• Sonuç bulunamadı

Halit Ziya, Recaizade Mahmut Ekrem’in kendisine gönderdiği mektuplardan bahsederken bu eserin

Sabahattin Çağın *

1 Halit Ziya, Recaizade Mahmut Ekrem’in kendisine gönderdiği mektuplardan bahsederken bu eserin

akıbeti hakkında da bilgi verir: “Onun cevapları ile onları davet eden mektuplarının suretleri baldızı- mın İshak Paşa yangınında muhterik olan evinde mahvoldu. Bunları muhtevî olan sandıkta müteferrik müsveddelerden başka İzmir’de yazılan şeylerden ‘Temaşa’ hakkında bir eserle, yine o zamanın mah- sulü olan İlm-i Esarir ve Dayda, Deli namında iki küçük roman (…) vardı.” (Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 319). Bu ifadeden Halit Ziya’nın bu eseri bitirerek mi sakladığı ya da bitirdiği halde orada beklettiği mi kastediliyor, pek belli değil.

– O halde?.. dedim.

– O halde, bence doğrudan doğruya hem kendinizi hem refi klerinizle beraber gazeteyi muhakkak bir tehlikeye sürüklemek demektir.

– O halde, diye devam ettim; tefrika yerini bir müddet için başkalarına terk ederim.2

Eğer bir hafıza yanılgısı söz konusu değilse Halit Ziya’nın bu anlattıkları bizi çelişkili bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Halit Ziya’nın çok sevdiği dostlarından demiryolları hat komiseri Şemi Beyin “Nemide bitiyor değil mi?” sorusundan bu ko- nuşmanın yapıldığı sırada Nemide romanının son kısımlarının hâlâ tefrika edilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Bu aynı zamanda Halit Ziya’nın Deli’yi yayımlamaya, henüz Nemide’nin tefrikası bitmeden karar vermiş olduğunu göstermektedir. Oysa Nemide, Hizmet’in 164. sayısında sona ermiş ve hemen bir sonraki sayıda Deli neşredilmeye başlanmış ve dokuz sayı boyunca devam etmiştir. Oysa yukarıdaki konuşmaya bakı- lırsa Deli’nin hiç tefrika edilmemiş olması gerekirdi.

Yukarıdaki uyarıda bilindiği gibi II. Abdülhamit’in ağabeyi ve bir önceki pa- dişah V. Murat ima edilmektedir. Jön Türklerle ilişkisiyle bilinen V. Murat, padişah Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle padişah olmuş, ancak aklî dengesinin bozuk ol- ması yüzünden yaklaşık üç ay boyunca tahtta kalabilmiştir. II. Abdülhamit’in iktidarı esnasında ölümüne kadar ailesiyle birlikte Çırağan Sarayı’nda dış dünyayla ilişkisi kesilmiş bir şekilde yaşamıştır.

Deli, Halit Ziya’nın üçüncü uzun hikâyesidir ve iç içe geçmiş iki hikâyeden oluşmaktadır. Bunlardan çerçeve hikâyede anlatıcının bir hatıra defterini ele geçirme- si ‘anlatılırken’, esas hikâyeyi de bu hatıra defterinde ‘anlatılanlar’ oluşturmaktadır.

Halit Ziya daha çerçeve hikâyeyi anlatırken –hatıra defterinde anlatılan olaya uygun olarak– eserine esrarengiz bir hava verir. Böylece ana hikâyede oluşturacağı atmosferi en baştan hazırlama yoluna gider. Bir gün bir kitapçı, anlatıcıya ertesi gün bir kitap müzayedesi olacağını söyleyerek katılması için onu da davet eder. Anlatıcı, kitapların kime ait olduğu sorusuna “Onu ben de bilmiyorum” karşılığını alır. Böyle- ce esrarlı atmosferin ilk tuğlasını koymuş olur. Okuyucuya aşılanmak istenen bu me- rak duygusu paralel olarak anlatıcıya da yansır: “Fakat bilmem neden, sabaha kadar bu müzayedenin hatırası fi krimi kurcalıyordu.” Anlatıcı ertesi gün müzayedeye katı- lır. Listeden kitapları kontrol eder ve dikkatini çeken hiçbir kitaba rastlayamaz, ama buna rağmen müzayedede bulunmak ister: “Fakat müzayedede bulunmaya büyük ha- hiş hissediyordum.” Başlangıçta büyük ve ciltli kitaplar birer birer satılır. Anlatıcı bu satışların hiçbirine katılmaz. Müzayede sürerken kitapçıya “kitapları getireni” gös- termesini ister. Onun orada olmadığı cevabını alır. Bu cevap anlatıcının merakını bir kat daha arttırır, tabii ki okuyucunun da… “Merakım tezayüd etti. Esasen hiçbir şey

olmadığı halde kalbimde nâ-kabil-i mukavemet bir arzu-yı tecessüs hissediyordum.” Yarım saat sonra artık göze çarpacak kitap kalmamıştır. Son olarak ortaya hacmi kü- çük, eski, yırtık karmakarışık birtakım kitaplardan oluşan bir “yığın” getirilir. Kitapçı bunların içinde dikkate değer bir şey olmadığını, sadece “evrak-ı perişandan ibaret” olduğunu söyler. Bu sözler anlatıcıda tamamen ters bir etki yaratır: “Bu ‘evrak-ı pe- rişan’ sözü nazar-ı dikkatimi celb etti.” Hemen fi yatı arttırarak müzayedeye katılır. Bunun üzerine karşıdaki bir adam fi yatı yükseltir. Anlatıcı o zamana kadar hiç gör- mediği o kişiye baktığında, onun tebessüm ederek kendisine baktığını görür. Fiyatlar karşılıklı olarak yükseltilir. Bu çekişme esnasında yazar ne kadar “hışım”lıysa karşı- daki adam da o kadar “sakin ve mütebessim”dir. “Evrak-ı perişan”ın fi yatı kırk ku- ruştan 190 kuruşa geldiğinde anlatıcı bu çekişmeye neden katıldığının farkında bile değildir: “Bizim bu döküntülere bu kadar rağbet edişimize kimse mana veremiyordu. Hakikatte ise ben de sebebini bilmiyordum.” Anlatıcı tam burada bir kararsızlığa düşmüşken gözü rakibine takılır: “Dudaklarında müstehziyane bir tebessüm gördüm, kemal-i hiddetle dellala işaret ettim.” Böylece anlatıcı fi yatı iki yüz kuruşa yükseltir, hemen hasmına bakmak için döner, ama o yerinde yoktur. Anlatıcının müzayededeki bu rakibinin defterin gerçek sahibi olduğu düşünülebilir. Anlatıcının, bu defterin kıy- metini bilen biri olup olmadığını anlamak için onunla rekabete girmiş, onun defteri almakta kararlı olduğunu, başka bir ifadeyle defterinin kıymetini bilecek bir müşteri bulduğunu anlayınca müzayededen çekilmiştir. Eğer hikâye tamamlanmış olsaydı, bunu öğrenmek belki mümkün olacaktı.

Yarım saat sonra anlatıcı, odasında “evrak-ı perişan”ı birer birer elden geçirir- ken, birdenbire eline eski, kağıtları sararmış, kalınca bir defter geçer. İlk yaprağını çevirince en başta “Hayatım” başlığını görür. Anlatıcı bu kelimenin kendisinde uyan- dırdığı etkiyi ve sonrasını şöyle anlatır:

Bu kelime bende sihr-amiz bir tesir etti, yüreğimin şiddetle çarptığını hissettim. Bu eski defterin bana kitap sahibinin kim olduğunu ve daha pek çok şeyler öğreteceğine hükmet- tim. Artık öteki kitaplara bakmaktan vazgeçerek hepsini karmakarışık sepete doldurdum, kütüphanenin bir tarafına koydum. Kendim de hâmil olduğum defterle beraber sedirin üzerine yattım, mütalaaya başladım. Bu defterin mütalaası beni iki saat kadar meşgul etti. O derece tecessüsümü celbetmiş idi ki esna-yı mütalaada hiçbir hareket edemedim. Nihayet mütalaam hitam bulduğu zaman defter elimden düştü. Garip, korkunç bir rüya- dan çıkmış gibi beynim uyuşmuş idi. Kalbimde anlaşılmaz bir korku, fi krimde bir inad-ı musırrane ile şu kelime hüküm sürüyordu: Acaba! Bir hayli düşündüm.

Sonra etrafıma baktığım zaman karanlık olduğunu, gecenin başladığını gördüm. Bilmem niçin korktum. Defteri alarak kütüphanemin gözüne attım, hissiyatım üzerinde hiçbir tesir hasıl edemeyecek derecede vakit geçinceye kadar onu orada bıraktım. Bu gün meydana çıkarıyorum. Bakınız bu nedir?

Çerçeve hikâye ile iç hikâye arasında bir geçişi ifade eden yukarıdaki satırlarda anlatıcı, “sihr-amiz tesir”, “yüreğimin şiddetle çarptığını”, “tecessüsümü celbetmiş

idi ki”, “garip, korkunç rüya”, “beynim uyuşmuş” “anlaşılmaz bir korku” ve “Aca- ba!” gibi kelimeleri kullanarak merak unsurunu ve esrarlı atmosferi zirveye çıkarmış ve bu noktadan asıl hikâyesine geçmiştir.

Görüldüğü gibi iç hikâye bir hatıra defterinden meydana gelmektedir. Bu, rea- listlerin kendi varlıklarını eserden silmek, eserle okuyucuyu baş başa bırakmak için başvurdukları yollardan biridir. Hatıra defteri, mektup tarzı anlatımlarda anlatıcı eserin kahramanlarından biri olduğu için yazar aradan çekilmekte, böylece estetik mesafe en üst seviyeye çıkarılarak eserde gerçeklik duygusu kuvvetlendirilmektedir. Bilindiği gibi Halit Ziya daha ilk romanı Sefi le’de bile realist teknikleri uygulama çabası içine girmiş bir yazardır.3

Hatıra defterinin yazarı, defterinin hemen başında bir sıkıntı içinde olduğunu, içinde bir korkunun varlığını, daha da önemlisi “bir şey”in yedi gündür kendisine musallat olduğunu belirtir. Bu şey, yanındaki iskemlede oturmakta ve gözleriyle sürekli onu takip etmektedir. Bu durum onu hatıralarını yazmaya sevk eder, çün- kü insanlara anlatamadıklarını kâğıtlara anlatacaktır. Bu yazma arzusu, bir gün önce yaşadığı olay sonrası hizmetçiler arasında bile adının “Deli”ye çıkmış olmasından kaynaklanır. Odasında kendisinin gördüğü, fakat başkalarının göremediği biri vardır ve bu, onu sürekli rahatsız etmektedir. Hatta bu olayın sonunda onu tekrar karşısında görmüş ve ondan “Kabil değil! Ben seni bırakmayacağım” sözlerini işitmiştir: “Bu gün iyice karar verdim. Tercüme-i halimi yazacağım. Zaten benim tercüme-i halim bu adamdan ibarettir.”

“Deli”, hayat hikâyesine beş yaşından başlar. Evin tek çocuğu olması, “hasta- lıklı, mariz” olması annesinin ve babasının ona özel bir ihtimam göstermesine se- bep olur. Üç yaşlarındayken boğazında bir ur çıkmış ve o zaman ameliyat olmasına rağmen sonradan hastalığı nüksetmiştir. Eve bir cerrah getirilir ve çocuğun boğazı tekrar ameliyat edilir. O andan itibaren çocuk sürekli olarak halisünasyonlar görmeye başlar. Onu korkutan bu görüntü de kendisini ameliyat eden “sivri sakallı” bir cer- rahtır. Annesinin, babasının, dadısının ve özel doktorunun bütün teminatına, odada kimsenin olmadığını söylemelerine rağmen çocuk cerrahın hayalini görmeye devam eder. Bunun üzerine özel doktoru bir gün gelerek cerrahın ölmüş olduğunu haber verir. Taşında “Cerrah Sabit” yazılı bir mezara götürerek cerrahın öldüğüne onu inan- dırır. Çocuk büyük bir sevinç içinde oradan ayrılır ve bir süre sonra cerrahın hayalini görmez olur. Bir gün babasıyla at gezintisi yaparlarken gördüğü bir şey karşısında dehşetle haykırır ve bayılarak attan düşer. Evde ayıldığında ise dehşetle, “Ölmemiş! Ölmemiş!” diye haykırır.

Halit Ziya hikâyesini bu şekilde sonlandırır. Bu parçadan anlıyoruz ki, çocuk

3 Ömer Faruk Huyugüzel, “Halit Ziya’nın Sefi le Romanında Realist Teknikler”, Mehmet Kaplan’a Ar- mağan, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1984, 185-201.

çok kısa bir müddet ruh sağlığına kavuştuktan sonra cerrahı tekrar görmeye başlaya- rak yeniden hastalanır ve hatıra defterini tutmaya başlayıncaya kadar onun hayalini görmeye devam eder. Ancak hatıra defterinin başındaki, “Ben tuhaf bir şey oluyorum, yedi gündür bana musallat oldu; orada, yanımdaki iskemleden kalkmıyor. Gözleriyle beni daima takip ediyor” sözleri bu duruma aykırı gibi görünmekle birlikte, hayalin son zamanlarda çok yoğun şekilde görünmesini ifade ediyor olabilir.

Hikâyenin dikkat çeken bir başka yanı, mekân tasvirlerine hemen hemen hiç yer verilmemesidir. Çerçeve hikâyede de hatıra defterinde de ne iç ne de dış mekân tas- virlerine yer verilmemiştir. Oysa Halit Ziya, Hizmet gazetesinde Deli’den az önce tef- rika ettiği Hikâye adlı eserinde realistlerle romantikleri karşılaştırmış kendisinin de realistlerden yana olduğunu açıkça ifade etmiştir. Yine aynı eserde realistlerin mekân tasvirlerine çok önem verdiklerinden söz eder:

… onun içindir ki hakikiyun zemin-i hikâyeye vaz’ ettikleri eşhasın yaşadıkları mevakiyi bir takayyüd-i mutaassıbane ile teftiş ve taharri ederler. (…) Bir hakikî bizi eşhasın ya- şadığı mevkilere kadar götürür, en ufak tafsilatı, en küçük teferruatı bize irae eder, hiçbir

noktayı meskût geçmez.4

Roman ve hikâyede realistlerin mekân anlayışı hakkında böyle düşünen ve ken- disinin de realistlerin tarafında olduğunu söyleyen Halit Ziya’nın bu eserinde mekân tasvirlerine yer vermemiş olması diğer eserlerine göre bir farklılık arz etse bile bu durumu, eserin bir hatırat olması ve doğrudan bir ruh hastalığıyla ilgili olmasıyla açıklamak mümkündür.

Bu eserle ilgili önemli bir hususa Ömer Faruk Huyugüzel temas eder. Halit Zi- ya’nın bu eseri, dil bakımından oldukça sade olmasıyla diğer roman ve hikâyeleri arasında bir istisna teşkil etmektedir. Eserde Arapça ve Farsça tamlamalara, imajlara ve o çok bilinen uzun cümlelerine fazlaca yer verilmemesi oldukça dikkat çekici- dir. Huyugüzel, Halit Ziya’nın bu özellikleri taşıyan böyle bir eserinin yarım kalmış olmasını hem yazar hem de edebiyatımız açısından bir talihsizlik sayılabileceğini vurgular5.

Halit Ziya’nın üslubuna uymayan bütün bu özellikler, acaba bu eserin yarım bırakılmasının esas sebebi midir? Yukarıda Kırk Yıl’da ortaya koyduğumuz çelişkili durumdan yola çıkarak, orada anlatılanların bir bahane olduğunu söylemek mümkün müdür? Bunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki Halit Ziya’nın bu konuyu II. Meşrutiyet’ten sonra –siyasî mahiyet de katarak– “Üç Mektup” adlı hikâyesinde yeniden işlemiş olmasıdır.

4 Halit Ziya Uşaklıgil, Hikâye, (hzl. Nur Güranı Arslan), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 100. 5 Ömer Faruk Huyugüzel, Halit Ziya Uşaklıgil, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1995, s. 53.

*

“Üç Mektup” adından da anlaşılacağı gibi üç mektuptan meydana gelmiş bir hikâyedir.6 II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin hemen ardından 1908 yılında Tanin ga- zetesinde üç tefrika halinde yayımlanmıştır. Hikâyenin başına –alışılmadık bir biçim- de– yazarı tarafından konulan “İhtar”da iki hususa yer verilmiştir. Bunlardan birinci- si hikâyenin “istibdadın casus tazyikatından nasıl manevî tahribat doğduğuna işaret maksadıyla ve meşrutiyetin teessüsünden sonra” yazılmış olması, diğeri de hikâyenin Guy de Maupassant’ın “Le Horle”adlı hikâyesine benzemekle birlikte “bununla onun arasında, her şeyde bir intihal keşfetmek merakında olanları memnun edebilecek hiç- bir münasebet”in olmamasıdır.

İkinci ihtarı sona bırakarak “Üç Mektup”u incelemeye devam edersek, bu hikâ- yede de –basit olmakla birlikte– bir çerçeve hikâyenin bulunduğu görülmektedir: An- latıcı-yazara diğer mektuplarıyla birlikte kendi adına gönderilmiş “iri, müfrit” yazılı bir zarf gelir. Anlatıcı başta basit bir mektup olduğunu düşünerek umursamazsa da zarfını yırttığında “güzel, fakat sanki harfl eri içeriden gelen bir nefesle şişmiş zan- nolunacak kadar kalın ve geniş olan bu mektubun şekli onu cezp eder” ve hepsinden önce onu okumaya başlar. İşte hikâye de bu ve sonra gelen diğer iki mektuptan iba- rettir. Halit Ziya’nın atmosfer oluşturmak ve okuyucuyu esrarengiz bir olaya hazırla- ma açısından Deli’de yaptığını daha basit şekilde bu hikâyede de yaptığı görülmek- tedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi mektubun, “güzel, fakat sanki harfl eri içeriden gelen bir nefesle şişmiş zannolunacak kadar kalın ve geniş” olarak tasvir edilmesi, ardından okuma sürecini, “Ve titredim. Evvela bir şüphe içinde, tamamen vuzuh ile anlayamıyordum, anlattıktan sonra okumaya cesaret edemeyerek, fakat okumama- ya da muvaffak olamayarak devam ettim” cümleleriyle anlatması ve işaretlediğimiz kelime ve ibareleri kullanması bu atmosferi sağlama amaçlıdır.7 Mektupların yazar anlatıcıya nasıl ulaştırıldığı hikâyenin sonundaki üçüncü mektupta anlatılır. Hikâye kişisi yazdığı mektupları bir taşa bağlayarak komşusunun bahçesine atmakta, oradaki bir arkadaşı da mektupları adresine ulaştırmaktadır. Bu da hikâyeye esrarlı bir hava kazandıran bir olgu olarak dikkati çeker.

Bu hikâye yapı ve kullanılan teknik bakımından da Deli’ye benzemektedir. De- li’de yazar, kendi varlığını silmek ve eserdeki gerçeklik duygusunu kuvvetlendirmek için hatıra defterinden faydalanırken, “Üç Mektup”ta yine aynı amaca hizmet etmek için mektuplardan faydalanmaktadır. Yapı bakımından da her iki hikâye iç içe geçmiş olay örgüsü kurgusuyla kaleme alınmıştır.

Outline

Benzer Belgeler