• Sonuç bulunamadı

Yer-Güneş Merkezli Evren Modeli

Belgede BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ (sayfa 145-149)

İleri görüşlü Kral bu işi gerçekleştirmesi için emrindeki soylulardan biri olan Tycho Brahe’yi (D.1546-Ö.1601) görevlendirdi. Brahe çözümün ayrıntılı gözlem yapmaktan geç-tiğini, bunun için de o zamana kadar yapılmamış büyüklükte ve dakiklikte gözlem araçla-rıyla donatılmış bir gözlemevine gereksinim olduğunu biliyordu. Kral, Brahe’ye böyle bir gözlemevini inşa etmesi için yeterli para ve gözlemevini kurması için sakin bir yer olan Hven Adası’nı verdi.

Son derece deneyimli, dikkatli ve özenli bir gözlemci olan Brahe, kullandığı aletlerin de son derece dakik ve gelişmiş aletler olması dolayısıyla, kısa süre içerisinde birçok hassas ve kesin sonuca ulaşmayı başardı. 777 yıldızın konumunu önemsiz yanılgılarla hesaplayan ve bir katalogda toplayan Brahe, asıl devrimci keşfini 1572 yılında, Cassiopea takımyıl-dızında ortaya çıkan ve o zamana kadar görülmemiş parlaklıkta bir yıldızı (nova)

göz-lemleyerek yaptı. Brahe hesaplamaları so-nucunda yeni yıldızın, oluş ve bozuluşun yani değişimin gerçekleştiği Ay-altı bölge-de bölge-değil, sabit yıldızlar bölgesine ait oldu-ğunu kanıtladı. Bu kanıtlama bilim tarihi açısından çok önemli bir gelişme ve iler-lemeye işaret etmesine karşın, yüzyıllarca egemenliğini korumuş olan ve Brahe’nin de bağlı olduğu egemen bilim anlayışıy-la, yani Yer merkezli evren modeliyle ve onun dayandığı fizik sistemle çelişiyor-du. Egemen bilim anlayışı Aristoteles’in fiziğine dayanıyordu ve buna göre iki kı-sımdan oluşan evrenin Ay-üstü kısmında hiçbir değişim, oluş ve bozuluş söz konu-su olamazdı. Evrenin bu kısmı eterden oluşmuştu ve eterin mükemmel doğası orayı da mükemmelleştirmekteydi.Dola-yısıyla orada yeni hiçbir şey var olamaz, var olan bir şey de yok olamazdı. Oysa 1572’de gözlemlenen yıldız her bakımdan

“yeniydi” ve dolayısıyla da Aristoteles’in temel kabullerine aykırıydı. Brahe yeni bir yıldız keşfetmenin heyecanını ve bağlı bulunduğu bilim anlayışını yıkmanın yarattığı hüznü bir arada yaşamak durumunda kaldı. Bilim etiğinin gerektirdiğini yaptı, bulgularını Yeni Yıl-dız Üzerine (1573) adlı yapıtında yayımladı.

Gözlemlerine aralıksız devam eden ve gökyüzünün gerçek yapısını ortaya koymak için çalışan Brahe, 1577 yılında harika bir gözlem daha gerçekleştirdi. Bu kez dikkatlerinden kaçmayan yörüngesinde gariplikler bulunan bir kuyrukluyıldızdı. Brahe bir kez daha hü-zün ve heyecanı bir arda yaşamak durumunda kaldığını anlamıştı. Çünkü kuyruklu yıldız bilinen gezegen yörüngelerini çaprazlama geçmekteydi ve ne yazık ki o da Ay-üstü evren-deydi. Yine Aristoteles’in dediklerine aykırı bir durumu tarihe kayıt düşmüştü. Böylece bütün amacı Aristotelesçi fiziğe dayanan Yer merkezli evren modelini desteklemekken, şimdi bu modeli bütünüyle geçersiz kılacak iki gözlemde bulunmuştu. Peki, şimdi ne yap-malıydı? Bir yandan bilim etiği gereği bu sonuçları doğru bir biçimde bilim topluluklarına duyurması gerekiyordu, bir yandan da kendi görüşünü oluşturmalıydı. Bunun için yirmi yıl boyunca onlarca gözlem kaydını dikkate alan ve geldiği son noktada Güneş ve Yer merkezli modelleri bir arada kullanmanın daha yararlı olacağını öngördüğü yeni bir evren modeli önermeyi denedi. Bu model Yer-Güneş merkezli modeldi. Aslında bu model de yeni değildi. Çünkü Antik Çağ’da diğer iki model gibi zaten Pontuslu Herakleides tarafın-dan öne sürülmüştü, o zaman da tutunamamıştı.

Dünya’nın merkezde olduğu, Güneş’in Dünya’nın, gezegenlerin de Güneş’in etrafında döndüğü, yani Güneş merkezli (Kopernik) ve Yer merkezli (Ptolemaios) modelleri bir ara-da barındıran yeni bir model geliştirdi. Brahe’nin önerdiği ve Yer-Güneş merkezli evren modeli olarak adlandırılan modele göre, Yer evrenin merkezinde ve durağandır. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn Güneş’in etrafında, Güneş ve Ay ise Yer’in etrafında dolan-maktadır. Evren sonludur ve sabit yıldızlar küresi evrenin sınırıdır. Sabit yıldızlar küresi 24 saatte bir Yer’in etrafında dolanmaktadır.

Evren modelleri hakkında ayrıntı için Yavuz Unat’ın İlkçağlardan Günümüze Astronomi Tarihi, (Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2001), başlıklı kitabını inceleyebilirsiniz.

Resim 6.2 Yer-Güneş Merkezli Evren Modeli

Mars Venüs

Merkür Jüpiter

Satürn

Dünya ve Ay Sabit Yıldızlar Küresi

Coğrafya

Rönesans dönemi sadece zihinsel veya ruhsal açıdan büyük bir dönüşümün oluşmasını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda Yer de yeniden keşfedilmek üzere büyük bir merak konusu haline geldi. Bu dönemde insanların büyük çoğunluğunun haberdar bile olmadığı yerlerin varlığı her geçen gün merak konusu olmaya başlamıştı. Rönesans yeniyi arama ve bulma merakıydı ve yeni yerlerin bulunması da yeni evren modelleri kadar önemliydi.

Özellikle ticarete duyulan büyük ilgi, keşif merakını da harekete geçirmekteydi. Çünkü yeni yerlerin keşfi daha fazla ticaret de demekti. Bu merak ve ilginin sonucu olarak bu dönemde yapılan keşiflerle dünyanın bilinen kısmı neredeyse iki katına çıkmıştı. Ticaret zenginleşmeye yol açtı ve zenginlik artıkça daha fazla keşif yapılmaya başlandı. Bu kar-şılıklı beslenmeyle Dünya denizden dolaşılır hale geldi. Keşifler sadece maddi zenginliğe yol açmıyordu. Yeni yerler yeni bitkiler, yeni hayvanlar ve yeni madenler ve hatta yeni hastalıklar demekti. Ancak Avrupa için en büyük fırsat keşfedilen yerlerin bütün zenginli-ğinin üzerine konacak bir düzenin de başlaması oldu. Bu düzen sömürgecilikti ve Avrupa bu sayede her gün biraz daha zenginleşiyordu. Zenginliğin ve refahın tadına varan Avrupa giderek bireysel merak ve ilgisi olan kimselerin de desteklendiği bir aşamaya ulaştı. Kristof Kolomb’un (D.1451-Ö.1506) gezileri bu durumun en tipik örneğidir. İki yüz yıl süren keşif hareketiyle Avrupa’nın hem kendisi hem de dünya hakkındaki bilgisi, önceki dönemlerle kıyaslanmayacak denli arttı. Bilgiyi sağlam ve güvenilir güç olarak görmeye başlayan Av-rupalı yöneticiler, bireysel keşif yolculuklarına çıkanlar ve ticaret kolonileri aracılığıyla as-lında denizlerde belirgin bir üstünlük elde etmeye başlamıştı. Üstünlük kolonileşmeyi ve kolonileşme de daha da büyük ticaret ve köle düzenine destek sağladı. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa bu sürecin galipleri oldular. Sömürgeciliğe dayalı zenginlik, keşiflerle elde edilen bilgiler, kolonileşme derken ortaya çıkan dev bilgi ve para birikimi, en sonunda kapitalizm ve sanayi devrimiyle gelişimini tamamladı.

Bu dönemde yapılan en önemli keşifler Portekiz ve İspanyol gemiciler tarafından ger-çekleştirildi. İlk önemli seyahatleri Portekizli Gemici Prens Henry (D.1394-Ö.1460) dü-zenledi ve Afrika’nın batı kıyılarını dolaştı. Daha sonra Bartolomeu Dias Ümit Burnu’nu keşfetti ve ardından Vasco da Gama (D.1469-Ö.1524) 1498’de Ümit Burnu’nu dolaştı ve Afrika’nın doğu sahillerine vardı, 1513 yılında da Çin ve Japonya’ya ulaştı. Ancak döne-min en önemli keşfi Kolomb’un Amerika’yı keşfidir. Kolomb 1492 yılında Nina, Pinta ve Santa Maria adlı üç gemiyle yola çıktı ve Batı Hint Adaları’na ulaştı. Aslında Amerika’ya ulaşmıştı ancak o bunu bilmiyordu. 1493’te geri döndü. 1493-1496 yıllarında ikinci se-yahatini yaptı ve 17 gemi ve 1200 adamla Dominik ve Jamaika sahillerine ulaştı. 1498’de 6 gemiyle üçüncü seyahatini gerçekleştirdi ve Trinidad, Tobago, Granada ve Margarita adalarını keşfetti. Dördüncü ve son seyahatini 1502-1504 yılları arasında gerçekleştirdi. 4 gemi ve 150 askerle Panama’ya kadar yol aldı. Ancak Kolomb buranın yeni bir kıta olduğu-nu asla öğrenemeden hayatını kaybetti. Buranın yeni bir kıta olduğuolduğu-nu Amerigo Vespucci (D.1454-Ö.1512) ilan etti. Bu dönemde ayrıca Ferdinand Magellan (D.1480-Ö.1521) ilk defa Yer’i dolaştı. Ardından değişik zamanlarda üç kez de Francis Drake (D.1540-Ö.1596) dünyayı keşfetme yolculuğu gerçekleştirdi.

Rönesans dönemine damgasını vuran coğrafi keşiflerin yarattığı sonuçlar sadece bun-larla sınırlı değildir. Sömürgecilik, kolonileşme, deniz ticareti, korsanlık derken, ister is-temez yeni yerlerde Avrupa’da o zamana kadar görülmeyen frengi, humma vb. hastalıklar da Avrupa’ya taşındı. Çünkü hiçbir etkileşim yalnızca iyi kabul edilen şeylerin devralın-masıyla sınırlı kalmaz. Her etkileşim etkileşime giren her etmenin etkileşmesi demektir.

Buna hastalıklar da dâhildir ve Avrupa’da biyoloji ve tıp bilimlerinin gelişmesinde bu yeni hastalıkların Avrupalıları tehdit etmesi ve önleme çabasının büyük etkisi olmuştur.

Biyoloji ve Tıp

Yukarıda belirtildiği üzere, biyoloji ve tıp alanındaki gelişmeler büyük ölçüde keşifler ta-rafından desteklendi. Çünkü keşfedilen yeni coğrafyalardaki bitki ve hayvan türleri, biyo-logların bilgi birikimlerinin artmasını sağlarken, o zamana kadar Avrupa’da görülmeyen birçok yeni ve bulaşıcı hastalığın da bu yoldan taşınması söz konusu oldu. Bunun sonu-cunda bulaşıcı hastalıklardan korunma yolları geliştirildi ve karantina uygulaması başla-tıldı. Uzun süren savaşlar nedeniyle cerrahi konusuna ilgi arttı, yaraların tedavisinde yeni yöntemler geliştirildi, ilaçla tedavi konusu yeniden gözden geçirildi ve yeni yaklaşımlar keşfedildi.

Tedavide bitkisel ve hayvansal kökenli drogların kullanılması üzerinde yoğunlaşan biyologlar, giderek düşünsel arka planına yeni canlı tanımını alarak farklı yaklaşımların önünü açtılar. Bu yaklaşımlardan biri olan İatrokimya böylece doğdu ve bu yeni yaklaşı-mın esasını “canlıların kimyasal unsurlardan oluştuğu” kabulü veya sayıltısı oluşturmak-taydı. İatrofizik denilen diğer bir yaklaşım ise bu kez canlı tanımını yaparken bütünüyle fizik kurallara bağlı kalan bir anlayışı esas aldı. Bu iki yaklaşım kısa süre sonra dönemin biyoloji anlayışının şekillenmesini sağladı ve böylece “biyolojide de fizik ve kimya ala-nında söz konusu edilen ilkeler, kurallar ve yasalar geçelidir” yaklaşımı egemen olmaya başladı.

İatrokimya anlayışının savunucusu olan Paracelsus’a (D.1493-Ö.1541) göre canlı-can-sız bütün varlıkların temeli dört element (toprak, su, hava, ateş) ve tuz, kükürt ve cıvadan oluşan materia primadır (ilk maddeler). Öyleyse canlı ve cansız özde aynıdır. O halde canlının yapısındaki bozukluklar kimyasal kökenlidir ve tedavide de kimyasal olmalıdır.

Dönemin en önemli anatomi çalışmalarını yapan Vesalius (D.1514-Ö.1563) ise yazdığı Fabrica adlı eserinde anatomi bilgisinin gelişmesi için diseksiyon çalışmalarının gereklili-ğini savunmuş ve bu doğrultuda pek çok deney gerçekleştirmiştir.

Dönemin en önemli fizyologlarından Harvey (D.1578-Ö.1657) ise ünlü hekim Galenos’un kan dolaşımı görüşüne itiraz etmiş, kalbi ve damarları inceleyerek, kanın kal-bin sol karıncığından aort damarı vasıtasıyla bütün vücuda dağıldığını ve venlerle tekrar kalbe taşındığını kanıtlayarak bugün Büyük Kan Dolaşımı denilen sistemi keşfetmiştir.

Harvey’in diğer bir dikkat çeken görüşü de canlının ancak bir canlıdan meydana gelece-ğini savunmuş olmasıdır.

Rönesans dönemindeki bilim serüveninin güzel bir anlatımı için Colin A. Ronan’ın, Bilim Tarihi, Dünya Kültürlerinde Bilimin Tarihi ve Gelişmesi, (Çeviren: Ekmeleddin İh-sanoğlu & Feza Günergun, TÜBİTAK, Ankara 2003) adlı çalışmanın VII. Bölümüne (s. 301-371) başvurabilirsiniz.

Teknoloji

Rönesans’ın yukarıda belirtilen düşünsel arka planına karşın, bu düşünsel hedeflerin ger-çekleşebilmesi için yerleşik toplumsal düzenin değişmesini gerektireceği veya toplumsal düzende değişme olmadığı sürece bu fikirlerin hayat bulanmayacağı açıktır. Toplumsal düzenin değişimi demek o düzeni savunan güçlerle mücadele edebilecek fiziki, entelektüel ve maddi güce sahip olmayı gerektirir. İşte Rönesans düşünce hareketini yaygınlaştıran nedenleri doğru kavrayabilmek için üç önemli icattan söz etmek gerekmektedir. Birincisi barut, ikincisi pusula ve üçüncüsü de matbaanın icat edilmesidir.

Etkileri günümüze kadar ulaşan sonuçlara yol açmış üç önemli teknik buluş olan bu üç keşiften barut tam anlamıyla fiziki güç demektir. Ateşin bir savaş silahı olarak kulla-nılması çok eski dönemlere ait olmakla birlikte, savaş tekniğinde önemli dönüşümlere yol açan barutlu top ancak 14. yüzyılda İngiltere ile Fransa arasındaki bir savaşta (1346)

kul-lanılmıştır. Barutun yaygın olarak kullanılmasıyla savaşma tarzı tamamen değiştiği gibi, döküm işçiliği, dövmecilik, marangozluk ve barut hazırlama vb. birçok uğraş alanının da doğmasına yol açıldı. Barut toplumsal yaşamı da etkiledi, zengin derebeyleri ordularını topla güçlendirerek, diğerlerine saldırıp topraklarını ele geçirdiler ve böylece derebeylik yerine monarşi geçti. Monarşi yönetimlerinin devamında ulus düşüncesi ve ardından ulus devletler ve ulusal dillerin doğması tesadüfi değildir.

Pusulanın bulunuşu benzer bir toplumsal dönüşün araçlarından biri olmuştur. Çünkü başlangıçta kıyıları gözeterek sınırlı deniz yolculukları yapan ticaret filoları, artık pusulay-la birlikte uzak diyarpusulay-lara ve denizlerin içlerine korkusuzca açıpusulay-labilmelerine opusulay-lanak tanıdı.

Bunun sonucu olarak coğrafi keşifler hızlandı ve daha fazla maddi zenginliğin doğuşunu sağlayan ticaret gelişti. Pusulanın yararları, aynı zamanda pusulanın geliştirilmesine ne-den oldu, önce Alexander Neckam (D.1157-Ö.1217), mıknatısın sürekli Kuzeyi göster-mesi nedeniyle, gemicilerin gökyüzü kapalı olduğunda da Kuzeyi bulabileceklerini ileri sürdü ardından 1269’da ise Peter Peregrinus pusulaya cetvel ekledi.

Döneme damgasını vuran matbaanın gelişimi ise çok daha köklü değişimleri hazır-ladı. Öncelikle keşfedilen yeni yerler, yeni toplumlar, yeni yaşam biçimleri ve buralarda edinilen yeni bilgi ve beceriler, mevcut Avrupa bilgi dünyasının ve yaşamının bir parçası haline geldi. Matbaa bu bilgilerin doğru bir biçimde ve çok daha geniş bölgelere yayılma-sının aracı oldu. Böylece doğru bilgilere dünyanın değişik bölgelerindeki çok sayıda insan hızla ulaşmaya başladı ve sonuçta bilgi toplumsallaştı. Matbaayla birlikte aynı zamanda kâğıt, mürekkep ve oymacılık tekniği gelişen beceri dalları oldu.

Daha önce Uygur Türklerinin klişe baskıyla uğraştıklarından söz edilmişti. Uygurların başlattığı bu basım tekniği ve özellikle pamuktan kâğıt yapmaları daha sonraki dönemler-de ileri düzeydönemler-de geliştirildi ve başta Çinliler olmak üzere diğer uluslar da kâğıt yapımı ve mürekkep üretmeye başladılar. Kâğıt yapımı Avrupa’da 12. yüzyıldan sonra başlamış, klişe baskı yöntemi ise, 14. yüzyılda parşömenden kâğıda geçişle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu teknik önceleri dinsel resimlerin basımında kullanılmış, oymacılığın giderek gelişmesiyle birlikte 15. yüzyılın başlarında birkaç sayfalık kitaplar basılmaya başlanmıştır. 1423-1437 yılları arasında harflerin tek tek ağaçtan oyulmasıyla hareketli baskı tekniğine geçildi ve 1430’lar da ise harfler metalden hazırlanmaya başlandı. Böylece metal baskı bloklarıyla basım yöntemi ortaya çıktı. 1450’lerde ise Johannes Gutenberg (D.1394-Ö.1468) bu yön-temi kullanarak matbaayı icat etti. Ayrıca kâğıdın iki yüzünün de basılabileceği bir cende-re gelişticende-ren Gutenberg’in bastığı ilk kitap İncil’dir.

Barut ve pusula ile kıyaslandığında, en etkilisi matbaadır. Matbaa kültürün yayılma-sında ve standartlaşmayayılma-sında büyük önem taşımıştır. Elyazması eserler pek çok açıdan öz-gün olmakla birlikte, yanlışlara, eklemelere ve çıkarmalara çok açıktı. Baskı teknolojisi tek seferde, birbirinin aynı olan yüzlerce kopyanın yayınlanmasına olanak tanımıştır. Böylece her bir bilgi kırıntısını, artık sonsuza dek saklamak olanaklı olmuş, kelimeler ve görüntü-ler ölümsüzleştirilmiştir.

Matbaa hakkında ayrıntı için Hüseyin Gazi Topdemir’in İbrahim Müteferrika ve Türk Matbaacılığı, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 2002) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

Belgede BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ (sayfa 145-149)