• Sonuç bulunamadı

Devletin Gelir Kaynakları

Belgede Klasik Türk şiirinde ticaret (sayfa 60-80)

TİCÂRETİN TANIMI VE TARİHÇESİ

2.3. Türk Kültüründe Ticâret

2.3.4. Osmanlı Dönem

2.3.4.1. Osmanlı Devleti’nde Mâlî Sistem

2.3.4.1.2. Devletin Gelir Kaynakları

Devlet genel olarak üç farklı yoldan gelir elde etmiştir. Bunlar mukataa, cizye ve avarız gelirleridir:

2.3.4.1.2.1.Mukataa Gelirleri:

Devlete ait vergi ve gelir kaynakları kısaca mukataa adı altında ifade ediliyordu. Mukataaları günümüz yaklaşımıyla (genellikle özel teşebbüs tarafından işletilen) Kamu iktisadi teşebbüsleri olarak görmek mümkündür.

Devlet mukataa gelirlerini toplamak için çeşitli yöntemlere başvurmuştur. Bunlar iltizam, emanet ve malikânedir: İltizam, mukataaların bir bedel karşılığında genellikle özel teşebbüs tarafından işletilmesidir. İltizam usulü Fatih zamanında sistemleştirilmiştir. Mukataaların işletilmesinde ikinci temel yöntem emanettir. Emanet, mukataaların emin denen memurlar tarafından işletilmesidir. Üçüncü temel yöntem malikânedir. Malikâne ömür boyu verilen iltizamlara verilen isimdir. XVII. Yüzyılın sonlarından itibaren (1695), özellikle maliyenin artan nakit ihtiyacının baskısı altında iltizamla işletilen mukataalar malikâne haline getirilmeye

58

başlanmıştır. Bu sistemde mukataa gelirleri birer peşin (muaccele) ve her yıl ödenecek taksitler (müeccele) karşılığında özel kesime satılmaktaydı.

2.3.4.1.2.2. Cizye Gelirleri:

Terim olarak cizye İslâm ülkelerinde yaşayan ve devlet tarafından can, mal, ibadet ve eğitim gibi hakları garanti altına alınmış olan gayr-ı müslim vatandaşlardan alına vergiye verilen addır. Bu vergi Osmanlı için ciddi bir gelir kaynağını oluşturur. 16. asra kadar bu vergi yerine haraç kelimesi kullanılmış, cizye ise verginin daha sonraki ismi olmuştur. Daha önceki Türk ve Müslüman ülkelerde de görülmüş ve Osmanlı tarafından da uygulanmıştır. Bununla birlikte “cizye mükelleflerinin ehl-i

kitap olması gerekirdi. Putperest ve Mecusiler üzerine cizye konması caiz değildi.

(Ünal, 2011: s. 153).

Bu vergi 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı ile birlikte kaldırılmıştır. Ancak cizye, fermanda Müslüman olmayan halkın da askerlik yapacağı hükmü getirilince 1907 yılına kadar Müslüman olmayan halktan askerlik bedeli adı altında alınmaya devam etmiştir. (İnalcık, 1993: 48).

2.3.4.1.2.3. Avârız Gelirleri:

Bir diğer gelir kalemi ise ilk başlarda savaşlar gibi olağandışı zamanlarda alınan daha sonra ise sürekli hale getirilmiş olan avârızdır. Bu nakdî olarak alındığı gibi aynî olarak yani mal ve hizmet olarak da tahsil edilmiştir. Bu vergi Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte yapılan düzenlemeler neticesinde kaldırılmıştır.

Devletin genel olarak gelir kalemlerini açıkladıktan sonra özellikle “Tımar ve Vakıf” sistemleri üzerinde biraz durmak gerekmektedir:

2.3.4.1.2.4. Tımar Sistemi:

İlk İslam devletlerinden itibaren uygulana daha sonra Selçuklu zamanında ikta olarak adlandırılan ve buradan da Osmanlı’ya geçen tımar sistemi devletin askerî ve idarî oluşumunun temeli sayılmıştır. Gerek askerî anlamda gerek vergi gelirlerinin

59

düzenli olarak elde edilmesinde gerekse tarıma dayalı ekonominin düzenlenmesinde temel teşkil eden bir sistem olmuştur.

Ekonomiyi ayakta tutan en önemli gelir kalemlerinden biri olan tımar sistemi sayesinde devlet ziraattan alacak olduğu vergiyi çoğu asker olan tımar sahibi kişilere veriyor, böylece askere vereceği maaştan kurtulmuş oluyordu.

Bu sistem 17. Yüzyıldan itibaren ise önemini yitirmeye ve yerini mâlikâne, özel mülkiyet ve vakıflaşmaya bırakmıştır. (İnalcık, 2011: 117; Tabakoğlu, 2014: s. 302-303).

2.3.4.1.2.5.Vakıf Sistemi:

Vakfın temelinde hem insanî hem dinî hem de toplumsal amaçlar yatmaktadır. Vakıflar aslında İslâm medeniyetinin de önemli değerlerinden olan hayır kurumlarını ifade eder. Bu sistem aslında şahıs veya kurumların varlıklarını dini hizmetler için harcamayı ve böylece bir hayır kurumu oluşturmayı amaçlamaktaydı. Osmanlı’da başta padişahlar olmak üzere devlet ileri gelenleri ve zenginler vakıflar kurarak İslâmiyetin emrettiği sosyal yardımlaşma düşüncesini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bu maksatla vakfın yönetici konumunda bulunan bir mütevellisi ve vakfın gelirlerini koruyup arttırmayı amaçlayan bir nâzırı bulunurdu.

Bu sistem Selçuklular ve özellikle Osmanlılar döneminde çok büyük önem arz etmiş hem toplumsal hayatı hem de ekonomik hayatı derinden etkilemiştir. Bu vakıflar her ne kadar özerk bir sivil toplum kuruluşu özelliği gösterse de devlet tarafından daima kontrol altında tutulmuştur.

Bu müesseseler Tanzimat’ın ilanına kadar etkinliğini sürdürmüş, kamuya hitap eden birçok hizmet vakıflar sayesinde yerine getirilmiştir. Eğitim-öğretim ve sağlık başta olmak üzere dini hizmetler ve belediye hizmetleri gibi sosyal yardımlaşma duygusunu geliştirecek birçok hizmet vakıflar sayesinde verilmiştir.

“Bir kişi vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallarından yer ve içer, vakıf kitaplarından okur, bir vakıf mektebinde hocalık yapar, maaşını vakıf idaresinden alır ve öldüğü zaman vakıf bir tabuta konulup, vakıf bir mezarlığa gömülürdü.” (Bayartan, 2008: s. 161). Tüm bu örnekler Osmanlı’ya niçin vakıf

medeniyeti dendiğini daha iyi göstermektedir. Bu sistem sayesinde hem toplumsal anlamda yardımlaşma duygusu gelişmiş hem de devlet kendi yapması gereken cami,

60

okul, hastane, medrese gibi ciddi anlamda maddi yük getiren harcamalardan kurtulmuştur.

Bu vakıfların “bazıları ticari gelirlerle, yani kaynağında hiçbir devlet tahsisi

bulunmayan, tamamen özel kazançlarla meydana getirilmiştir. Bütün bunlarla birlikte imparatorluğun en önemli iktisadi kaynağı olan zirai sahada yapılan büyük imar ve ıslah işlerinin de bazen vakıflar yoluyla yapıldığını görmekteyiz.” (Bayartan,

2008: s. 165).

16. asırda Osmanlı topraklarının %20’sini vakıf arazileri oluşturmaktaydı.

“Bu derece önemli bir paya sahip olan toprak vakıflar üzerinde gerçekleştirilen tarımsal faaliyetlerden elde edilen zirai ürünler, hayır amaçlı kullanılmakta ya da vakfiyede belirtilen hususlar çerçevesinde sarf edilmekteydi.” (Karaboğa, 2010: s. 7).

Vakıf araziler ve bunların gelirlerinin vakfiyelerde belirtilen yerlere harcanması biraz da devletin ve insanın zihniyetiyle ilgilidir. Bunlardan bazılarının kişilerin ticaretten elde ettikleri gelir sayesinde kurulması ise ülkedeki ekonomik refah seviyesini göstermesi açısından önemlidir. (Bayartan, 2008: s. 159; Günay, 2012: 475; Tabakoğlu, 2014: s. 306-307).

2.3.4.1.2.6. Tarım ve Hayvancılık

Osmanlı devleti üç farklı kıtada ve çok farklı iklim özelliklerine sahip bir coğrafyada hüküm sürdüğü için gerek tarım ve gerekse hayvancılık ekonomik faaliyet olarak büyük önem arz etmektedir. Coğrafyanın büyüklüğü ve buna bağlı olarak nüfusun fazlalığı tüm bu faaliyetleri daha da gerekli hale getirmiş; göçebe yaşayan aşiretlerin çokluğu, Nil ve Tuna haricinde Dicle, Fırat ve Aras gibi nehirlerin varlığı tarım ve hayvancılığı olumlu yönde tetiklemiştir. “Kullanılan

toprakların %90’a yakın bölümünde kuru tarım yapılır ve hububat ekilirdi.” (Pamuk,

2013: s. 38). Özellikle Anadolu’nun buğdayın anavatanı olması, toprakların verimliliği, hububatın gerek asker gerekse teba için vaz geçilmez olması ziraatin önemini daha da arttırmıştır. Buğday, arpa, bakla, nohut ve mercimek tüketilen başlıca gıda maddeleriydi.

Sayılan bu ürünler çoğunlukla günlük tüketim için önemliyken sanayi ve ticârete konu olan pirinç gibi maddelin üretimi de yapılmıştır. Büyük öneme sahip olan pirinç üretimi köylüler tarafından yapılmış, çoğunlukla ise mültezim elinde

61

bulunan devlet arazilerinde gerçekleşmiştir. Mültezimler tarafından satımı yapılan pirinç devlet için ciddi bir gelir kapısı olmuştur. Beypazarı, Niksar, Boyabat ve Tosya Anadolu’nun pirinç merkezleri olarak karşımıza çıkar. Rumeli’de ise üretimin Filibe önemli bir pirinç üretim merkezidir. Diğer önemli sanayi bitkileri pamuk, keten ve kendirdir. Özellikle dokumacılıkta kullanılan pamuğun ve bundan üretilen kumaşın ticâreti gerek iç piyasada gerekse dış piyasada oldukça yoğun bir şekilde yapılmıştır.

Tarım denince özellikle bağcılık dikkati çekmektedir. Bu uğraş ise oldukça geniş ve bazen kurak olan Anadolu topraklarının aksine köylüler tarafından değil sulama imkânının olduğu büyük şehir merkezlerine yakın yerlerde, normal şehir ve kasabalarda yaşayan insanlar tarafından yapılmaktaydı. Buralarda bağ, bahçe ve meyvelikler oldukça fazla bulunurdu. İstanbul, Bursa, Edirne, İzmitv gibi büyük şehirlerde yapılan üretim oldukça kârlı oluyordu. 17. Yüzyıldan itibaren ise tütün ve mısır yetiştiriciliği de Osmanlı topraklarında hızla yayılmış, bu ürünler önemli ihraç mallarından olmuştur.

Osmanlı toprak rejiminde çiftliklerin büyük önemi vardır. Çiftlik denilen bu araziler 60 ile 150 dönüm arasında değişmiş ve ziraate elverişli tımar, vakıf, mülk topraklarının temelini teşkil etmiştir. Özellikle köylü halkın temel toprak birimi olduğu için de çiftlik arazilerinin bölünmesi devlet tarafından yasaklanmıştır.

Tarımın Osmanlı’da ne denli önemli olduğunu göstermek açısından Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sindeki 17. yüzyıl İstanbuluyla ilgili şu bilgiler önemlidir. Çelebi eserindeo tarihte İstanbul’da 26 bin tarla, 57 bin çiftçi; 43950 bağ, bahçe ve bostanla her bağda birer adamdan 43950 adam; meyve ağacı aşlamak için 500 kişi; 500 sebzeci dükkânı ve burada bulunan 500 kişi olduğunu söyler. Ayrıca bu sebzeci dükkânlarında maydanoz, kerviz, hıyar, patlıcan, turp, şalgam, kabak, havuç, tere, pırasa, şalgam satıldığını da belirtir. (Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi 1. Kitap (2012). Haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 314-315).

Tarımdan başka Osmanlı ekonomisinin önemli unsurlarından biri de hayvancılıktır. Hiç kuşkusuz Türk toplumlarında bu uğraş Türkistan coğrafyasında göçebe hayat sürdüğü zamanlardan bu yana vazgeçilmez olmuştur. Gerek yapılan yaylacılık gerekse sert iklim koşulları karşısında et tüketme ihtiyacı hayvancılığı bir anlamda zorunlu kılmıştır. Bu durum Anadolu’da devlet kuran Osmanlı için de böyle

62

olmuştur. Tarımla kıyaslandığında daha kazançlı bir iş olması da bu mesleğe olan ilgiyi arttıran başka önemli bir etkendir.

Osmanlı’da hayvancılık günümüzde de şahit olduğumuz gibi Doğu Anadolu’da ve Türkmen aşiretleri arasında daha yaygındı. Osmanlı’da hayvancılık bakımından Diyarbakır, Erzurum, Urfa öne çıkmaktaydı. Bunun haricinde özellikle İç Anadolu ve Ege bölgesinde küçükbaş hayvan yetiştiriciliği yaygındıve büyük bir ekonomik hareketliliğe sahipti. Arap yarımadasında ise Şam ve Mısır hayvancılık bakımından gelişmişti. Hayvancılık aynı zamanda dericilik sektörünün de gelişimine oldıkça katkı sağlamaktaydı.

Yine Seyahatnâme’de hayvancılıkla ilgili olarak İstanbul, Galata, Üsküdar ve Eyüp’de 999 kasap ve burada çalışan 1700 kişiden, 200 tane salhane yani mezbaha ve çalışan 1000 kişiden, 100 sığır kasabı ve 200 neferinden, 2000 mandıradan, 1060 âyan çiftliğinden, 800 tane eğrek denilen ağıldan ve ayrıca 2000 ağıldan, 700 koyun celebinden ve 55 Yahudi kasap dükkânından bahsedilir. (Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi 1. Kitap (2012). Haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 330). Bu da hayvancılığın Osmanlı’da ne denli önemli olduğunu göstermesi açısından önemlidir. (Akdağ, 2014: s. 504-507; Güran, 2013: 116; İnalcık, 2011: s. 68; Pamuk, 2013: s. 39-40; Tabakoğlu, 2014: s. 323-324; Türkiye Tarihi 2, 2009: s. 156; Ünal, 2012: s. 98-101).

2.3.4.1.2.7. Madencilik

Osmanlı döneminde maden işletmeciliğinin gelişmesindeki önemli etkenler askeriye ile ilgili ihtiyaçlar ve para basımıyla ilgili durumlardır. Maden kullanılarak imal edilen ürünler genellikle silahlar, tarım ve ev aletleridir. Bu işlerin yapıldığı yerler ise daha ziyade demirciler ve bakırcıların olduğu çarşılarda yapılmaktaydı.

“Osmanlı İmparatorluğu’nda her türlü maden devlete aitti. Devlet her bir maden kaynağını mukataa sayar ve genellikle madenciliğe vâkıf kişilere iltizam usulüyle işletirdi.” (Ünal, 2012: s. 206). Mültezimler işletme hakkını aldıkları madenler

karşılığında devlete belli bir ödeme yapar, kalan kâr ise kendilerinde kalırdı. Maden işletme hakkı bazen de emanet denilen bir sistemle kişiye verilirdi. Buna göre devlet madeni işletilmesi ve gelirinin toplanması için bir memur görevlendirirdi. Ayrıca çıkarılan madenlerin yurt dışına satımıyla ilgili bazı kurallar söz konusuydu.

63

Öncelikli amaç iç piyasanın ihtiyacını karşılamaktı. Eğer bundan fazlası üretilirse ihraç söz konusu olurdu.

Ülkede çıkarılan başlıca madenler altın, bakır, gümüş, demir, kurşun, şap, kükürt ve güherçileydi.

2.3.4.1.2.8. Sanayi

Osmanlı sanayisi özellikle ülke içindeki ihtiyaçları karşılamaya yönelik olarak geleneksel metotlara bağlı bir şekilde lonca teşkilatı etrafında şekillenmekteydi. Lonca teşkilatına bağlı olarak da sanayinin en önemli öğesi küçük işletmeler olmuştur. “Ulaştırma ve taşıma şartlarının yetersizliği yüzünden üretici ve

üretim miktarlarını sınırlayan bu sistem genelde pazar imkânları kısıtlı ve kendi kendine yeten yerel bir Ortaçağ ekonomisi özelliklerini taşıyordu.” (Ünal, 2012: s.

107). Sanayi ürünlerini pazarlayacak iç piyasanın genişliğinden dolayı ürünleri ihraç etmek hiçbir zaman öncelikli olmadığından yerli sanayi istenilen oranda büyüyememiştir.

Sanayi denince Osmanlı’da akla öncelikle dokumacılık ve tekstil gelmektedir. Anadolu’da yapılan hayvancılık sayesinde dericilik ve dokuma her zaman büyük önem arz etmiştir. Buna bağlı olarak da dünya standartlarının üstünde ürünler ortaya çıkmıştır. İlk başlarda dünyanın en kaliteli dokumaları yapılırken 15. Yüzyıldan itibaren Avrupa’da teknolojik gelişmelere bağlı olarak kalitenin yükselmesi ve Osmanlı’nın başı çektiği Doğu sanayilerinin gelişmelere ayak uyduramaması bu alanda gerilemeye sebep olmuştur.

Osmanlı sanayisinin temelini oluşturan dokumacılık ve tekstil tarıma dayalı gelişimini sürdürtmüştür. Sanayi sistemi deri işlemeciliği, ipekli ve yünlü dokumacılık anlamında hayvancılıkla; pamuklu dokumacılık anlamında tarımla yakın ilişki halindeydi. Özellikle dericilik büyük şehirlerin yanında küçük kasabalarda dahi ticâret hayatına canlılık vererek gelişimini yüzyıllar boyunca sürdürmüştür. İstanbul, Edirne, Kayseri, Ankara, Bursa, Manisa, Tokat ve Konya dericiliğin yaygın olduğu şehirlerin başında gelmektedir. İpekli dokuma denince Bursa, yünlü dokuma denince de Ankara ön plana çıkmaktaydı. Bunlardan başka şehirlerde de yapılan dokumacılıkta önemli bir üretim kolunu askerî malzemeler oluşturmaktaydı. Bursa ve Bilecik’te ipekten başka kadife üretimi de yapılmaktaydı

64

ve bu anlamda önemli merkezlerdi. İlk başlarda hammadde olarak İran’dan gelmiş daha sonra 16. Yüzyıldan itibaren Anadolu’da da kalteli ipek üretimi yapılmıştır. Bursa ve Bilecik’in yanında İstanbul, Edirne, Amasya, Denizli, İzmir ve Konya ipekli kumaşların dokunması ve tüketilmesi bakımından başı çeken şehirler olmuştur.

Evliyâ Çelebi ipek şehri olarak nitelendirdiği Bursa’dan bahsederken şehir için ipeğin ve onunla ilgili han ve sanayinin önemini şu satırlarla dile getirir: “Acem

Hanı kale gibi büyük handır. 200 çeşit odaları vardır. Nahcıvan, Şirvan, Lahicân ve cihan yarısı Isfahan’dan gelen Acem tüccarlarının hepsi burada konaklarlar. İpek mizanı emini burada oturup iki yüz adamıyla gelen ve giden bütün ipek tüccarlarından gümrük alır. Senelil 300 kese iltizamlı büyük eminliktir. Zira Bursa’nın mahsulatının en büyüğü ipektir. Bu diyarda olan ipek, Acem diyarının Lahicân’ında ve Şirvan’ında olmazdır. Evvelâ çeşit çeşit kırmızı kadife işlenir ki Frengistan’ın Ceneviz’inde işlenmez. Renkli sereng, Bursa alacası, neftî ve mavi bezleri, kırk kalem peştemalları, Bursa ipeği keseleri ve fitil ibrişimi meşhur olmuştur.” (Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi 2. Kitap (2012). Haz. Seyit Ali Kahraman-

Yücel Dağlı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 11-22). Ankara’da ise özellikle tiftik üretimi yapılmaktaydı ve bu yün tüm dünyaca tanınmaktaydı. Tiftikten yapılmış kumaşlar Polonya ve Rusya gibi kışın şiddetli geçtiği Avrupa ülkeleri tarafından çok fazla rağbet görüp aranmaktaydı. Dokuma sanayinin en önemli alanlarından bir de halı üretimi olmuştur. Günümüzde de el dokuma halılarıyla ünlü Uşak, Gördes, Kula, Milas, Lâdik gibi bazı Anadolu şehir ve kasabaları Osmanlı döneminden bu yana Avrupa tarafından da rağbet gören halı üretim merkezleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yukarıda sayılan kumaş türlerinin bazıları lüks tüketim sınıfına girmekteydi ve halktan ziyade Saray çevresinde rağbet görmekteydi. Ancak 17. Yüzyıldan itibaren müşteri algısında ve potansiyelinde köklü değişiklikler görülür. Artık bu tarz ürünler sadece Saray çevresine değil maddi durumu iyi olan kimselere ve orta sınıf vatandaşa da satılır hale geldi. Buna bağlı olarak günümüzde de geçerli olan ticârî bir gerçek kendini göstermiş, 18. Yüzyıldan itibaren üretilen lüks kumaşların kalitesi halka daha çok ve ucuz şekilde sunulabilmesi için düşürülmüştür. İmparatorluğun çeşitli yerlerinde ve özellikle Anadolu’da buna uygun kumaş üretim merkezleri gelişmeye başlamıştır. Örnek verecek olursak Felipe’de aba üretimi, Halep ve Antep’te pamuklu dokuma sanayi büyük gelişme göstermiştir.

65

15. yüzyıldan itibaren Coğrafî Keşiflerin etkisiyle Dünya ticâret merkezlerinde önemli değişmeler olmuş, kara ticaretinden fazla deniz ticâreti ağırlık kazanmıştır. Bu durum geleneksel üretim metotlarıyla üretimini devam ettiren Osmanlı esnafını ve sanayisini de olumsuz yönde etkilemiştir. Avrupa’nın dünya ticaretinde söz sahibi olmaya başlaması, zenginleşmesi ve gerçekleştirdiği hamlelerle yoğun hammadde ihtiyacı arayışına girmesi, sanayisi Avrupa’ya göre fazla gelişmemiş ancak hammadde bakımından önemli bir kaynağa sahip olan Osmanlı’yı oldukça zorlamıştır. Bu duruma karşı direnç gösteren devlet bunda 18. yüzyılın ortalarına kadar başarılı olmuş, ancak bu dönemden sonra biraz da Sanayi Devriminin etkisiyle nakit bakımından eli güçlü olan Avrupa ülkeleri karşısında direnci nispeten kırılmıştır. Tüm bunlara rağmen 19. Yüzyıla kadar ülke içerisinde yapılan üretim Osmanlı’nın ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiş bu durum da esnafın ve meslek kollarının bir anda çöküşünü engellemiştir. Ancak 19. yüzyıl Osmanlı açısından önceki asra göre daha sıkıntılı olmuştur. Avrupa devletlerinin artan siyasî baskıları neticesinde birtakım toplumsal reformlar yapılmış, ekonomi de bu durumdan payını almıştır. Bilhassa II. Mahmut döneminden itibaren askerî ve ekonomik bakımdan Avrupa’nın gerisinde olunduğu fikri kendini yapılmaya çalışılan yeniliklerle daha fazla hissettirmiştir. İktisadî açıdan geleneksel metotlar yerini Batı kaynaklı kapitalizme bırakmaya başlamıştır. Özellikle Tanzimat Fermanı’ndan sonra devlet ekonomi politikalarını eksik gördüğü noktalara göre belirlemeye başlamıştı. Bu maksatla özellikle 19. Yüzyıldan itibaren modern anlamda sanayileşme girişimleri başlamıştır.

Osmanlı’nın modern anlamda sanayileşme çabaları ilk başlarda rekabet ve kazanç gibi ticâretin genel kurallarından uzak ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik fabrikalardan ibaretti. Askerin giyim malzemeleri üretimi için iplik, dokuma ve deri sektörleri faaliyette bulunmuştur. İstanbul’da II. Mahmut zamanında askerî kıyafet imalatı için kurulan Feshane buna örnek olarak gösterilebilir. Tanzimat’la birlikte görülen sanayileşmeye örnek olarak İzmit’te kurulan çuha fabrikası, Hereke’deki halı fabrikası ve Bakırköy fabrikaları sayılabilir.

Dokuma haricinde devletin önem verdiği bir diğer sanayi kolu ise dericilik olmuştur. 19. yüzyılın başında özel teşebbüsle İstanbul’da kurulan debbağhane sonradan devlete geçer. Yüzyılın sonlarına doğru ise bu fabrikanın yanına, I. Dünya Savaşı’nda askerin ihtiyacının karşılanacağı, ayakkabı fabrikası da eklenir. Dokuma

66

ve deri sektörü haricinde devletin önem verdiği bir diğer alan silah sanayi olmuştur. Bu maksatla yapılan mermi, barut ve top fabrikalarını buna örnek olarak sayabiliriz. (Güran, 2013: 188; Pamuk, 2013: s. 191-201; Ünal, 2012: s. 108-109; Tekin, 1994: 177; Tabakoğlu, 2014: s. 328-332; Türkiye Tarihi 3, 2009: s. 198-241; Ünal, 2012: s. 112).

2.3.4.1.2.9. Ticâret

Yaklaşık 600 yıl hüküm süren Osmanlı Devleti incelenirken “Klâsik Dönem” ve “Yenileşme Dönemi” olarak iki farklı kategoride değerlendirilir. Osmanlının ticârî gelişimini de bu ayrıma göre bakmak gerekir.

Klâsik Dönemde zihniyet daha ziyade kanaatkârdır. Kapitalizme önem vermeyen toplumsal bir yapı vardır. Önemli olan ülkenin iç ihtiyaçlarını karşılamak ve toplumun ihtiyacını karşılayacak ürünlerin ihraç edilmesinden ziyade iç piyasada bol, kaliteli ve ucuz olmasıdır. Bu anlayış aynı devirlerde Avrupa’da görülen ve ihracatı önemseyen merkantalist anlayışla tamamen zıttır. Bu yüzden devlet yeterli görmediği hammadde ve kaynağın yurtdışına satışını da 18. yüzyıla kadar sınırlamış, bunu destekler mahiyette kapitülasyonları desteklemiştir.

Bu dönem zarfında aynı anlayış toprak sistemi için de geçerlidir. Toplum nispeten kapalı olduğu için paraya ve kazanca fazla önem vermez ve tüketeceği kadarını üretmeyi düşünür. Geçimlik diye tabir edilen bir üretim anlayışı olduğu için iç pazarda talep edilen ürün çeşitliliği de çok değildir. Çünkü tarımda asıl maksat ticâret düşüncesi değil teba ve askerin ihtiyaçların karşılamaktır.

Tarım haricindeki üretimin görüldüğü esnaf teşkilatında da anlayış aynıdır. Zanaat şehir ve kasabalarda örgütlenen Lonca teşkilatı aracılığı ile yürütülür. Bu

Belgede Klasik Türk şiirinde ticaret (sayfa 60-80)