• Sonuç bulunamadı

1.3. Geçmişten Günümüze İslamofobiyi Besleyen Nedenler

1.3.5. Sistematik Bir Mücadele Alanı: Politik Nedenler

İslamofobinin nedenlerinden biri olarak ele alınan ‘politik nedenler’ ifadesi, ne tür politikalar olduğu ve bunların sınırlarının ne olduğuna dair muğlaklık taşıyabilir. Burada kastedilen ‘politika’yı yalnızca siyasal düzlemde ele almak, göçmenler ve eğitim ile ilgili politikaları göz ardı etmek olacaktır. Bu nedenle (siyasal anlamda yapılan) politik hamleler, göçmen politikaları ve eğitim politikaları ile birlikte ele alınacaktır.

İslam’a yönelik düşmanlığın, tarihsel ve kültürel bir kadim geçmişi olduğuna daha önce değinilmişti. Fakat İslamofobinin, bir rahatsızlıktan öte, bir ideolojik duruş ve bunun beraberinde siyasal bir argüman haline ge(tiri)lmesi, 20. yüzyılda ve özellikle o yüzyılın son on yılında başladığı söylenebilir. Öyle ki, İslamofobi üzerine yapılan çalışmalarda, Sovyet Rusya’sının dağılmasından sonra komünizmin çöküşüyle birlikte, Batı’nın kendine yeni bir düşman arayışına girdiğine dair görüşü yaygındır (Arslan, 2009:15; Buehler, 2011:643; Crane, 2010:54; Fekete, 2010:64). Ne var ki Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinden daha

40 http://www.pewforum.org/2011/01/27/the-future-of-the-global-muslim-population/

önce –yukarıda ekonomik nedenlerde de değinildiği üzere- II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da işçi ihtiyacı artmış bu da beraberinde Müslüman nüfusun Batı’ya gidip orada yerleşik hale gelmelerine neden olmuştu. Müslümanların varlığına dayanan politikalar 1970’lerde göç bağlamından çıkmış, güvenlik ve terörle mücadele sorunlarına odaklanmıştır (Amghar vd., 2007:9). 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan ve İngiltere’deki Salman Rushdie42 olayı ile Fransa’daki ilk hijab (başörtüsü) ile ilgili tartışmalar43 gibi meseleler Avrupa ve Müslümanlar arasında entegrasyonu hızlandırmış ve aradaki gerginlikleri artırmıştır (Savage, 2004:43).

1980’lerin sonundan itibaren, yukarıda ifade edilenlere benzer bir dizi olay, Avrupa’daki Müslüman topluluklara karşı popüler tutumları kutuplaştırmış ve Avrupa’daki Müslüman varlığı arttıkça, bu durum ulusal birlik için bir meydan okuma haline gelmiştir (Savage, 2004:43). Bir başka ifadeyle, Batı ülkelerinde her geçen gün artan Müslüman nüfus, Esposito’nun da belirttiği gibi, Batılılar tarafından bir ‘tehdit’ olarak algılanmaktadır (1992:232). “Müslüman” ve “göçmen” kelimelerinin neredeyse eş anlamlı kullanıldığı Avrupa ülkelerinin çoğu (ilk Arap petrol ambargosunu ve daha sonra yaşanan ekonomik gerilemeyi takiben), 1970’lerde göçmenlik konusuna kapılarını kapamıştır. Ancak başta aile birleşimi

42 Selman Rushdie, Şeytan Ayetleri adlı kitabında, İslam dininin önemli yönlerini doğrudan

sorgulayan bir hikâye ele almıştı. Rushtie kitapta, İslam peygamberi Hz. Muhammed’e işaret etmek için “Mahound” ismini kullanmış, Peygamber’in eşlerini metresleri gibi tasvir etmişti. Kuran’ın tamamıyla orijinalliğinden yoksun olduğu önermesi, kitabın en tartışmalı unsurlarından biriydi. İslam’ın oryantalist bir değerlendirmesini sunan ve destekleyen bu kitap, Batılı okuyucuların ilgisini çekmek için yazılmış bir romandı. Kitap, Müslümanlar arasında infial yaratmış, Hindistan ve Güney Afrika’da yasaklanmış, hatta bazı Müslümanlar, protesto amacıyla kitabı yakmışlardı. Ayrıca Ayetullah Humeyni, Salman Rushtie’nin hakkında irtidad ettiğine (dinden dönmek) dair fetva vermiş ve bu fetva on yıl boyunca geçerliliğini korumuştur. Batı dünyası tarih boyunca “ihanet” suçu için ölüm cezaları verirken, İslam dininde ihanetin suçu, Batı’nın aksine devlete karşı değil ümmete karşı işlendiğinden, idam gibi en ağır cezaları içermeliydi. Bu bağlamda Rushtie, dini değerlere hakaret ettiğinden “vatan haini” kabul edilmemiştir. Ne var ki İngiltere’deki dini değerlere hakaret kanunu, yalnızca Hıristiyanlık ile sınırlıydı ve diğer azınlık dinlerini karşı yapılan hakaretleri kapsamıyordu (Abbas, 2015a:123).

43 Fransa’da başörtüsü periyodik olarak 1989 yılından bu yana bir mesele haline geldi ve bu durum,

Fransayı ömür ve yoğunluk açısından benzersiz bir hale getirmişti. 2004’te Fransız Parlamentosu, (siyasi uzlaşmaya varılması anlamında) resmi okullardan gösterişli dini sembollerin giyilmesini yasaklayan bir yasayı geçirmişti. Çevredeki kamusal tartışmaların bir kısmı, Fransız toplumunun kendini tanımlama biçimini, geleneksel İslami uygulamalar ile Cumhuriyetçilik değerleri arasındaki çatışmayı Fransız sosyal bütünleşmesi ve kendisinin ve ilkelerinin temsil etmesi için bir meydan okuma olarak ele alıyordu (Amiraux, 2007:127).

vakaları olmak üzere Avrupa’ya her yıl, yaklaşık 500.000 göçmen ve 400.000 sığınmacı girmektedir44.

Müslümanlar, bu noktada Batı Avrupa’nın yasadışı göçmenlerin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır 45 (Savage, 2004:27). Tabi bu durum, Avrupa ülkelerinin demografik yapısını değiştirmekte ve bununla paralel olarak yeni politikalar üretilmesine neden olmaktadır.

Avrupa’nın demografik yapısını değiştiren bu sayısal verilerin, ilerleyen süreçte öngörülemeyen sonuçlara neden olacağı düşünülmektedir. ABD’li tarihçi Bernard Lewis, Alman Die Welt gazetesine 28 Temmuz 2004 tarihinde verdiği bir röportajda, Batı Avrupa’nın İslamlaşacağını öne sürmüştür. Lewis’in göç ve demografik durumu gösteren bu yargısı, “Avrupa ve Batı, Arap dünyasının ya da Magrib’in bir parçası olacak” şeklindedir. Lewis ayrıca, Avrupalıların geç evlendiğini, varsa evlilik yaşlarının az olduğunu, yoğun göçlere izin veren Avrupa’nın nüfusunun mevcut eğilimlere göre, en geç 21. yüzyılın sonuna kadar Müslüman çoğunluğunu içereceğini belirtmektedir46. Amerika menşeli Pew Araştırma Merkezi’nin 2017’nin Şubat ayında yayınladığı raporda47, 2050 yılına kadar Avrupa nüfusunun % 10’u Müslüman olacağı yönündeki tahmin, Lewis’in iddiasını destekler gibi görünmektedir. Gerek Batılı entelektüellerinin tahminleri gerekse araştırma merkezlerinin Müslüman popülasyon artışına dair verileri,

44 Mülteci, sığınmacı ve göçmen kavramları birbirinden farklıdır. Mülteci, uluslararası hukukta

“vatandaşı olduğu ülke dışında olan ve ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyen kişiler” olarak tanımlanmaktadır. Sığınmacı, “mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişilere” denir. Göçmen ise, hem maddi ve sosyal durumlarını iyileştirmek hem de kendileri veya ailelerinin gelecekten beklentilerini arttırmak için başka bir ülkeye veya bölgeye göç eden kişi ve aile fertlerini kapsamaktadır. Esas olarak, ülkesinden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişiler olarak tanımlanabilir. Göçmenler, vatandaşı oldukları ülkelerin korumasından yararlanmaya devam ederlerken, daha iyi bir yaşam standardına kavuşabilmek için, kendi istekleri ile bu yolculuğa çıkarlar. Bu yolculukların bir kısmı pasaport, vize gibi yasal belgelerle düzenli bir halde yapılırken, bazıları ülkelerin yasal sistemlerine aykırı bir şekilde düzensiz olarak yapılabilmektedir (https://bianet.org/bianet/toplum/167434-multeci- gocmen-siginmaci-arasindaki-farklar, Erişim, 06.04.2017).

45 Bu sayının yıllık 120 bin ila 500 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir (Savage, 2004:27). 46 Röportajın Almanca ve İngilizce metni için bkz: http://maverickphilosopher.blogspot.com.tr

/2004/10/from-interview-with-bernard-lewis.html (Erişim, 6.4.2017).

47 http://www.pewresearch.org/fact-tank/2017/02/27/muslims-and-islam-key-findings-in-the-u-s-

Batılılar açısından ontolojik bir tehdit olarak algılanmakta, bir takım kaygı ve endişelere yol açmaktadır. Başlangıçta “misafir işçi” olarak gelen fakat daha sonra o ülkelerin “daimî mukimi” hatta “vatandaşı” olan bu nüfusun yerli nüfusa oranla daha genç ve doğurgan olduğu düşünüldüğünde, Avrupalıların kimlik ve gelecek ile ilgili kaygıları bir ölçüde anlaşılabilir (Kirman, 2010:27). Kaya’nın da ifade ettiği gibi “ötekine, yabancıya, göçmene, azınlığa, İslam’a, bizden olmayana karşı duyulan ve güvenlik söylemiyle üretilen, modern insanın her an risk altında olduğunu anımsatan” (2015:49) bu korkunun bir yansıması, “Müslüman ülkelerden gelen göçlerin artması ve Avrupalılar arasında azınlık gösteren doğum nedeniyle Avrupa’da Müslüman nüfusun birkaç nesil içinde çoğunluk haline geleceği” anlamına gelen Eurabia teriminde bulunmaktadır. Bu kavramı en çok savunanlar arasında Financial Times köşe yazar Christopher Caldwell bulunmaktadır. Caldwell, Avrupalı Müslüman nüfusun, Avrupa kültürünün gelecekte yerini alabileceği birleşik bir cephe olma potansiyeline sahip olduğunu iddia etmektedir. Avrupa’nın radikal İslam tarafından kuşatılacağı korkusunu ifade etmede kullanılan Eurabia fikrini, Avrupa’da pek çok sağ parti, halkın desteğini almak için korku taktiği olarak kullanmaktadır (Moreno, 2010:74).

Batı Avrupa ülkelerinin birçoğunda Müslüman nüfusa yönelik tartışmalı yasalar, bireysel olarak uygulanmaktadır. Örnek olarak, 2009 yılında İsviçre’nin yeni minarelerin inşasını yasaklayan bir anayasa değişikliğini onaylaması; 2010’da Fransa’da kadınların yüzlerini örtmede kullandığı burka ve peçeyi yasaklayan bir yasayı başlatması gibi olaylar bu duruma örnek gösterilebilir (Moreno, 2010:75- 76). Öyle ki, Müslümanlara ve İslam’a dair anti-özgürlükçü tavır, kendini seçim kampanyalarında da göstermekte, İslam karşıtlığı üzerinden politika üreten aşırı sağ da Avrupa’daki Müslümanlar için bir tehdit oluşturmaktadır. Aşırı sağın oy oranlarındaki artışla beraber merkez partilerin de sağa doğru bir eğilim göstermesi, göçmen politikalarının sertleştirilmesine neden olmaktadır (Kepenek, 2016:72). Diğer bir deyişle, özellikle ulusalcı ve popülist partiler, seçim kampanyalarını Müslüman ve İslam karşıtlığı üzerine kurgulamakta ve bunu kolay oy elde etmede bir argüman olarak kullanmaktadırlar. Mesela, İngiliz Ulusal Partisi lideri Nick Griffin, 2006 yılında, İslam’ı “çok saldırgan ve kötü niyetli bir inanç” şeklinde

tanımlamış48 , Batı Avrupa ülkelerinden Hollanda’da yaptığı ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla sık sık medyada kendine yer bulan aşırı sağcı Özgürlük Partisi Genel Başkanı Geert Wilders, tüm Müslüman ülkelerden Hollanda’ya göçün durdurulması çağrısı yapmış (Ogan, vd. 2013:30) ve 2017 Mart ayında yapılan seçim kampanyalarında da, seçimlerini kazanması durumunda ülkedeki cami ve İslam okullarını kapatacağını, kamusal alanda başörtüsü ve diğer İslami simgeleri yasaklanacağını vadetmişti49. Burada, İslamofobinin sadece kıta Avrupa’sına has bir durum olmadığı, genel olarak Batı’nın bir sorunu olduğu söylenebilir. Öyle ki, özgürlükler ülkesi olarak tanımlanan Amerika’nın Eski Başkan George Bush’un 10 Ağustos 2006’da yaptığı bir konuşmasında “Amerika’nın İslami faşistlerle savaş halinde olduğunu”50 söylemesi bu görüşü doğrular niteliktedir.

Avrupa siyasetindeki bu aşırı sağ kesim, farklılaştırıcı ırkçı bir yaklaşımla göçmen karşıtı tutumunu meşrulaştırmaya çalışırken, bunu, kendi kültürel kimliğinin bütün pozitif değerleri kapsadığını öne sürerek ve bu değerlerden yoksun kimliklerin dışarıda tutulmasını isteyerek gerçekleştirmektedir. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde gitgide artan bu ayrıştırıcı mekanizmada hoşgörüsüzlük, şiddet yanlısı olma, suç oranlarını artırma, kadınları aşağılama gibi olgular İslamla ilişkilendirilmekte, bu özelliklere sahip olmaları onların sistemin dışına itilmeleri için yeter sebep kabul edilmektedir. Aşırı sağ partiler, Müslümanların bu vasıflarını Avrupa’ya taşıyacakları ve Avrupa’nın demokratik, hoşgörülü siyasi kültürünü bozacakları korkusunu tüm kıtaya yaymaya çalışmakta, İslam ve Müslümanları Avrupa için esas tehdit odağı olarak sunmaktadırlar (Uzunçayır, 2014:145).

Canatan, Batılı siyasetçi ve aydınların İslamofobik söylemlerinin genel bir tipolojisi oluşturulduğunda, ortaya çıkan analizin en az üç varsayıma dayandığını belirtmektedir. Bu varsayım ya da önermelerden ilki “farklılık tezi”dir. Bu teze göre, söz konusu gruplara göre İslam, ‘farklı’ ve ‘başka’ bir din; Batı dünyasında yaşayan Müslümanlar ise ‘göçmen’ ve ‘yabancı’dır. İkinci önerme “eşdeğersizlik

tezi”dir. Bu tez, İslam ile Batılı değerleri arasındaki birtakım farklılıklara,

48 http://www.dailymail.co.uk/news/article-375104/Islam-wicked-vicious-faith-BNP-leader-tells-

court.html (Erişim, 18.04.2017).

49 http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-37277054 (Erişim, 17.04.2017).

eşdeğersizlik tezini de eklemekte, yani İslam, yalnızca ‘farklı’ olanı değil, aynı zamanda ‘aşağı’ statüde olanı da temsil etmektedir. ‘Aşağı’ olan bazen “İslam, geri bir kültürdür” söylemiyle bazen de “İslam’da demokrasi, laiklik ve insan hakları gibi modern değerler yoktur” gibi söylemlerle ifade edilmektedir. İlk iki tezden ortak olarak ortaya çıkan son tez “çatışma tezi”dir. Buna göre, ‘aşağı’, ‘geri’ ve ‘farklı’ olan İslam’ın, ‘ileri’ ve ‘üstün’ olan Batı medeniyetiyle bağdaşması olanaksızdır. Farklı ve eşdeğeriz ilke ve kurallar insanları bir noktada çatışmaya zorladığından Müslümanların Batılı bir ortamda onlarla birlikte yaşamaları söz konusu bile değildir. Çatışma tezine göre, Batı’da yaşayan Müslümanlar, beraberinde getirdikleri inanç ve kültürleriyle Batı toplumuna uyum sağlayamamaktadırlar. Bu çatışmadan kurtulmak için ya asimile olma bağlamında uyum sağlamak ya da geriye dönmek zorundadırlar (2007:43-44).

İslamofobik dili yalnızca politikacılar değil, Papa gibi din adamları da bu dili kullanmaktadır. Papa 16. Benedict, Müslüman liderlere hitaben yaptığı bir konuşmasında, Müslüman liderlerden terörizmle mücadele etme noktasında yardım istemiş, hatta bu konuda yükümlü olduklarını söylemiştir. Papa’nın gerek diğer inançlara gerekse siyasi veya dini liderlerine benzer bir itirazda bulunması net olmamakla birlikte Papa, konuşmasında terörü Müslümanların yaydığını ima etmiş ve teröre sebebiyet veren diğer faktörleri göz ardı etmiştir (Ali vd., 2008:74). Ne var ki, Müslüman olduğunu iddia eden kişi ve grupların faili olduğu çeşitli terör olayları göz önüne alındığında, Avrupalılardaki İslamofobik algı ve tavrın sorumluluğunu ne tek başına politik veya dini aktörlere, ne de bu toplumlara yüklemek haksızlık olacaktır. Fakat olayların gelişimine ve bu olayların siyasi- toplumsal sonuçlarına bakıldığında, İslam ve Müslümanlara yönelik algı ve bunun beraberinde getirdiği İslamofobi olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaşmasında, Avrupa devletlerinin ve toplumlarının gerek etkileri gerekse sorumlulukları fazlasıyla belirginleşmektedir (Samur, 2016:303).

İslamofobik algıda etkili olan bir diğer neden de şüphesiz eğitim yetersizliği ve tabi bu bağlamda yürütülen eğitim politikalarıdır. Eğitim, Avrupa’daki Müslümanlar için problem teşkil etmektedir. Avrupa ülkelerindeki ilk ve orta dereceli okullarında birçoğunda Müslüman öğrenciler bulunmasına rağmen, bunlar arasındaki başarı oranının düşük olduğu ve büyük bir çoğunluğunun yüksek

öğretim aşamasına geçemediği bilinmektedir (Küçükcan, 2014). Öyle ki, göçmen nüfusun önemli kısmını Müslümanların oluşturduğu düşünüldüğünde, diğer göçmenlere kıyasla Müslümanlar arasında eğitimi tamamlama oranları düşüktür ve genel olarak çoğunluk nüfusundan daha düşük vasıflar elde etmektedirler. Müslümanların eğitim hakkıyla ilgili yaşadıkları sorunlar, araştırma merkezlerinin de raporlarına yansımaktadır. Örneğin, Avrupa Irkçılık Karşıtı Ağ (ENAR)’a göre, kuruluşlara yapılan şikayetlerde yabancı asıllı olması nedeniyle okula kaydedilmeyen öğrencilerin sayısı çok fazladır. Ayrıca öğretmenlerin öğrencilere ve öğrencilerin öğretmenlere karşı ayrımcı eylem veya sözleri, öğrenimin her derecesinde görülmektedir (Aydın ve Yardım, 2008:18). Eğitim de dahil göçmenlere karşı her türlü ayrımcılığın arttığı son yıllarda ayrımcılıkla mücadele için farklı eylemler, politikalar, kanunlar ve diğer araçlar mevcuttur. Ancak artan ayrımcılık karşısında bu ayrımcılıkla mücadele önlemleri yetersiz kalmakta ve bu durumun sonucunda Müslümanlarda; stres, kendine güven kaybı, hayal kırıklığı, güvensizlik, marjinalleşme vs. ortaya çıkmaktadır. Yüksek eğitimli azınlıklar için işgücü piyasasındaki ayrımcılık, eğitimin sınıf engellerini aşmasına ve hareketliliğin kolaylaşmasına yardımcı olabileceği fikrini ortadan kaldırmakta ve genç nesillere çelişik bir mesaj göndermektedir. Genç, yüksek eğitimli, örtülü Müslüman kadınlara işgücü piyasasında tanınan ve cezasız ayırımcılık özerkliğini ve kurtuluşunu geleneksel kısıtlamalardan engellemektedir (Karich, 2007:73). Bu tür negatif ayrımcılıklar, İslamofobiye neden olan olumsuz Müslüman profillerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Günümüzde Avrupa’daki eğitim sistemine bakıldığında, sistemin iki temel talep arasında sıkışmaya eğilimli olduğu görülmektedir. Bir taraf; teknik, ekonomik ve bilişsel yani seküler bir sisteme yönlendirirken, diğer taraf ise dinsel ve çok kültürlü eğitim taleplerinde bulunmaktadır. Müslüman çocuklarının ahlak ve değerler konusunda en azından bazı dini talimatlar içeren bir eğitim almayı tercih etmesi, Avrupa’daki gayrimüslim diğer alanlardaki eğitim sistemleri içinde bir sorun teşkil etmektedir (Daun ve Arjmand, 2005:405).

Sultana’ya göre Avrupa ülkeleri, Hristiyan dünya görüşünü korumakta ve eğitim konularını teknokratik ve laik bir bakış açısıyla görmektedirler (1995:136). Daha spesifik olarak eğitim, tek-kültürlü ve Batılı olmayan yaşam tarzlarına

düşman olma eğiliminde olduğu, bu durumun İslami değerler ve kimlik arasındaki fark ile ev sahibi toplumların baskın kültürleri ve değer sistemlerinin, Avrupa’da eğitim politikalarını sorunlu bir hale getirdiği ifade edilmektedir. Bazı okulların tam zamanlı İslami eğitim vermesi, Müslüman yaşam tarzının korunması mücadelesindeki araçlardan biri olarak görülmesine rağmen, çoğu Müslüman ebeveyn, temelde bu okulların niteliklerinin düşük olduğunu fark ettiklerinden, çocuklarını ayrı Müslüman okullara göndermemektedirler (Daun ve Arjmand, 2005:408). Öyle ki, devlet okullarında ahlak ve değerlerdeki eğitim eksikliği, çok kültürlü ve çok dinli görüşlere yönelik ayrımcılık gibi nedenler Müslüman ailelerin çocuklarını laik bir okul yerine, ahlaki ve etik eğitim vermesi nedeniyle Hristiyan okullarına göndermelerine neden olduğu (Walford, 2004:226) ifade edilmektedir.

Sonuç olarak, Abbas’ın da ifade ettiği gibi; Avrupa gibi hızla değişen toplumlarda ve özellikle birey ve grupların karşı karşıya oldukları iç ve dış mücadeleler göz önüne alındığında, eğitimin herkes için olması gerçekleştirilmesi gereken hedef olmalıdır (2015b:156). Eğitimdeki yetersizlik/eksiklik, beraberinde başta sosyolojik ve psikolojik olmak üzere birçok olumsuz duruma neden olmaktadır.