• Sonuç bulunamadı

Bu konuda daha geniş bilgi için bk Nermin Yazıcı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikâyelerinde Anlatıcı ve Kahramanlar, Berikan Yayınevi, Ankara, 09.

Romantizmle Değişen Lanet Olgusu: Romantik Özne ve Lanet

20 Bu konuda daha geniş bilgi için bk Nermin Yazıcı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikâyelerinde Anlatıcı ve Kahramanlar, Berikan Yayınevi, Ankara, 09.

Abdullah Efendi çevresindeki insanları, nesneleri eğip bükmekte, zihninin oyun- larına maruz kalmaktadır. Bütün bu sıra dışı durumlarda Abdullah Efendi kendisini tamamen yitirmez, varlığını bütün bu içsel deneyimlerde sürdürür; mutlak bir bilgi- sizlik içinde değildir. Zihni, gördüğü gerçekliğin güvenirliği kadar yanılsamalarının güvenirliğini de sürekli kontrol eder, gerçekle bağını kaybetmediği bir ara mekânda salınır. Abdullah Efendi’nin, meyhanede başlayan eğlencelerini bir kadın bedeninin vereceği zevkle sürdürmek isteyen arkadaşlarıyla yola koyulmadan önce söyledikleri son derece dikkat çekicidir. Kendini farklı bir kavrayışın öznesi olarak gördüğünü açıkça ifade eder:

Hem o [Abdullah Efendi] herkesten fazla eğlenecekti. Görülmeyen şeyleri gören, işitil- meyen şeyleri işiten ve bir hayalin, bir gölgenin içinde, yani bir tasavvurun imkânların- daki hudutsuzlukla kâinatı idrak eden bir insan sıfatıyla eğlenecekti. (Vurgular bize ait, s. 23)

Bu gece eğlencesini bir kadın bedeninde bulacağı hazla tamamlamak için mey- haneden arkadaşlarıyla birlikte ayrılan Abdullah Efendi bambaşka bir geceyle karşı- laşır. Gittiği her iki randevuevinde onu dehşete sürükleyen sanrılar tarafından kuşatıl- mıştır. Kahramanın bu sanrıları büyük bir iğrenme ve tiksinti uyandıran duygular ola- rak anlatılır; gittiği randevuevinin odasında tavana asılı neredeyse iki yüz yaşından büyük yaşlı bir adamın suretini görür, onun sesini duyar: “Bu çehrede iki sönük çizgi hâline girmiş gözlerden ve son derece korkunç, ‘iğrenç’ ve sinsi gülüşle en feci yara manzarası gösteren ağızdan başka canlı yoktu.” (s. 25) Abdullah Efendi, bu evden kaçarak uzaklaşır: Ancak diğer evde de aynı akıbet onu bekler:

(…) birbirlerine attıkları yan bakışlarla daha iğrenç, yapışkan oluyordu. (…) erkeğin göz süzüşleriyle karşı karşıya gelince daha fazla tahammül edemeyeceğini anladı. Kaçmak lazımdı. Korku, şaşkınlık, bunlar, bu bakışların verdiği tiksinme hissinin yanında mana- sız, gülünç şeylerdi. (Vurgular bize ait, s. 30)

Her iki evden de büyük bir dehşete uğrayarak kaçan kahraman, bu “tiksinti” veren manzaraları anlatırken ölümle ilişkilenen betimlemeler kurar: İlk evde gördüğü ihtiyarın sesi, “bir mezardan gelir gibi ölümü beraberinde taşıyan sesi” (s. 26) olarak betimlenirken ikinci evdeki çılgın raksı da ölümle tanımlar: “Esrarlı resimlerde sey- rettiği iskeletlerin çılgın ve zalim hayatla alay ederek ölümün zaferini terennüm eden oyununa benziyordu” (s. 29). “Mezar”, “iskelet”… bütün bu kavramsal seçimler, ölü- mün dehşet veren yüzünü, hayatın ölüm karşısındaki aczini ve nihai gerçeklik ola- rak ölümün varlığını yansıtır. Kahraman ölümle hayatı uzlaştıracak bütün geleneksel inançların dışında durduğu için fi ziksel gerçekliği aşan her durumda ölümü bir dehşet olarak deneyimlemektedir, ki bunu metinde açıkça dile getirir:

cîfe olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmaz- sa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı… (s. 46-47)

Burada “yalan” olarak ifade edilen şey, kendi varoluşunu kendi zihninin ötesin- de yaslayabileceği bir inançtan mahrum olmasıdır. Hiçbir inanç sistemine bağlanma- yan bu özne, içsel korkularını da bütün inanç sistemlerinden arındırarak kurar: “insan ruhu”: “(…) fakat bu sesten, insan ruhu dediğimiz vahşi ormanın derinliğinden gelen bu yabani, ebediyen melun ve hayvani sesten kaçmağa imkân var mıydı?” (s. 39). Ruhunu açtığı metafi zik deneyimi de benzer şekilde sunar Abdullah Efendi, kendi cenazesini tahayyül ederken kendisi hakkında şu sözleri sarf eder: “Abdullah büyük bir mistikti. Allahsız bir mistik.” (s. 36)

Tanrı’yı bırakarak varlığın gizlerine açılan bu özne, mistiklerin tevekkül ve sab- rına sahip olmadığı gibi yaşadığı deneyim de bir hakikate erişmez, bir anlama bağ- lanmaz. Bu nedenle, daha önce de değinildiği gibi, bu ruhsal profi l için deneyimin kendisi bir otoritedir ve bu deneyimi yaşayanlar huzur bulamaz. Deneyimin getirdiği çoğul, üretken kavrayış aynı zamanda ölümün ve yok oluşun da izini sürer. İşte “la- net” de budur: Sürekli bir aşma, sürekli bir ihlal ve sapkınlığa varan bir kutsallık alanı.

Hikâyede sıklıkla tekrarlanan “büyü, sır, tuhaf, acayip, rüya, masal” vb. söz- cükler dış gerçekliği pus altında bırakan, gölgeleyen ve hatta öte gerçekliğe geçiş için eşyanın, nesnelerin hatlarını yumuşatan kavramlardır. Dünyanın nesnel sertliği bu kavramlarla geçişken hâle getirilir. Gerçek bir mistiğin mutlak teslimiyeti yoktur romantik öznede, içsel deneyimin içinde her şeye rağmen varlığını sürdürür. “Ancak deneyim sırasında benlik ayrışmaya başlar, kişilerüstü bir dünya açılır, kavranılama- yan öte tarafl a iletişim kurulur ve önünde sonsuz bir hiçlik açılır.”21

Abdullah Efendi’nin içsel deneyimi, tam da aktardığımız yukarıdaki alıntıyla neredeyse bire bir örtüşen tanımla gelir:

Abdullah Efendi kendi kendinden yine korkmağa başlamıştı. Yuvarlanmak üzere olduğu uçurumun kenarında (…) tekrar önünde açılan o büyük boşluğa düşecekti! Bunu iyiden iyiye anladı. Bu gece bilinmez bir talihin mahkûmuydu, görmesine imkân olmayan şey- leri görecek, işitilmesine imkân olmayan şeyleri işitecek (…) (s. 38)

Abdullah Efendi içsel, zihinsel etkinliği içinde hazzın korkuya, kesinliğin be- lirsizliğe, gerçeğin düşe hızla dönüştüğü, karşıt durumlar arasındaki bu süreklilikle yaşar. Birbirine karşıt durumlar arasındaki bu güçlü ve hızlı etkileşim, iç dünyanın dengesini sürekli zorlayacak ve kendi içinde yaslanacak alanları da ufalanır hâle ge-

tirecektir. Zaten hikâye de Abdullah Efendi’nin onu dış dünyaya karşı güçlü kılan, baskın benliğini yitirmesi ile sonlanır. Metafi zik alana açılan bastırılmış diğer benliği onu rüyalara, sanrılara, gerçeküstü deneyimlere sürüklemiş, korku ve dehşetin yanı sıra farklılığını, seçilmişliğini oluşturmuşsa da açığa çıktığı anda benliğinin diğer yarısını yok etmiştir.

Abdullah Efendi’nin, hikâyenin sonunda uğradığı kayıp, bütün benliğini yitir- mek olmuştur, öyle ki kendini tanıyamayacak kadar kendi bedenine, varlığına yaban- cılaşmıştır. Hikâyenin son cümlesi bu durumu açıkça gösterir:

Sadece son derece mustarip ve yorgun hâlli bir adamın ağır adımlarla köşeyi döndüğünü gördü. Ona öyle geldi ki bu kendisi, yani Abdullah Efendi idi. (s. 49)

Outline

Benzer Belgeler