâne’ye benzetilen bu dünya üstâd olarak belirtilen bir yaratana sahiptir. Yaratıcının yüceliğini anlamak için ise kudret sahibi ve akıllı olmak gerekmektedir:

Bu kâr-hâne bir üstâddan değil hâli

Gerek bu kudrete elbette kâdir ü dânâ (Fuzûlî, K.1-46)

Bu dünya atölyesinin tek ve eşsiz üstadı ve her şeyi hakkıyla bilenin olarak Allah olduğunu belirten bu şiirlerden başka bu kelime doğa ve tabiatın canlanması ile ilgili olarak da bazen kullanılmıştır. Tabi burada da yine yaradana değinilir. Bağlar, bahçeler tekrar canlanmış ve bahar gelmiştir. Allah burada “reng-rezân” sıfatıyla anlatılmıştır. Ayrıca tüm nakışlar, yapılanlar O’na aittir. İnsanın bu dünyada başka bir kârı yoktur:

Geçmeden rengi zamân al ele rengîn ayağı

Bâğlar kârgeh-i reng-rezân oldı yine (Zâtî, G. 1246-3) Nakş u nigâr ile durur kârımız

Hem ne kadar var bu ne kâr-gâh (Nigârî, G. 625-4)

Yeri gelip zamandan şikâyet edilip ona uyma tavsiyesinde bulunulurken:

Âdem gibi dilâ çün edüp meyl dâneye Geldün tenezzül-ile çü bu kâr-hâneye Var-ısa meylün âh-ıla ger zindegâneye Devr ü zamân ne eylese yer yok bahâneye

Gördün zamâne uymadı sen uy zamâneye (Selikî, Tercî’-i Bend 7-1)

Yeri gelip hikemî veya tasavvufî manada vücut anlatılırken ve bu beden köhneye benzetilirken:

Dir Sinan Ümmî vücûdum ana bir kâr-hânedür

Ser göziyle görmeyen fehm eylemez dildârlıgım (Ümmî Sinan, G.121-9)

Bazen yolundan gidilecek pîr veya ârif anlatılırken: Kâr-gâh-ı ‘ârifûndur feyz alurlar cümlesi

Bundan a‘lâ bâb yok bize gerek bâb-ı rızâ (Mehmet Sıdkî, G. 9-2)

Bazen de aşk, muhabbet, gönül gibi sevgi ve sevgiliyle ilgili unsurlar anlatılırken bu kelime kullanılır. Kâr-hâne bazen harâb olur. Buranın mâmur olması ise ancak sâkînin şarap kadehini doldurmasıyla mümkündür:

Sâkî pür eyle câm-ı şerâb-ı mugâneyi

99

Aşk adına kârgâh denilen belâ, sıkıntı ve mihnetle dolu bir ocaktır:

Bu dûdmân-ı ‘aşk ‘aceb kârgâhimiş

Mihnet bucagı derd evi künc-i belâyimiş (Mânî, G. 36-3)

Söylediği değerli sözler yani şiirinin dolaştığı söz vadisi olarak da kullanıldığı olmuştur:

Bu kâr-hânede Nâbî peyâm-ı müjde-i vasl

Metâ’-ı tâzedür ammâ velî nümâyişi yok (Nâbî G.385-5)

16. KÛÇE

Farsça bir isim olan kûçe küçük ve dar sokak anlamının yanında çarşı ve

pazar manasına da gelmektedir.

Sevgilinin salınarak, gönülleri peşinden sürükleyerek yürüyüşü şehrin çarşı ve pazarlarında fitneye sebep olmuştur. Ona meftun olanları birbirine düşürmüştür. Nasıl ki bir pazarda değerli ve az bulunan bir ürün için müşteriler birbirine düşerse sevgilinin aşkına talip olan âşıklar da ona kavuşabilmek için birbirleriyle kıyasıya rekabet eder. Bu durum da aşk pazarında fitne ve kargaşaya sebep olur:

Şehr içinde çü revân oldı revân ben de didüm

Fitne-y-ile pür olur kûçe vü bâzâr yine (Avnî, G. 65-3)

Sevgili öyle güzeldir ki güneş, onun sırlı güzelliğinin çarşısında gece ortaya çıkan ve kendi hakkı olmayan bir şeye sahip olmaya çalışan bir hırsız gibidir. Güneş ondan bir şeyler almaya çalışır ve ancak bu şekilde var olabilir:

Bâg-ı inşâsına hayrân çeşm-i şûh-ı nergisi Rişte-i efkârının âhû-yı manâ mûnisi Sözlerinin nakd-i sâf-ı sîne-i hûbân mesi Gevher-i güftârının kân müşterî-i müflisi

Kûçe-i esrârının hûrşîd düzd-i şeb-revi (Şeyh Gâlip, Tahmis 1-11)

17. MANAV

Yunanca kökenli olan manav dir ve hem “meyve, sebze satılan yer” hem de

“meyve, sebze satan kimse” anlamına gelmektedir. Kelime Tırsî tarafından

kullanılmıştır. Şâir ticârî ilişkilerin döndüğü bu mekânı kendine has üslubuyla ele almıştır. Bu beyitte şâir çatıdan aşağı asılmış ve satılmayı bekleyen yaş üzümlerin bulunduğu bir manav dükkanından söz etmektedir:

Manav dükkânına vardum üzüm almağa seyr itdüm

100

Burada ise bir meyve olan muşmula ile birlikte kullanılır. Muşmula halk dilinde yüzü buruşmuş, kırışmış insanlar için “muşmula suratlı, muşmula gibi” şeklinde kullanılır. Şâir böyle kimselerin kendilerini kibar ve güzel kişilerle bir tutamayacağını söyler:

Tartılur muşmulaveş dest-i manavda bunamış

Bir tutar kendüsini tâze zarîfâne ile (Tırsî, G. 170-7)

Burada da Tırsî içinde bulunduğu karamsar ruh halini yine manav ve bununla tenasüplü kelimelerle ifade edmektedir. Bir manavda satıcılık yapmak ister ancak ne bunu yapacak eşyaları vardır ne de gönlünde isteği:

Bir manava tablakâr olmak murâdum Tırsîyâ

Dil şikest mîzân şikest hem tabla-i döngel şikest (Tırsî, G. 26-5)

18.SÛK

Kelime sözlükte “Çarşı, pazar, alım satım yeri.” (Devellioğlu, 2012: s. 1123) anlamına gelir. “Arapçası "mal sevkedilen yer" manasında sûk (çoğulu esvak) olup

Kur'an'da müşriklerin Hz. Peygamber'in pazarlarda dolaştığı, dolayısıyla diğer insanlardan farkının bulunmadığı yönündeki eleştirilerine değinilen iki yerde geçmektedir ( el-Furkan 25/7, 20)”. (Kallek, 2007: s. 194)

Şiirlerde diğer alışveriş mekânlarıyla aynı anlamlarda kullanılır. Tarih ve kıt’a beyitlerinde, kaside veya mesnevilerde kelimenin gerçek anlamını bulabiliyoruz:

Sıtanbulu kılup envâ‘-yı şehr-âyin ile tezyîn

Meserretler ile döndürdü her sûkun gülistâna (Nedîm, K.16-29) Bu sûk-ı bî-bedel durdukça dâ'im ola bânisi

Ki onunla nızâm-ı dîn ü devlet pây-ber-câdır (Nedîm, Kıt’a 17-10)

Burası yeri gelir ilim, irfan ve hüner pazarı olur. Burada irfan çarşısı bulunur ve burası marifet kumaşıyla donanmıştır. Marifet ehli hünerlerini ortaya koyup erbabına kumaşını sunar. Bu bir demdir, bazen insanı insan yapan güzellikler revaçta olur; bazen de bunların değeri anlaşılmaz.

Tonatmışlar kumâş-ı ma’rifetle sûk-ı ‘irfânı

Hüner izhâr edip ehl-i ma’ârif ‘arz-ı kâlâda (Sümbülzâde Vehbî, K.4-51) Demdür ki sûk-ı ‘ilme gelüp nevbet-i revâc

101

Toplumsal eleştiriyi de görmemiz mümkündür. Şâir yeri gelir kendisine maddi bir karşılık vermeyen, hünerini sadece güzel sözlerle geçiştiren padişahı bile eleştirir. Dünya bir çarşıdır. Burada herkes kendisi için değerli olan bir şeyler bulur. Bir lokma peşinden giden derviş de daha çok kazanmak isteyen zengin de:

Şimdi sûk-ı nâsda cârî olan bir iltifât

Gûyiyâ dirhem-i meskûk-i sultân kalmamış (Meşhûrî, G. 63-3) Her metâ‘un bir revâcı var bu sûk-ı dehrde

Meyl eder dervîş olan peşmîneye dîbâya bây (Nâşîd, G. 107-5)

Dinî ve tasavvufî düşünceler anlatılırken yine “sûk” kelimesi önemli bir metâ olur, “fenâ” kelimesiyle çok sık birlikte kullanılır. “Fenâ; yok olma, yokluk, geçip

gitme. Ölümlülüğü ifade eder bekânın zıddıdır. Klâsik Türk şiirinde daha çok maddî varlık ve hayat çerçevesinde kullanılır.” (Pala, 2000: s. 137). Tasavvufta ise “kulun fiilini görmemesi hali” (Uludağ, 2012: s. 134). dir.

Güm-kerde oldu mâye-i ‘ömr-i şerîf hayf

Bilmem nedir bu sûk-ı fenâgehde sûdumuz (Erzurumlu Zihnî, G. 117-2)

Beyitte ömrün yok olup gittiği; ancak hiçbir kazanç elde edilemediği anlatılır. Bir de salikler vardır. “Allaha giden yolu tutana seyr halindeki bulunduğu sürece

müritle müntehi (vâsıl, eren) arasındaki mutasavvite sâlik denir.” (Uludağ, 2012: s.

306). “Taç; tarikat şeyhlerinin, ruhani saltanat ve manevi devlet simgesi olarak

giydikleri külah. Mevlevilerde taca sikke denir.” (Uludağ, 2012: s. 306). Hakikat

çarşısında değer bulmanın yolu ancak bir şeyhe bağlanmaktır.

Sâlikâ olmaz ise başda tarîkatden tâc

Sikkesiz ol bulamaz sûk-ı hakîkatde revâc (Abdullah Nurî, G. 25-1)

Namus tasavvufta “kullarının uymaları ve uygulamaları için Allah tarafından

konulan kanun ve hükümler” (Uludağ, 2012: s. 271) anlamına gelir. Melami “Hayrı izhar, şerri izmar etmeyen sâlik,” yani “ibadetini gizli tutan, ama günahını gizlemeyen kimse,” diye tarif edilir. (Uludağ, 2012: s. 242) Şâir kendisini namusu

satmış, ar-namus şişesini kırmış ancak hakikatte Allah’a ulaşmaya çalışan bir melâmet ehli, bir sâlik olarak görür.

‘Ayniyâ sûk ı melâmetde satup nâmûsı

Külhan ı ‘aşka varup bir yatacak yer yaparız (Antepli Aynî, G.73-5) Sıdkdur mâyesi esrâr-fürûş-ı ‘aşkun

102

Kur’ân-ı Kerimde Rabbimiz “Herhangi bir kimseye uzun ömür verilmez

yahut kısaltılmaz.” (Fatır 35-11) (DİB, 2007: s. 434). Alah vakti ve saati gelince can

emanetini geri alır buyurur:

Bu sûkda kime virdiyse mâye-i enfâs

Gelince vacdesi kabza emân zamân mı virür (Nâbî, G.82-4)

Dünyadayken, ahret âlemi için hazırlığımızı yapmalı amel kesemizi sevaplarla doldurmalıyız:

Bu sûkda bir fâ’ide i zâ’ide yokdur

Sen kîse i âmâle hemân nakd i ziyân ko (Antepli Aynî, G.175-7)

Kelimenin sadece dini, tasavvufi ve hikemi anlamları şiirde kullanılmaz. En önemlilerinden biri olarak sevgiliye ait kullanımı da karşımızı çıkar. “gam, aşk, muhabbet, belâ” gibi kelimelerle tamlama kurarak kullanılmaktadır. Âşığın gözyaşı nakdi gam çarşısında kabul görmez. Gönlü süsleyen kavuşma kumaşının değeri ancak can cevheriyle ödenir:

Bahâ-yı kâle-i vasl-ı dil-ârâ cevher-i cândur

Nukûd-ı eşk i âşık sûk-ı gamda nâ-revâdur hep (Nesîb, G. 8-3)

Muhabbet çarşısında satım için değer bulan hicrandır. Bu yüzden aşk metâı çok ucuza gider:

Mezâd-ı sûk-ı muhabbetde çokdu hicrânı

Metâ’-ı ‘aşkı anınçün ucuz bahâda gezer (Mekkî, G. 16-2)

Klâsik Türk şâiri için önemli bir husus da söylediği sözün, sühânının ne kadar değerli, eşi benzeri olmayan ifadeler olduğudur. Bu anlatılırken de karşımıza “sûk” kelimesi çıkar. Onun sözleri bazen mana çarşısının kendisi olur, bazen buranın değeri onun sühanıyla artar. Bu yoldan yürüyenlerin pîri de odur. Mana çarşısının cevher satan bir satıcısıdır ve elindeki inci satan kalemi onun tercümanıdır:

Gönül gencîne-i pür-gevher-i feyz-i İlâhî’dir

Dehânım sûk-ı manîdir zebânım sûd-bahşâdır (Haşmet, K. 10-46) Didiler birden eyâ pîr-i reh-i nazm-ı sühan

Ey kühen-cevherî-i sûk-ı beyân u tahrîr (Nâbî, K. 8-4)

Sûk kelimesinin çoğulu ise esvâktırdur. Sûk kelimesiyle aynı anlam

doğrultusunda şiirlere konu olmuştur. Burada tasavvufî anlam vardır. Umursamazca gezilen dükkânlar ve pazar aslında dünyadır. Burayı umursamayıp hiçbir maddî unsuruna değer vermezsek sıkıntılardan kurtuluruz:

103

Lâübâlî geşt ider esvâk u bâzârı ‘ıyân

Kurtulur zucretden ol kes göstere iflâsını (Mehmet Sıdkî, G. 198-4)

Belgede Klasik Türk şiirinde ticaret (sayfa 99-106)