• Sonuç bulunamadı

1.3. Geçmişten Günümüze İslamofobiyi Besleyen Nedenler

1.3.1. Batı İmgesinde Doğu: Oryantalizm Etkisi

Doğu Bilimi anlamına gelen oryantalizm, Batı’nın Doğu’yu anlam(landırm)a çabasına dayanmaktadır. Oryantalizm, İslam öncesinde ortaya

çıkmasına rağmen, İslam’dan sonra da genelde İslam topluluklarının oluşturduğu “Doğu” üzerine söylemler üretmiştir25. Oryantalizmin İslam’ı ve öncesinde Doğu’yu nasıl ele aldığına geçmeden önce Doğu-Batı ayrımının nasıl ve nerede başladığını veya kimin Doğulu kimin Batılı olarak addedildiğine değinmek anlamlı olacaktır. Bu ayrıma kısaca değindikten sonra zaman içerisinde dönüşüm geçirmekle birlikte, temel mantığını koruyan oryantalizmin ideolojik yapısı ortaya konacaktır. Sonrasında oryantalizmin içerisinde çok belirgin olan İslam’ın, oryantalistlerce nasıl anlamlandırıldığına açıklık getirilecek, böylece günümüzdeki İslamofobik zihniyetin ve onun beraberinde getirdiği İslam/Müslüman tasavvuru daha net anlaşılacaktır. Son bir hatırlatma olarak ifade edilmelidir ki oryantalizm kavramı ile adeta özdeşleşen bir isim olarak Edward Said’in 1978’de yazdığı

Oryantalizm kitabındaki görüşleri, burada diğer sosyal bilimcilere göre daha ön

planda olacaktır. Said’i bu konuda bu kadar önemli kılan Jhally’ın da ifade ettiği gibi (2006:167) bu eserin, Ortadoğu araştırmaları alanında devrim yaratması ve Post-kolonyal teori gibi tamamen yeni araştırma alanları oluşturmasının yanı sıra İngilizce, tarih, antropoloji, siyaset bilimi ve kültür araştırmaları gibi birçok alanı etkilemesindendir.

Doğu ve Batı’nın ayrışması burada detaylandırılamayacak kadar başlı başına bir çalışma konusu olmakla birlikte kadim bir geçmişe sahiptir. Batı’nın Doğu’ya bakışını niteleyen Oryantalizmin temellerine bakıldığında, kökenlerinin Eski Yunan’a kadar gittiği görülmektedir. Eski Yunan’dan itibaren Batılıların Doğu toplumlarına dair betimlemelerinde, Atina’nın demokrasisi karşısında, Perslerin Doğulu despotizmi resmedilmesinin, bilinen ilk oryantalist söylemlerden olduğu (Aktay, 2006:428) kabul edilmektedir. Oryantalizmi daha geriye götürenlere göre Doğu ve Batı’nın dünya ve medeniyet anlayışlarının farklılaşmasında, antik çağdaki Truva ve Pers savaşlarının başlangıcının etkili olduğu varsayılmaktadır

25 Oryantalizme konu olan kesimin Arap ve İslam dünyasının oluşturduğunu iade eden Said’e göre

Doğu Hindistan, Japonya, Çin ve Uzakdoğu’nun pek çok ülkesi oryantalizmin dışında kalmaktadır. Bu durumu, uzun süre Fransa ve İngiltere’nin Müslümanlarla birlikte yaşama tecrübesine dayandıran Said -ki kavramın öncülerinin ve koruyucularının İngiltere ve Fransa olduğunu ifade etmektedir- Batı’nın ilgi alanına girmeyen Uzak Doğu ve bir kısım Asya ülkelerine yönelik görüşlerinin İslam dünyasına dair görüşlerine yakınlık göstermediğini vurgulamaktadır (1998:32).

(Süphandağı, 2004:81). Fakat o dönemlerde Doğu, kendi kimlikleriyle ilgili – söylemsel olarak- bir “Batılı” kavramı ortaya atmamıştır. Hâlbuki bu medeniyetlerin aralarında asırlarca devam eden güç mücadelesi göz önün alındığında, bu mücadelenin bir “öteki”lik algısı ürettiği söylenebilir. Ne var ki bu mücadele Doğu-Batı eksenli olmamıştır (Aktay, 2006:428). Bu nedenle gerçeklik olarak bir Doğu ve Batı varsa da söylem olarak Doğu-Batı ikileminin, duyulan ihtiyaca göre, geriye dönüşlü olarak modern dönemlerde üretildiği söylenebilir.

Doğu-Batı ayrımına giden bu yolda, Batı’nın kendisini nasıl inşa ettiği önem arz etmektedir. Batı’nın bu inşası, zihniyet dönüşümüyle başlamış, kendisini inşa ederken de birtakım karşıtlıklardan yararlanmıştır. Bu noktada Batı’nın ortaya koyduğu en önemli argümanlardan birisi “Doğulu olmadığı” tezidir. Bu tez, Doğu’yu tanımada Batı’yı ele verirken, Batı’yı tanımada da Doğu’yu ele vermektedir (Süphandağı, 2004:81). Esasen Batı, Doğulu olmadığının ve Batılı olmasının bir ayrıcalık olduğunun altını ısrarla çizegelmiştir.

“Doğulu olmayan” bu Batı, kendisini inşa ederken de Doğu’yu kendi imgesel dünyasında kurgulamıştır. Mesela, Batı’nın kurguladığı bu imgesel dünyada “Doğu”; aşırı genellemelerin, fantastik ögelerin birbirine girdiği egzotik, uzak, muğlak ve yarı düşsel-yarı ilahi bir coğrafyada kurulmuştur. Doğu ilk etapta metinlerde keşfedilmiş, sonra zihinlerde tasarlanmış, sonrasında da siyasi ve ekonomik bir malzeme yığını olarak tüketilmiştir (Takış, 2011:10). Çünkü Batı muhayyilesindeki Doğu imajı, zamanla gidip almaları için kendilerini bekleyen edilgen bir nesneye dönüşmüştür. Kendilerine direnç gösterme gücünden yoksun Doğu’nun geleceği hakkında hesaplar yapılabilmekte ve zenginlikleri paylaşılabilmektedir (Bulut, 2002:88). Bir başka deyişle, Doğu, Batı’nın nesnesi olarak görülmüştür. Günümüzdeyse nesne ile ilgili talep edilen haklar, farklı söylemlerle ifade edilmektedir. Dolayısıyla Batı’nın Doğu’ya ilişkin bu tek taraflı tutumunun arka planında tarihsel süreçteki imgelemin etkisi büyüktür (Süphandağı, 2004:78). Bu nedenle Batı’nın doğru anlaşılabilmesi öncelikle, Batılının bu bakış açısının bilinmesine bağlıdır.

Doğu-Batı arasındaki ayırım, Avrupalı olan ve Avrupalı olmayan toplulukların karşılaştırılmasında, Avrupalı kimliğinin Avrupalı olmayanlardan

üstün olduğu tezine hizmet etmek amacıyla oryantalizm tarafından ortaya atılmıştır (Baharoğlu, 2006: 64). Yani gerek bir kimlik gerekse coğrafi bir alana karşılık gelen Doğu kavramı, bu haliyle temelde oryantalizmin bir ürünüdür (Aktay, 2006:431). Doğu ve Batı arasındaki sınırlar hiçbir zaman kesin olarak çizilememesine rağmen, bu hayali alanlar, kutuplar arası boşlukları doldurmada uzunca bir süre etkili olmuştur. Bu söylemler tarihi, coğrafi ve kültürel olarak “öteki”nin kurgulanmasına olanak sağlamıştır (Culcasi ve Gökmen, 2012:62). Böylece Doğu hakkında söylem üreten oryantalizm, bu söylemleri çoğaltmakta, tekrarlamakta ve bu tekrarlarlar ezberletilmektedir. Batı’nın bu Doğu söylemi gerçek karşılığını, yani Doğu gerçekliğini ortaya koymuştur. Sonuçta ortaya bir Doğu(lu) ve bir de Batı(lı) çıkmıştır. Ne var ki –yukarıda da ifade edildiği üzere- sınırları muğlak olan Doğu- Batı alanları dönem dönem değişikliğe uğramıştır. Yakın bir tarihe kadar Doğu sınırı Balkanlardan başlarken, günümüzde bu sınır Türkiye’den başlamakta; dolayısıyla Doğu ve Batı’nın sınırları, büyük oranda İslam coğrafyasına göre belirlenmektedir (Aktay, 2006:431).

Oryantalizm, yeni bir kavramsallaştırma olarak İngilizcede ve Fransızcada 1800’lerde ortaya çıkmış olmasına rağmen (Watt, 2017:377) ontolojik ve epistemolojik açıdan kadim bir geçmişe sahiptir. Doğu araştırmalarıyla ilgilenen ilk Batılı ilim adamının kim olduğu ve bu işin ne zaman başladığı kesin bir şekilde bilinmemekle birlikte (Sibai, 1993:34), ilk defa ne zaman ortaya çıktığı ile ilgili çok farklı görüşler öne sürülmektedir. Bazı araştırmacılara göre oryantalizm hareketi ve oryantalizm incelemelerinin 13. yüzyılda başladığı kabul edilmektedir. Fakat oryantalizmi daha eskiye, 9. yüzyılda Müslümanların Sicilya’yı fethine dayandıranların yanı sıra, Haçlı Seferleri ile başlatan görüşler de yok değildir. 1798’de Fransa’nın Mısır’a ve diğer doğu ülkelerine saldırmasını oryantalizmin başlangıcı olarak temel alan görüşler de bulunmaktadır (Vezzan, 2013:19).

Üzerinde ilk söylemlerin ve araştırmaların ne zaman yapıldığı belli olmamakla birlikte Doğu, batılı oryantalistlerce bir araştırma nesnesi olmuştur. Ne var ki oryantalizmin ne zaman ortaya çıktığı tam bilinmese de oryantalizmi ortaya çıkaran birçok etmen bulunmaktadır. Bu etmenleri Sıbai, ilmi, ticari, emperyalist, siyasi ve dini olmak üzere beş kategoride ele almaktadır. Sibai’ye göre ilmi

sebeplerde oryantalistlerin çok az bir kısmı sadece Doğu milletlerinin dillerini, dinlerini, kültür ve medeniyetlerini öğrenmeyi hedeflemiştir. Oryantalizmin ticari sebebinde Batının, sanayi ürünlerinin sürümünü artırmak, İslam ülkelerinden ucuza hammadde satın almak, bazı İslam ülkelerinin yerli sanayiyi ortadan kaldırmak amacıyla bu ülkelerle Batı arasında ticari ilişkiler kurma isteği gösterilmektedir. Emperyalizm bağlamında oryantalistler, Doğu’nun güç kaynaklarını bulup zayıflatabilmek, diğer yandan zayıf taraflarını öğrenip o taraftan faydalanmak amacıyla Doğu’nun din, kültür, gelenek vb. manevi miraslarını her yönüyle incelemeye yönelmişlerdir. Batılı devletlerin Arap ülkelerindeki sefirleri ya da kültür ataşeleri Arapçayı (ya da o ülkenin dilini) çok iyi kullanabilmiş ve bu ülkenin fikir adamları, gazetecileri, siyasileriyle yakın ilişki içerisinde olmuşlardır. Bu Batılı elçiler, mensubu oldukları devletin istekleri doğrultusunda (yerlilere) telkinde bulunmanın yanı sıra, arabuluculuk, nasihat ya da yardım gibi bahanelerle Doğu ülkelerinin iç işlerine müdahale etmişlerdir. Batı’nın bu siyaset tarzı bazı Arap ülkeleri arasında ayrılıkçı hareketlerin ortaya çıkmasına neden olduğu gibi, İslam ülkelerinin birbirine düşmesine de neden olmuştur (1993:39-42). Yani, emperyalizm ile oryantalizm birbirine destek sağlayarak, Batı’nın siyasi ve askeri yönden istila ettiği İslam ülkelerini, kendilerine boyun eğdirmeyi amaçlamışlardır (Yıldırım, 2003:28). İslamofobik etmenlerin sonuncusu olan dini sebebi ise Sıbai, Hristiyan din adamlarının İslam’ın iyi taraflarını kötüleyip, tahrif etmek olduğunu, böylece Hristiyan halka İslam’ın yayılmaya layık bir din olmadığı, Müslümanların kaba, cahil, kan dökmekten zevk alan kişiler olduklarını ispat etmeye çalıştıkları şeklinde açıklamaktadır. Sıbai, Batılı Hristiyan din adamlarının, İslam fetihlerinin, Haçlı Seferlerinin ve Osmanlı’nın Avrupa’daki fetihlerinin Hristiyan halkta İslam’a karşı ne gibi bir nefret uyandırdığını iyi bildikleri (1993:38-39) görüşündedir.

Said’in “Doğubilim: Şarkiyat” adını verdiği olguyu, Fransızlar ve İngilizler ve hatta bir ölçüye kadar Ruslar, Portekizliler, İtalyanlar ve İsviçreliler uzunca bir süre yaşamışlardır. Bu yaşantı, bu ülkelerin Doğu’yu, Batı Avrupa’nın gördüğü gibi düşünmesine ve onunla öylesine anlaşmasına yol açmıştır. “Doğubilim”, “Şarkiyat” ya da “Oryantalizm” bu anlaşmanın adıdır. Doğu Batı’nın yakınındaki bir komşu olmasının yanı sıra, Avrupa’nın en büyük, en zengin ve en eski sömürgelerini

kurduğu bir bölgenin ve uygarlığın temelidir. Bu Doğu uygarlığı; fikirleri, hayalleri, kişiliği ve deneyleri ile kontrastlar yaratarak Avrupa’nın (Batı’nın) tarifini kolaylaştırsa da Doğu’nun hiçbir yönü hayalî değildir. Doğu, Avrupa’nın maddi kültür ve uygarlığının ayrılamaz bir parçasıdır (Said, 1998:12). Fakat Doğu’nun Avrupa’nın ne zaman bir parçası haline getirildiği tam olarak ortaya konamasa da oryantalizm, geleneksel ve modern olarak dönemselleştirilmektedir (Said, 1998; Abdülmelik, 1998:8). 1800’lü yıllara kadar devam eden ve genelde kaba bir İslam eleştirisi üzerine kurulu geleneksel ya da klasik oryantalizm, Hz. Muhammed, Kuran gibi İslam’ın en önemli konularına ithamlarda bulunmuştur (Aydın, 2011:325). Bu ithamların yanı sıra geleneksel oryantalizmin Doğu(lu) tasavvurunda; (a) “Özne” ya da “nesne” olup olmaması oldukça fark eden bir “öteki” olarak, Doğu ve Doğulu bir araştırma nesnesi olarak düşünülmüştür. Araştırmanın bu “nesne”si; pasif, hiçbir şeye karışmayan, sadece tarihi bir öznelliğe sahip olan, kendisi hakkında karar veremeyen, aktif olmayan ve özerklikten uzak bir karakter sergilemektedir. Bu Doğu(lu) ya da “nesne”, nihayetinde felsefi açıdan kendine yabancılaştırılmış, yani başkaları tarafından konumlandırılmış, anlaşılmış ve tanımlanmıştır. (b) Doğu’nun halkları, milletleri ve ülkeleri niteleyici etnik tipoloji aracılığıyla ifade edilerek özcü bir kavram benimsenmektedir. Bu durum zamanla ırkçılığa doğru ilerlemiştir (Abdülmelik, 1998:14-15).

Geleneksel/klasik ve modern oryantalizmin nerede başlayıp nerede bittiği konusunda farklı görüşler bulunmakta bu nedenle dönemlerin sınırları tam çizilememektedir. Said’in Oryantalizm kitabında atıfta bulunduğu Abdülmelik, geleneksel oryantalizmin 1245 Viyana Konsülü ile başlayıp II. Dünya Savaşı ile sonlandığını ileri sürerken (1998:20); Said ise modem oryantalizmin 18. yüzyılın sonunda –Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesiyle- başladığını ve bu dönemde Avrupa kültürünün temel ögelerini sergilediğini belirtmektedir (1998:173). Abdülmelik’e göre II. Dünya Savaşı’na kadar oryantalizmin ortaya koyduğu bazı anlatılar, geleneksel oryantalizmin temel özelliklerini gösterse de 1800’lerden itibaren oryantalizmde bir hareketlik ortaya çıkmış ve bunda oryantalist derneklerin kurulmasının önemli bir payı olmuştur (Abdülmelik, 1998:9). Oryantalizmin 18. yüzyılın sonlarından itibaren farklı bir mecraya evrilmesinde, 1784’te Asiatic

Society’nin Hindistan Kalküta’da kurulması da önemli görülmektedir. Asya Çalışmaları –Vali Hastings’in yönetimi sırasında oraya giden İngiliz entelektüellerinin oluşturduğu çalışmalara kadar olan bu dönem- oryantalistlerin daha edilgen, İslâm medeniyetinin ve Doğu medeniyetinin daha etken görüldüğü bir dönemi kapsamaktadır. Bu dönemde oryantalizmi motive eden şey, farklı bir kültürü hatta kendi üzerine egemen olan bir kültürü tanımaktır. Ancak, 1784’te Bengal’deki İngiliz yönetimi, oryantalist çalışmaları böyle bir kültürü tanımak faaliyeti olmaktan çıkarıp idare ettiği, sömürmeyi planladığı bir toplumu yönlendirmenin bir parçası haline getirmiştir (Davutoğlu, 2002:41-42). Böylece, oryantalist çalışmalarını Arap dünyası ve Uzak Doğu olarak iki alanda başlatan itici güç, ilk koloni imparatorluklarının kurulmasıyla vücut bulmuş ve “unutulmuş kıtaların” Avrupa emperyalizminin denetimi altına girmesiyle büyük bir hız kazanmıştır (Abdülmelik, 1998:9). Bir başka deyişle Doğu’yu, Batı’dan öz itibariyle farklı bir şey olarak göstermek ve sunmak amacıyla kullanılan oryantalist söylemler, erken dönem Avrupa sömürgeciliğinden /kolonyalizminden bu yana üretilmeye devam etmektedir (Culcasi ve Gökmen, 2012:62).

Oryantalizmin 18. yüzyıldan itibaren dönüşüm geçirdiğini belirten Said’in, bu süreçten sonrasını Modern oryantalizm dönemi olarak adlandırdığı belirtilmişti. Oryantalistleri, “Doğu hakkında ders veren, yazı yazan ve araştırma yapan herkes” olarak tanımlayan Said, oryantalizme genel veya özel anlamda, filolog, etnolog, sosyolog ve tarihçileri de kendi bilimsel disiplinleriyle birlikte dahil etmektedir (1998:13). Oryantalistler; Doğu toplumlarının dilleri, kültürleri, tarihleri ve coğrafyaları hakkında bilgi sahibi akademisyenler olduğu kadar, Doğu dünyasının resmini yapan Batılı ressamlara da karşılık gelmektedir. (Bulut, 2007:428). Lewis de oryantalizmin iki anlamda kullanıldığını belirtmektedir. Buna göre oryantalizmin ilk anlamı resim okuludur. Yani çoğunlukla Batı Avrupalı bir grup sanatçının Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı ziyaret etmeleri ve oralarda gördüklerini veya hayal ettiklerini tasvir etmelerine karşılık gelmektedir. Oryantalizmin - Lewis’e göre- ikinci anlamı ise bir bilim dalı olmasıdır (1982:3). Tüm bunların yanında oryantalizmi, Hristiyan misyonerliğinin bir aracı olarak gören Said, Paret, Zakzûk gibi isimler oryantalizmi aynı zamanda sömürgeciliğin bir aracı olarak da

değerlendirmişlerdir (Bulut, 2007:428). Fakat Hentsch’in de ifade ettiği üzere, Çin gibi Batı’nın sömürgeleştiremediği yerler oryantalizm akımının dışında bırakılmış ve bu (az sayıdaki) coğrafyalar, Batı tarafından dışsallaştırılmıştır (2008:26). Yani, Batı’nın sömürgeleştiremediği (Doğu) topraklarında oryantalizmi bir araç olarak kullanamadığı söylenebilir. Ne var ki Avrupa’nın en parlak dönemlerini yaşadığı Rönesans’tan günümüze oryantalistler, Doğu’da bilim adamı, aydın bir kişi, misyoner, tüccar, asker, sömürge memuru, maceraperest olarak görünmüş, dahası Doğu üzerinde etkinlik yaratmasına rağmen hiçbir yerde herhangi bir engelle karşılaşmamışlardır (Abdülmelik, 1998:13; Said, 1998:19-20). Çünkü, Avrupalı gittiği yerin bir vatandaşı değil, Fransız ya da İngiliz İmparatorluğunun temsilcisi statüsünde olmuştur. Öyle ki Avrupalılar gerek sahip olduğu silahlar gerek ekonomik gücü gerekse de kültürel üstünlüğü ile ayrı ve çok ileri bir insan konumunda (Said, 1998:220) olmuşlardır.

Oryantalist Doğu araştırmaları, yerel tarih- kültür ve medeniyetleri, Avrupa eksenli bir bakış açısıyla ele alıp, bunların Avrupa medeniyetine ne kazandırdığını belirlemek amacıyla gelişmiştir (Süphandağı, 2004:17). Oryantalizm başlangıçta masum bir çalışma alanı olarak görülse de Batı, 18. yüzyılın sonlarından itibaren “Doğuyu tanımak” amacı ile yola çıkmış ve bütün gücünü kullanarak Doğu’ya uzanmıştır. 18. yüzyıldan itibaren sömürgeciliğin bir araç olarak kullanılması oryantalizmi, inter-disipliner bir alan haline getirmiştir. Böylece, oryantalizmde Doğu’nun takdim şekli 18. yüzyılın son yıllarından sonra değişmiş ve oryantalizm, alanını olabildiğince genişleterek, bu dönemden itibaren akademik bir alan haline gelmiştir. Böylece oryantalizm, Doğu’yu konu edinen kuramların tamamı, verilen demeçler, takınılan tavırlar, yapılan benzetmeler, bir cins öğreti, yönetim biçimi veya hükümet şekli haline gelmiştir. Kısacası, bu tarz bir oryantalizm, Batı’nın üstünlüğünü devam ettirme taktiği ve Doğu üzerinde otorite kurma gayreti haline gelmiştir (Said, 1998:14-39). Oysa, modern oryantalistin kendi gözünde o, bir kahramandır. Çünkü, Doğu’yu karanlıklardan kurtarmakta, çağdışılıktan çekip çıkarmakta, yabancılaşmasına fırsat vermemektedir (Said, 1998:174). Bu bağlamda meşhur romancı Rudyard Kipling’in 1899’da kaleme aldığı “White Man’s Burden (Beyaz İnsanın Sorumluluğu)” adlı eserinde “bütün dünyada beyaz insanın

sorumluluğu vardır” temasını işlemesi örnek verilebilir (Davutoğlu, 2002:46). Kipling ve ona benzer oryantalistlerin profesyonel çıktılarının (yazı, resim vb.), Batı’nın Doğu üzerinde kurduğu tahakkümün araçları hakkında bize ipuçları vermektedir.

19. yüzyılda oryantalizm çalışmalarında, özellikle bu bağlamda İslam ile ilgili çalışmalarda büyük bir artış yaşanmıştır. Yaklaşık yarım asır gibi bir sürede oryantalizm hakkında binlerce kitap, makale, dergi, konferans bildirisi ve akademik tezler yazılmış, pek çok üniversitede kürsüler kurulmuş ve dersler verilmiştir. Tüm bu akademik çalışmaların hepsi İslam tarihine ve kültürüne temas eder nitelikte kaleme alınmıştır (Kalın, 2008:117). Oryantalizmin 19. yüzyılın sonundan itibaren oldukça disiplinli, hatta belirli kurallara bağlı olarak düzenli biçimde sürmesini Said; Gramsci’nin “hegemonya” ile Foucault’nun “bilginin arkeolojisi”, “gözetleme ve cezalandırma” ve “söylem (discourse)” kavramlarıyla tanımlamıştır. Endüstriyel Batı toplumlarının yaşadıkları kültürel çağı anlayabilmede özellikle hegemonya kavramının çok önemli olduğunu savunan Said’e göre, oryantalizme devamlılık ve güç veren de Batı’nın bu hegemonyası ya da kültürel hegemonyasının dolaylı etkileri olmuştur. Said, oryantalizmin Denys Hay’ın “Avrupa Düşüncesi” kavramsallaştırmasındaki “Biz Avrupalı olanlar” ve “Avrupalı olmayanlar” olarak özetlediği fikirden farklı olmadığını savunurken; bu fikrin, birliktelik duygusunun yanı sıra Avrupa’nın tesis ettiği hegemonyanın yansıması ve Avrupa kültürünün temeli olduğu tezini ortaya koymuştur. Öyle ki bu temel, Avrupa’nın, Avrupalı olmayan bütün diğer kültür ve halklardan daha hâkim olduğu fikrine dayanmaktadır (Said, 1998:14-19). Yani Oryantalizm, hegemonik bir işlem olup, bir merkez kurma veya merkezleme işleminin adıdır (Mutman, 1999:31). Bunun arka planında da 19. yüzyılda emperyalizmin etkisiyle Doğu, geri kalmışlığıyla batarken, Avrupa’nın ekonomik, teknik, askerî, siyasî ve kültürel üstünlüğünü tesis etmesi yatmaktadır. Tamamen fiilî sebeplerle İran ve Osmanlı İmparatorluklarının Avrupa’nın hakimiyeti ve denetimi altında kalan yerler haline gelmesi ve sonuçta Müslümanların Batı karşısında küçük duruma düşmesi, Hristiyan misyonerleri cesaretlendirmiş ve onlara yeni yollar açmıştır. Tabiî insanî eğilimler ve hatta çağdaş bilimin genel fikirleri çerçevesinde, Müslüman dünyanın başarısızlıkları

İslâm’a atfedilirken, Avrupalıların başarıları da Hristiyanlığa atfedilmiştir. Ortaya, Hristiyanlığın gelişmeye uygun olduğu, İslâm’ın ise kültürel durgunluk ile geri kalmışlık anlamına geldiği gibi yanlış bir iddia çıkmıştır. İslâm’a karşı oldukça şiddetli ve sert bir saldırı olmuş ve Orta çağların argümanları güncel betimlemelerle canlandırılmıştır (Rodinson, 2002b:182). Mesela, Delacroix’in Le Massacre de Scio adlı tablosunda ve Victor Hugo’nun şiir koleksiyonunda (Les Orientales) halkın imajında gelişen ve uzunca bir süre devam edegelen “Romantik Doğu” imajı, bütün esaslarıyla yer almıştır. Bunlar renk cümbüşü, görkem ve vahşî gaddarlık, haremler ve saraylar, kesik başlar ve çuvallar içinde İstanbul Boğazı’na atılan kadınlar, Akdeniz’e özgü yelkenli kayıklar ve hilâl sancaklı iki direkli gemiler, gök mavisi kubbelerin yuvarlaklığı ve minarelerin süzülerek yükselen beyazlığı, vezirler ile odalıklar ve hadımlar, palmiyeler altındaki serin pınarlar, boğazları kesik gayr-i Müslimler, savaşta üstün gelenlerin doymayan ihtirasına maruz esir kadınlardır (Rodinson, 2002b:197).

20. yüzyıla gelindiğinde oryantalizm, kapsamı ve kuruluşları bakımından çok ileri bir düzeye ulaşmış, 1815-1914 yılları arasındaki yüz yıllık süreçte Avrupa’nın -özellikle Asya ve Afrika ülkeleri başta olmak üzere- doğrudan sömürdüğü imparatorlukların sayısını dünya üzerinde yüzde 35’ten yüzde 85’e çıkarmıştır (Said, 1998:65). Daha önceden de bahsedildiği üzere Said ve Sıbai gibi isimler oryantalizm ve sömürgecilik arasında yapısal olarak bir suç ortaklığı olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu görüşe katılmakla birlikte bunu bir adım daha ileriye götüren Mutman, Üçüncü Dünya’daki Batılılaşma ve/veya modernleşme süreçlerinin işlenme sürecinin arka planında oryantalizmin olduğunu ifade etmektedir. Bu görüşe göre her ne kadar sömürge öncesi ve sonrası rejimler arasında fark olsa da sömürge sonrası ulusalcı modernizasyonda (bürokrasi, eğitim, endüstriyel üretim) belli bir oryantalizm gereksinmiştir (Mutman, 1999:45). Böylece oryantalizm, modern bilim vasıtasıyla yayılma yoluna başvurmuş; bu çerçevede bilim adamları, üniversiteler, uzman dernekler, coğrafi keşiflerle ilgilenen kuruluşlar, yayınevleri bu noktada aracı olmuşlardır. Said’in ifadesiyle bu, kendi içinde açık ve gizli olarak ayırdığı oryantalizm türlerinden gizli oryantalizme karşılık gelmiştir. Said’e göre öncülerinin sarsılmaz otoritelerine dayanan

oryantalist faaliyetleriyle bilginler, gezginler ve şairler yıllarca çalışarak ortaya