• Sonuç bulunamadı

Faik Hilmi bu yazısında hayalperest şairleri eleştirecektir “Gariptir ki: Eriştir ab-ı lütfun el-amân

Halef Nas *

14 Faik Hilmi bu yazısında hayalperest şairleri eleştirecektir “Gariptir ki: Eriştir ab-ı lütfun el-amân

şâhım / Yakar şimdi semayı ateş-i âhım diyerek semayı ateşler içine atacak ve belki feza-yı namüte- nahiyi cevelangâh-ı efkâr edecek kadar vüs’at-i mütehayyileyi haiz bulunan bazı hayâlât-perestân-ı şuarâ bu gibi bir hakikat ve fen noktası üzerinde kalem kullanmak murat eyledikçe sapıtıyorlar. Celal Bey gibi nev-hevesân-ı terakkiye dostâne tebliğ eylerim ki: “Bir eseri neşretmezden akdem layıkıyla düşünmeli ve sonra da bir hakîm-i garbînin nasihatine tevfi k-i hareket birle hiç hükmünde bulunan bir eseri hiç arz etmemeye niyet veyahut arz olunan eserin ruhlu ve manalı bulunmasına dikkat etmeli- dir.” (Faik Hilmi, 2 Kânunuevvel 1885). Mehmet Celâl, Faik Hilmi’nin bu yazısına verdiği cevapta kendisine ait “Hazan” başlıklı yazısını dikkatli okumadığını ve bu yüzden bazı eleştirilerinde haksız olduğunu ifade eder ve Faik Hilmi’nin eleştirilerini alaya alarak mukabelede bulunur (Mehmet Celâl, 5 Kânunuevvel 1885).

bir kere dört faslın bizim memlekette suret-i tetabuuna dikkat eder ve işte içinde bulun- duğumuz şu hazan mevsiminde bir kere de etrafına bakarak tecahülü için edipliğin dahi kifayet edemeyeceği ve insan kör olsa gözüne saplanacağı derkâr bulunan ahval-i hazanı görür, ona göre nesir mi, nazım mı her ne kehkehleyecek ise kehkehler idi.

Evet, ilkbahardan sonra sonbahar değil, yaz gelir ve ilkbaharın taptaze yaprakla- rını solduran sonbahar değil yaz mevsimidir. Bu eleştiriye istihza da katılır:

“Sahralara bir manzara-i şairane bahşeden latif çimenler hazan dedikleri gaddarın zebu- nu olmuş” buyuruyorlar da, “Evvelki letafeti bulabilmek için bahar-ı diğere intizar ede- ceğiz! Ne şiddetli intizar!...” diye telehhüf bile eyliyorlar! (…) Dağlar dumanla muhat olduğu halde hayal meyal görünüyor. Baharın gittiğine izhar-ı teessüfl e beyaz kefenlere bürünmüş, izhar-ı matem etmiş zannolunuyor. Zemin karlarla mestur, ağaçların yaprak- larında nebatattan eser yok. Her cihet hazan içinde... (…) Vah çocuk vah! Seni genç yaşta böyle matuh edenlere acaba beddua edeceğin bir zaman gelecek mi? Evlâdım, dağların dumanı hazanda olduğu kadar baharda da bulunur. Bunları kefene teşbih edecek isen bari derinlerine bir de cenaze koy ki kefen olsunlar. Bahar vefat etmiş diye tahayyül eylediğin hâlde bunu diğer bir cenazeye teşbih eylediğin hazana koyacağına bari işte bu kefenlere sarsaydın ne olurdu? Hele izhar-ı matem edecek olanların beyaz kefenlere büründükleri- ni nerede gördün ise bize de göster ki kahkahalar ile gülelim! Biz Osmanlılar, “Yasımdan karalar giydim, karalar bağladım!” deriz. Beyaz kefen giyen matem-zedelerden maksat, icam-ı sinezenan iseler onların edebiyatı başkadır. Hele güz mevsiminde kar buralarda değil, Sibirya’da bulunur.

Mehmet Celâl’in “Ağaçların yapraklarında nebatattan eser yok” sözü için de;

… sözünü hiç olmaz ise kayınvalide hanıma niçin göstermedin de sana, “Oğlum yaprak üzerinde nebat aramak, belki cam-ı Cem ile mazhar-ı füyuzat-ı semaviye olanlarda bulu- nur. Âkil olan böyle sayıklamaz” diye irşat eylesin?

demektedir. Ahmet Mithat bu istihzayı yaptıktan sonra sözü şöyle bağlar:

İşte ey kariin-i kiram! İşte ey erbab-ı insaf! İşte üdebamızın mesleği! Bu adamlar genç- lerimizi rind, sarhoş, mahbup, dost fi lan eyledikten maada bir de yirmi beş yaşında iken matuh etmekten başka neye yararlar ise gösteriniz de biz de kani olalım!

Ahmet Mithat’ın “işte üdebamızın mesleği!” diyerek eleştirdiği edebî anlayış, Muallim Naci’ye ilgi duyanların görüşüdür. Nitekim yazının devamında Muallim Naci’den bu şairler için onlara gerçeği gösterecek bir muallimlik vazifesi ifa etmesi yönünde bir talepte bulunduğu görülmektedir:

Muharrirlere vazife-i tahriri öğretmek gayretinde bulunan Hazret-i Muallim kendi tela- mizini irşat buyursalar da bu türlü hezeyanları, “Memnun olduk...” diye tasvip etmeyip de vazife-i talimi yerinde ve suret-i lazımesinde ifa eyleseler, bilahare kendilerini dahî gülünç olmak akıbetine namzet etmemiş olurlar idi.

Ahmet Mithat Efendi’nin telkinlerine rağmen Mehmet Celâl hayalci şair tavrını sürdürecek ve Ahmet Mithat da onun Mürüvvet’te çıkan şair ve şiir tarifi ni yine alay yollu eleştirecektir. Mürüvvet gazetesi “Şairimiz Celâl Beyefendi şiir ve şairi şöyle tarif ediyor. Şairlerimizin bu tarifi ne suretle telakki edeceklerini bilemeyiz.” açıkla- masından sonra Mehmet Celâl’in şair ve şiir tarifi ne dair yazısını aktarır15:

Mahzun çehresi solmuş, nur-ı zekâ neşreden gözlerine sirişk-i teessür dolmuş, ara sıra içini çeker, hazin hazin dolaşır, ekseriya zulmette, fırtınalı gecelerde bir mezarın merme- rine dayanmış, elini başına koymuş, kâh bir necme bakar düşünür, kâh bir yaprak sedası duyar ağlar bir insan. Tabiat tarafından bedbahtlığa mahkûm olarak dünyaya gelmiş, handesi iğbirar-ı girye içinde, giryesi tebessüm-i mükedderane arasında meşhun bir talih- siz, baş dönmesine, helecan-ı kalbe, mütemadiyen ağlamaya, bazen düşünürken ansızın titremeye müptela olmuş bir mahluk-ı garip, gözyaşlarının iri damlalarını bir taş üstüne serperek meçhul bir hisse tebaiyet ettiğini lisan-ı hâliyle gösteren bir adam gördünüz mü? İşte o şairdir!..

Ahmet Mithat Efendi, Mürüvvet gazetesinin şair ve şiire dair yazısını Tercüman-ı Hakikat’in “Letaif-i Edebiye” sütununda değerlendirir. “Şair ne olduğunu henüz bilmi- yor idik. Hamdolsun refi kimiz Mürüvvet gazetesinin ‘Şairimiz’ diye kendisine tahsis eylediği şair Celâl Beyefendi şu ‘şair’ denilen mahlûkun ne gibi bir şey olduğunu bize anlattı.” sözleriyle meseleye istihza ile yaklaşacağını sezdiren Ahmet Mithat, Mehmet Celâl’in yukarıya aldığımız “şair”16 tanımını aktardıktan sonra Mürüvvet gazetesine “Bu tarifi şairlerimizin nasıl telakki edeceklerini düşünmeyiniz. Karilerimizin nasıl

15 Mehmet Celâl, “Edebiyat: Şair, Şiir”, Mürüvvet, nr. 106, 4 Temmuz 1888.

Outline

Benzer Belgeler