• Sonuç bulunamadı

Gözlemsel Astronomi

Belgede BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ (sayfa 155-174)

Bu dönem astronomisinin dikkat çeken özelliği teleskopun gökyüzünün gözlemlenme-sinde yoğun bir biçimde kullanılmasıdır. Giderek astronomi çalışmalarının ayrılmaz bir parçası haline gelecek olan teleskop, o zamana kadar bilinmeyen birçok gökcisminden ha-berdar olunmasını sağlamıştır. Bu sürecin önemli çalışmalarını sergileyenlerden biri Gali-leo Galilei’dir (D.1564-Ö.1642). 1609 yılında, kendi yaptığı bir teleskopla Güneş merkezli evren modelini destekleyen, Aristoteles fiziğinin geçersizliğini kanıtlayan birçok gözlem yapmış ve gözlemlerini Yıldız Habercisi adlı kitabında yayımlamıştır.

Galileo’nun fizik ve astronomi tarihine gerçek katkısı aslında Aristoteles’ten bu yana devam etmekte olan evrenin ikili yapısını or-tadan kaldırmasıdır. Başka bir deyişle Ay-altı ve Ay-üstü olarak iki farklı kısımda oluştuğu düşünülen evrenin aslında tek bir bütün oldu-ğunu gözlemleriyle kanıtlamıştır. İlk gözlemini Ay üzerinde gerçekleştiren Galileo, Ay’da dağların, vadilerin ve diğer yeryüzü oluşumlarını belirleyince doğal olarak Ay ve Dünya-nın aynı fiziksel niteliklere sahip olduğunu fark etmiştir. Bunun gibi Orion takımyıldızını ve Samanyolu’nu gözlemlemiş ve bunların sanıldığı gibi bulut türünden bir şey değil, yıl-dız kümelenmeleri olduğunu anlamıştır. Benzer şekilde Satürn’ü gözlemlemiş ancak teles-kobunun yakınlaştırma özelliğinin yeterli olmaması dolayısıyla Satürn’ün halkasını tam olarak belirleyememiş, farklı zamanlarda konumları değişen uyduları sanmıştır. Venüs’ü gözlemlemiş ve onun da Ay gibi görünüm safhalarının, yani tutulmalarının olduğunu be-lirlemiştir. Jüpiter’i gözlemlemiş ve çevresinde dolanan dört uydusu olduğunu belirlemiş, hep birlikte “minyatür bir Güneş sistemi” oluşturduklarını ileri sürmüştür.

Resim 6.7 Galileo’nun gözlemlediği şekliyle Satürn ve halkası

1 2

Galileo 1613 yılında, daha sonra Güneş lekeleri olarak bilim tarihine geçecek olan, Güneş’te gözlemlenen koyu renkli alanların Güneş’e ilişkin olduğunu belirlemiş ve bu gözleminin sonuçlarını Güneş Lekeleri Üzerine Mektuplar adlı kitabında yayımlamıştır.

Bu dönem astronomisinin önemli temsilcilerinden biri de ilk defa sabit yıldızlar bölgesini araştıran Frederick William Herschel’dir (D.1738-Ö.1822). Herschel teleskopla gökyüzünü dikkatlice gözlemlediğinde, dikkatini evrende sabit yıldızların gelişigüzel dağılmadıkları çek-miş, incelemesi sonucunda bu yıldızların kümelenerek galaksiler oluşturduğunu anlamıştır.

Bu son derece önemli gözleminin sonucunda, haklı olarak Güneş sistemimizin yapısını anla-maya çalışan Herschel, onun Samanyolu galaksisine bağlı olduğunu bulmuştur. Herschel’in, bir diğer başarısı da galaksilerin durağan değil, hareketli olduğunu tespit etmesidir.

Herschel aynı zamanda 1781 yılında Uranüs gezegenini ve 1787’de ise iki uydusunu keşfetmiş, bazı yıldızların yıldız çiftleri oluşturduklarını belirlemiş ve bu yıldızların kütle çekim kurallarına uygun şekilde birbirlerinin etrafında döndüklerini keşfetmiştir. Böylece Newton’un çekim kanununun evrensel bir nitelik taşıdığı kanıtlanmış olmaktadır.

Bunların dışında Herschel Mars’ın yörünge eğimini hesaplamış, Satürn gezegeninin halkasını incelemiş ve uydusu Mimas’ı keşfetmiştir. Bazı yıldızların parlaklıklarının değiş-tiğini de belirleyen Herschel, bu değişimlerin periyotlarını vermeye çalışmış ve yıldızları parlaklık derecelerine göre sınıflandırmıştır. Ayrıca Galileo’nun dikkat çektiği Güneş le-keleri üzerine de çalışmış, lele-kelerin Güneş’in çekirdek kısmının üzerinde yer alan protos-ferin yırtık kısımları olduğunu savunmuş ve bu lekelerin 11 yılda bir değişerek yeryüzün-deki iklimleri etkilediğini bulmuştur. Günümüzde bu lekelerin Güneş üzerinde yer alan daha soğuk bölgeler olduğu anlaşılmıştır.

Bu dönemde astronomide ortaya çıkan bir diğer gelişme de Güneş Sistemi’nin na-sıl oluştuğu konusunda çalışmalar yapılmasıdır. İlk ciddi çalışma Georges-Louis Leclerc Comte de Buffon’a (D.1707-Ö.1788) aittir. Konuyu 44 ciltlik Doğa Tarihi adlı kitabında açıklayan Buffon’a göre, Yer ve diğer gezegenler, uzaydan gelen büyük bir kuyruklu yıl-dızın, Güneş’e çarpması sonucunda kopardığı parçalardan meydana geldi ve bu parçalar çarpışmanın etkisiyle Güneş etrafında dönmeye başladılar.

Güneş sisteminin oluşumuna ilişkin diğer bir kuram da ünlü filozof Immanuel Kant’a (1724-1804) aittir. Kant’a göre başlangıçta sadece kendi etrafında dönen bir gaz ve toz kütlesi vardı. Bu kütle giderek yoğunlaştı ve dönüş hızı arttı. Hızı arttıkça çeşitli kollar oluşmaya başladı ve zamanla bu kollar ayrılarak her biri bir gezegeni oluşturdu.

Daha sonra Laplace tarafından geliştirilen ve Kant-Laplace Kuramı olarak adlandı-rılan yaklaşıma göre ise Güneş sistemi, bir iç patlama sonucunda kendi kendine oluştu.

Güneş çok eski zamanda bir novaydı; giderek sıcak bir nebula (gaz bulutu) halini aldı. Bu kütle giderek soğudu, sıcaklığını uzaya dağıttı ve büzülmeye başladı. Newton mekaniği gereğince büzülmeyle birlikte dönüş hızı arttı. Giderek yassılaştı ve sonunda bir tepsi biçi-mini aldı; merkezkaç kuvvetiyle kütle çekimi kuvveti eşitlendi. Daha sonra çeşitli halkalar ve bu halkalardan da gezegenler oluşmaya başladı.

Kant’ın evren görüşü hakkında ayrıntı için Immanuel Kant’ın, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı, (Çeviren: Seçkin Selvi, Sarmal Yayınevi, İstanbul 2002) adlı kitabına bakabilirsiniz.

FİZİK Mekanik

Bu dönemde fizikteki en dikkat çekici gelişme Yer’in hareket ettiği düşüncesini salt var-sayım olmaktan çıkarıp, fizik bir temele oturmak yönündeki girişimlerdir ve bu başarılı

girişimin sahibi de Galileo’dur. Galileo başını Kiliseyle derde sokmasına neden olan bu ba-şarısını gözlem, deney ve geometri aracılığıyla oluşturana kadar egemen fizik Aristoteles fiziğiydi ve bu fizik kuramsal olmaktan çok gözlem temelliydi. Gözlem verileri de büyük ölçüde hayatın olağan akışı içinde elde edilmişti. Örneğin bir işçinin itmediği sürece el arabasının hareket etmemesi veya rüzgâr savurmazsa yaprağın yer değiştirmemesi gibi durumlardı. Böyle olmakla birlikte Aristoteles, bu gözlemlerden bir sonuç çıkarmış ve

“kuvvetsiz hareket olmaz” biçiminde bir yargı elde etmişti. Güneş merkezli evren modeli epeyce güçlenmesine karşın, Yer’in sorunsuz olarak, başka bir deyişle evrendeki düzeni bozmadan, nasıl hareket ettirileceği hala bir sorundu. Başka bir deyişle, Kopernik’in Yer’e hareket veren bir sistemi öne sürmesi ve Brahe’nin Aristoteles fiziğinin açmazlarını göz-lemsel olarak kanıtlaması, ardından da yörüngelerin daire değil, elips olduğunun Kepler tarafından gösterilmesiyle artık yerleşik fiziğin anlamsızlığı açıkça görülmüştü. Başka bir deyişle kozmos, yani düzenli sanılan evren aslında sanıldığı kadar düzenli değildi veya en azından artık zorlanmış bir düzenden söz edildiği anlaşılmıştı. Öyleyse çare yeni bir fizik geliştirmekti. Bu işi Galileo üstlendi.

Galileo’nun çözmesi gereken güçlük aslında Yer’in hareket edip etmediğinden çok, ağır bir nesne olmasına karşın, neyin onu hareket ettirdiği sorusuna kabul edilir bir yanıt bulması gerekiyordu. Eğer bunu yapamayacaksa o zaman da hareket için ille de bir neden veya hareket ettiriciye gerek olmadığını kanıtlaması veya bu türden bir hareket örneği bulması gerekliydi. Şu halde o tarihe kadar belirlenmiş olan zorunlu ve doğal hareketi ayrıntılı olarak incelemesi gerekliydi.

Bu işe Galileo öncelikle doğal ha-reket veya serbest düşme olarak bi-linen hareketle başladı bu doğru bir başlangıçtı; çünkü doğal harekette hareket ettiren kuvvet bizzat nesne-nin kendi ağırlığı olduğu tartışmasız kabul edilmişti. Şu halde nedeni ken-dinde olan bir hareket Yer’in hareke-tini açıklamak için uygun bir hareket modeliymiş gibi görünmekteydi Gali-leo bu düşüncesini ayrıntılandırmak için Pisa’da bulunduğu sıralarda ünlü kuleden aşağıya farklı ağırlıkta ve farklı nesnelerden oluşan topları aşağıya bırakarak göz-lemlerde bulunduğu anlatılmaktadır. Bu gözlem çalışmaları sonucunda Galileo bırakılan nesnelerin düşüşünü belirleyen etmenin ağırlıkları değil, aksine özgül ağırlıkları olduğunu belirlemiştir. Bu belirleme oldukça önemli olmakla birlikte, konuyu aydınlatacak bir nitelik taşımamaktadır ve büyük ölçüde o sıralar yeni yeni keşfedilmeye başlayan Arkhimedes’in sıvıların dengesi konusundaki görüşlerden yararlanma yoluna gidilmiş olması bakımın-dan dikkat çekicidir. Bununla birlikte yaptığı gözlemler büyük ölçüde sağduyuya dayan-dığından, bu yaklaşımla Aristoteles fiziğini aşmanın olanaklı olamayacağını Galileo’nun anlamasını sağlaması bakımından ayrıca değerli olduğunu anlamakta yarar vardır. Çünkü sağduyuya dayalı kavrayış esas alınacak olursa, örneğin Yer’in durağan olduğu görüşünü reddetmek ve Güneş’i merkeze almak olanaklı olmamakta, aksine bu durum sağduyu için apaçık bir gerçeklik olarak görünmektedir. Bugün dahi Yer’in dolandığını bildiğimiz halde, Güneş’in doğduğundan ve battığından söz etmemizin nedeni de budur. Bu sıkıntıyı apaçık olarak kavrayan Galileo, döneminde önemli bir gelişme kaydetmiş olan Güneş merkezli evren modelinin etkin hale gelmesi için gerekli fizik temeli bu yoldan sağlayamayacağını anlamıştı. Bu sorunu aşmak için, başka bir deyişle Antik Çağ’ın bu büyük bilgininin dü-Resim 6.8

Galieo’nun sarkaç deneyi

i i

Kurşun

Man tar

şüncelerini aşmasını sağlamak için bir diğer Antik Çağ bilgini olan Platon’un idealleştirme düşüncesine başvurması gerektiğini fark etmiş ve idealleştirme ve soyutlama bağlamların-da geliştirdiği yeni bir yaklaşımla konuyu tekrar ele almaya karar vermiştir.

Bu yaklaşımın özünü neden değil, ortaya çıkmış olan hareketin matematiksel olarak açıklanması oluşturmaktadır. Bu durumda Yer’i kimin veya neyin hareket ettirdiği değil, var olan hareketin nasıl açıklanabileceğini temele alan bir yaklaşımla koyu ele almış ve bazı düşünce deneyleri gerçekleştirmiştir. Serbest bırakılan nesnelere ilişkin gözlemlerin-den hareketle bir soyutlama yapma yoluna giderek, sürtünmenin negözlemlerin-deni olan havayı bir an için yokmuş gibi kabul ettiğinde, tüm nesnelerin aynı hızla düşmeleri gerektiği sonu-cuna ulaşmıştır.

Bu soyutlama ve idealizasyona dayalı yaklaşım Galileo’yu eylemsizlik ilkesini keşfet-meye götüren ilk adımdır ve bu adımın başlangıcında da Sarkaç Kanunu’nun bulunması vardır. Pisa Katedrali’ndeki bir ayin esnasında tesadüfen avizenin salınışına gözü takılan Galileo, avizenin salınımının önce daha büyük bir mesafe kat ettiğini, daha sonra giderek bu mesafenin azaldığını ve buna bağlı olarak avizenin hızının da azaldığını fark etmiştir.

Bu gözlemine dayanarak gerçekte her salınım için geçen sürenin hep aynı olup olmadığını düşünmeye başlayan Galileo, kesin bir sonuca ulaşabilmek için her bir salınımın süresini ölçmeye karar vermiştir. Nabız atışını ölçü alarak salınım süresinin her salınım için aynı olduğunu bulmuştur. Ulaştığı sonucun doğruluğundan kesin olarak emin olmak için Pisa Üniversitesi’nde bir deney düzenlemiştir. Bunun için aynı uzunlukta iki ayrı ipe asılı biri mantar, biri kurşun iki sarkaç alıp, her birini 90o’lik açılar altında salınıma bırakmış ve bunların yarım daire çizdikten sonra yerlerine dönüş sürelerinin, havanın etkisi dikkate alınmamak koşuluyla (havanın etkisi katılmadığı için idealizasyona başvurulmuştur) eşit olduğunu belirlemiştir. Bu belirlemesiyle Galileo aslında, Güneş merkezli evren modeli-nin fizik temelini hazırlamakta önemli bir adım atmıştır. Burada sarkaç ilkesimodeli-nin önemli bir kazanım sağladığını, ancak bunun henüz yeterli olmadığını anlayan Galileo, konuyu eğik düzlemde ve ideal koşullar altında incelemeye karar vermiştir.

Galileo’nun çalışmaları hakkında ayrıntı için William Bixby’nin, Galileo ve Newton’un Evreni, (Çeviren: Nermin Arık, TÜBİTAK, İstanbul 1997) ve James MacLachlan’ın Ga-lileo Galilei, İlk Fizikçi, (Çeviren: İnci Kalınyazgan, TÜBİTAK, Ankara 2008) kitapları-na bakabilirsiniz.

Galileo bunun için şu şekilde bir diyalog gerçekleştirmiştir: “çok pürüzsüz bir şekilde yuvarlatılmış bir metal top ve aynı şekilde pürüzsüz bir eğik düzlem olsa ve top bu eğik düzlem üzerine konulsa ne olur?” diye sormuştur. Top düzlemden aşağı düzgün olarak artan bir hızla yuvarlanır. Peki, yukarı doğru yuvarlanabilir mi? İlk itme verilmedikçe yuvarlanmaz. Ancak bu gerçekleşirse, o zaman da hareketin hızı düzgün bir yavaşlama içinde olacaktır. Peki, top yatay bir düzlem üzerine konulur ve her hangi bir yöne itilirse ne olacaktır? Topun hızlanması ya da yavaşlaması için bir neden olmayacak ve top hare-ketini düzlemin bittiği yere kadar sürdürecektir. Bu durumda eğer bu düzlem sonsuzsa harekette sonsuza kadar devam edecektir.”

Bu düşüncelerini İki Büyük Dünya Sistemi Üzerine Diyalog adlı kitabında, yayımlayan Galileo, bu son cümlesiyle artık eylemsizlik ilkesini ifade edebilmeyi başarmıştır. Eylem-sizlik ilkesinin öngördüğü hareket, yani düzgün doğrusal olarak nesnenin sonsuza kadar hareket edebilmesi, sağduyunun gözlem yoluyla edinebileceği bir hareket olmadığından bütünüyle ideal ve soyut bir hareketi betimlemektedir. Bu ilkeyi esas aldığında artık Gali-leo, Yer’e dışarıdan müdahale edilmediği sürece durumunu koruyacağını, yani hareketini sürdüreceğini söyleyebilecek bir duruma gelmiştir. Bu Aristoteles fiziğini aşabilmek için önemli bir kazanımdır.

Böylece Yer’in hareket etmesini açıklayabilecek hale gelen Galileo aslında Güneş merkezli model için de eşsiz bir kanıt sağlamış olmaktadır. Çünkü yukarıda da değinildiği üzere, Galileo eylemsizlik ilkesiyle gün-lük gözlemlere dayalı Aristotelesçi yaklaşımı yıkmış-tır. Soyutlamaya dayanan yaklaşımın kazandırdıkları bununla da sınırlı değildir. Bu yoldan artık hareket ile nesnelerin doğası arasında bağ kuran ağır veya hafif olma nitelikleri de gereksizleşmiş ve böylece nesnelerin

“hareket halinde olmasıyla durağan olması arasında fark kalmamıştır”. Bu sonuca göre, hareket cismin doğasında değişim oluşturmamakta; sadece, kendisini içinde bulduğu bir durumdan ibaret olmaktadır. Bir noktadan başka bir noktaya geomet-rik bir geçiştir; durağanlık da harekete karşıt başka bir durumdur. Sadece sonsuz bir ya-vaşlık derecesidir. Öyleyse, nesnenin durağan olması da hareket etmesi de aynı derecede doğaldır. Bu durumda Yer’in hareket etmesi de durağan olması da fark etmez.

Bu olağanüstü sonuç modern mekaniğin doğuşunun açık kanıtı olmakla birlikte, son bir çalışmaya daha ihtiyaç vardır. Bunu açıkça gören Galileo, koşulların bütün olumsuz-luğuna karşın, boş durmamış ve devinim üzerine araştırmalarını içeren son büyük yapı-tını İki Yeni Bilim Üzerine Konuşma’yı gizlice yayımlatmıştır (1638). Bu kitabında Galileo düşen bütün nesnelerin aynı ivmeye sahip olduğunu göstererek, serbest düşmenin sabit ivmeli bir hareket olduğunu saptamış ve serbest düşmede alınan yolun zamanın karesiyle orantılı olduğunu (S=1/2 gt2) göstermiştir. Böylece Galileo mekanik konusuna matematik bir nitelik kazandırmayı başarmış, düzgün ve sabit ivmeli hareketleri tanımlamış ve for-müllerini vermiştir.

Galileo’nun fizik ve evren görüşü hakkında ayrıntı için Galileo Galilei, İki Büyük Dün-ya Sistemi Hakkında DiDün-yalog, (İtalDün-yanca aslından çeviren Reşit Aşçıoğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, İstanbul 2008) çalışmayı inceleyebilirsiniz.

Mekanik alanında çalışan bir diğer bilim insanı da Isaac Newton’dur (D.1642-Ö.1727).

Matematik, fizik ve astronomide göz kamaştırıcı keşifler yapmış, klasik fizik onunla doru-ğa ulaşmıştır. İlk kez fizikte elde edilen başarıların bütün sonuçlarını kapsayan bir kuram oluşturmuştur. Evrensel çekim kanununun keşfi, diferansiyel ve integral hesabın gelişti-rilmesi ve Güneş ışığının doğasının aydınlatılması onun başarılarıdır. Newton bu çalış-malarını Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri, 1687) ve Optik, 1704) adlı eserlerinde toplamıştır.

Newton’un fizikteki en dikkat çekici başarısı nesnelerin birbirlerine ve etrafına kütle çekim etkisi yaydıklarını bulmasıdır. Peki, kütle çekimi veya gravitasyon neden önem-lidir. Bu konuyu anlayabilmek için kısa bir hatırlamaya gereksinim vardır. Newton’dan önce Kepler gezegen hareketlerini salt matematik yoluyla açıklamış, buna karşın nedensel yaklaşım denemesinde başarısızlığa uğramıştı. Anima motrix, yani hareket ettirici kuv-vet denemesi bu türden bir başarısızlıktı aslında. Galileo ise Aristotelesçi fiziği yıkmıştı, ancak yerine geçecek kuramsal bir açıklamayı gerçekleştirememişti. Örneğin gezegenler diyelim ki Güneş merkezli modele göre Güneş’in çevresinde dolanıyorlar da neden uzak-laşmıyor veya yörüngelerini terk etmiyorlar sorusunun doyurucu yanıtı Galileo’da bu-lunmamaktaydı. Ay-altı ve Ay-üstü evren bölümlemesinin gerçek olmadığı anlaşılmıştı, ancak evrenin her tarafında hangi fizik yasalarının geçerli olduğundan emin olunamıyor-Resim 6.9

Galileo’nun Eğik Düzlem Deneyi 1

2 3

du. Brahe’nin kuyrukluyıldız gözlemi gezegenleri taşıdığı düşünülen kürelerin olmadığı-nı göstermişti. Peki, gezgenler boşlukta mı dolaolmadığı-nıyorlardı? Nihayet eylemsizlik ilkesiyle açıklanan eylemsizlik hareketi, yani Aristotelesçi anlamda doğal hareketin döngüsel değil doğrusal olduğu ileri sürülmüştü. Bu durumda gök nesnelerinin döngüsel hareketi de ar-tık doğal kabul edilemeyeceğine göre, onların hareketinin de açıklanması zorunlu hale gelmişti. İşte gravitasyon bu soruların yanıtıydı; bu yüzden de fizik tarihinin en önemli buluşu olmayı hak etmekteydi.

1665 yılından başlayarak Avrupa’nın önemli kısmı Veba salgını tarafında tehdit altındaydı ve bu dönemde üniversite de kapatıldığın-dan Newton çiftlik evine döndü ve orada kaldığı iki yıl boyunca düzenli bir bi-çimde hareket ve ışık konu-larıyla ilgilendi. Gerçekleş-tirdiği gözlem ve deneyler sonucunda olağanüstü keşif-ler yaptı. En ünlü gözlemi ise dalından yere elmanın düşmesidir. Elmanın düşme-siyle Ay’ın yörüngesinde do-lanmak durumunda kalması

arasında analoji kuran Newton, kısa süre sonra kütle çekim fikrine ulaşmıştır. Ufkunu açan fikrin Kepler’in gezegenleri etki eden kuvvetin uzaklığa bağlı olarak azaldığı iddia-sıdır. Buna göre her iki düşüşte gerçekleşen ivme miktarı Ay ve elmanın Yer’in merkezine uzaklıklarıyla orantılı olmalıydı. Hesaplarını buna göre yapan Newton, sonunda ünlü ya-saya ulaşmayı başardı: Kuvvet, gezegenin kütlesiyle doğru, Güneş’e olan uzaklığının kare-siyle ters orantılıdır. O halde çekim kuvvetinin evrensel ifadesi, F = G.m1x m2

d2 olmalıdır.

Böylece Newton, Kepler’in üçüncü yasası yardımıyla iki gök nesnesi arasında bulunan çe-kimi ifade etmeyi başarmış ve bütün evreni yöneten tek bir kanun olduğunu kanıtlamıştır.

Bundan dolayı da bu kanuna evrensel çekim kanunu denmiştir. Newton bu kanundan yola çıkarak, Ay’ın döngüsel hareket yapmasına neden olan iki kuvveti eşitleyerek Kepler’in üçüncü yasasına ulaşmış ve bir gezegenin hareketinin Kepler yasaları uyarınca oluştuğunu matematiksel olarak kanıtlamıştır. Sonuçta Newton, bütün gökcisimlerinin, birbirlerini çekmelerine neden olan güçlü bir çekme kuvvetine sahip oldukları bir evren tasarlamıştır.

Güneş en büyük gök nesnesi olduğu için sistemin merkezindedir ve sisteme egemendir;

sistemindeki tüm gök nesnelerini, çevresinde eliptik yörüngeler izleyecek şekilde kendine doğru çekmektedir.

Bu olağanüstü keşfiyle Newton, sadece gezegen hareketlerinin dinamik yönünü çöz-memiş, aynı zamanda Aristoteles’ten beri birbirinden bağımsız olduğu düşünülen serbest bırakılan cisimlerin düşüşü ve gezegen hareketleriyle ilgili problemlerin tek bir kuramla çözülebileceğini, başka bir deyişle Yer’e düşen elma ile gezegenin hareketi arasındaki iliş-kiyi göstermiştir.

Newton’un Principia adlı kitabı gerçekte fizikte kuramsal evreye geçişi temsil eden bir başyapıttır. Kendi zamanına kadar bilimde gözlem ve deney aşamasında bir takım kanun-ların elde edilmesiyle yetinilmişti. Newton ise bu kanunlar ışığında, o bilimin bütününde

Resim 6.10 etkisi nedeniyle, b’de değil c’de görülecektir. Çünkü

geçerli olan ilkelerin oluşturulduğu kuramsal evreye ulaşmayı başarmış ve fiziği aksiyo-matik hale getirmiştir. Bir bilim dalının aksiyoaksiyo-matik bir yapı kazanmış olması, gelişmiş

geçerli olan ilkelerin oluşturulduğu kuramsal evreye ulaşmayı başarmış ve fiziği aksiyo-matik hale getirmiştir. Bir bilim dalının aksiyoaksiyo-matik bir yapı kazanmış olması, gelişmiş

Belgede BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ (sayfa 155-174)