• Sonuç bulunamadı

1.3. Geçmişten Günümüze İslamofobiyi Besleyen Nedenler

1.3.8. Öteki’yi Betimleme Aracı: Medya Etkisi

“Tarihte hiçbir şey Müslümanları Batı medyası kadar tehdit etmemiştir...” der, Pakistanlı antropolog Akbar Ahmed bir makalesinde65 (1994:14). Ahmed’in İslam karşısında Batı medyası ile ilgili kaleme aldığı bu ifade, 11 Eylül sonrası artık sınır tanımayan bir noktaya ulaşmıştır. Medyada yeni teknolojilerinin gelişmesi, daha geniş kitlelere ulaşmayı beraberinde getirmiş, özellikle 2000’li yıllardan sonra İslamofobinin yükselmesinde, medya önemli bir rol oynamıştır. Batı’nın, İslam ve Müslümanlara yönelik yayınlarında, 11 Eylül’ün bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde İslam ve Müslümanlara dair haberler arttığı gibi, bu haberlerde İslam ve Müslümanlar olumsuzlanarak verilmektedir. Bir önceki başlıkta da ifade edildiği gibi, Batı medyasında, İslam adına şiddet uygulayanların bu eylemleri, İslam’ın bir öğretisi gibi kodlanmakta, Müslümanlar kafa kesen, vahşi insanlar gibi temsil edilmektedir. İslam adına terör eylemleri yapanların dışındaki haberlerde de Müslümanlar Batı medyasında artık ölümleri istatistiksel sayılar haline gelen saldırılar, açlık, sel ve deprem gibi doğal afetler, fakirlik ya da diğer olumsuz haber konuları ile kendilerine yer bulmakta,

sürekli negatif bir şekilde temsil edilmektedirler.

Medya; imaj, önyargı, düşman veya öteki tasavvurunu oluştururken, bunları Batı’nın mevcut tarihsel algısı üzerine oturtmaya çalışmaktadır. Yani metinde, toplumsal hafıza veya bilinç altındaki tarihsel tecrübesini, mevcut olan anlam ve söylem yapılarına yeni boyutlar ekleyerek yeniden dolaşıma sokmaktadır (Dağ, 2016:40). Müslümanların medyada tek taraflı ve genellikle sorumsuz bir şekilde temsil edilmesi, İslamofobiyi besleyen en önemli alanlardan birisidir. İslami sembol ve figürler sadece marjinal internet sitelerinde değil, ana akım medyada da çarpıtılmakta ve tahrif edilmektedir. Haberler, tartışma programları, filmler vb. medya ürünlerinin yanı sıra siyasi ve dini konuşmalarda da İslam ve Müslümanlara dair olumsuz ve sıradan ifadeler kullanılmaktadır (Kalın, 2016:449)66. Medyada, İslam’ın şiddet içerikli bir din olduğu yönünde yayınlar yapılması sonucu, İslam ve Müslümanlar hakkında gerçek ve yeterli bilgiye sahip olmayan Batılıların bu yayınlardan etkilenmeleri İslamofobiye yol açmaktadır. Medya bir yandan Avrupalıların gözünde İslam dinini, baskı ve şiddet ile özdeşleştirirken, Hristiyanlığı hoşgörünün ve barışın temsilcisi olarak sunmaktadır. Bu betimleme biçimi, medya tarafından sürekli tekrarlanmakta, sürekli tekrarlanan söylemler, toplumun hafızasına yerleşmekte ve böylece ortak kanaat veya önyargı haline gelmektedir. Değişime pek açık olmayan önyargılar, bireysel hafızaya ve oradan da toplumsal hafızaya yerleşmekte ve ortak bir inanç haline dönüşerek nesilden nesile aktarılmaktadır (Gökçe ve Gökçe, 2015:18-19).67

Batılıların zihninde, İslamla ilgili negatif imgelerin örülü olmasında, Müslümanların, Batı dillerinde İslam’ı tanıtan kitapları kaleme almamasının da payı vardır. Müslümanların bu konudaki ataleti, İslam’ın oryantalistler ya da İslam

66 Batı medyası, “Orada, uzak bir yerlerdeki” uygarlıkları basmakalıp klişeler halinde gösterme

eğiliminde olup, İslam'ın marjinalleştirilmesi ve aşağılanması devam etmektedir. Mesela yüz saatlik CNN ya da diğer bir televizyon yayınında İslam ile ilgili yayınlar ancak 10 dakika yer almakta, onda da Müslümanlar kitap yakarken ya da tehditkâr bir kalabalık halinde öfkelerini gösterirken görülmektedirler (Ahmed, 1994:15).

67 Benzer bir durum Amerikalılar için de geçerlidir. Genellikle Amerikalılar, kişisel bir temastan

yoksun olarak, İslam ile ilgili görüşlerini televizyon, radyo, internet ve şiddet içerikli filmlerinden edinmekte, bu durum İslam karşıtlığının meydana gelmesinde medyanın çok önemli bir etkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki, Time dergisinin 2010 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Amerikalıların %62’si hayatlarında hiçbir Müslümanla karşılaşmadıklarını ifade etmişlerdir (Bayoumi, 2012:12).

karşıtı yazarlar tarafından aktarılmasını beraberinde getirmiştir. Ne var ki, bu durum yalnız Müslümanların ataletinden kaynaklanmamaktadır. Mesic’in de belirttiği gibi, günümüzde İslam’a ve Müslümanlara karşı medyada çeşitli kampanyalar sürmekte, önemli finansal kaynaklara ve çoklu kanallara sahip çoğu Batılı medya, halka İslam’ın kaba bir resmini göstermeye çalışmaktadır. Dolayısıyla çeşitli medya organları aracılığıyla Müslüman gruplar mesajlarını iletmeye çalışsa bile, Batı medyasının hakimiyeti ile karşılaştırıldığında bu çabaları bir şekilde boşa çıkmakta ve seslerini duyuramamaktadırlar (Mesic, 2011:1). Ayrıca, ana akım medyanın yükümlülüklerini yerine getir(e)memesi, Müslüman toplumlar üzerinde büyük etkilere neden olmaktadır. Müslümanların kendilerini ifade edebilecekleri herhangi bir çıkıştan yoksun bırakılması, “aşırılıkçılığı” artırmaktadır (Chaudhry, 2016:10). Bu bağlamda Batı, kendi “benlik” ve “öteki” fikrini gözden geçirmeli, Batı medyasında Müslümanların temsil edilmesi değişmeli ve kültürlerarasılık İslamofobinin yerini almalıdır (Mesic, 2011:2).

Gerçekte, dünyanın geri kalanını nasıl gördüğümüzü belirleyen Batı medyasının İslam’a ve Müslümanlara dair önyargıları, 11 Eylül sonrası bir olgunun ürünü olmadığı gibi, sadece yanlış bilgilere dayalı da değildir. Daha çok, bu önyargının kökenleri, Batı’nın kimliğini oluşturan ve söylemini şekillendirmeye devam eden İslam karşıtı oryantalist söylemin gelişmesine kadar uzanmaktadır (Chaudhry, 2016:10). Batı medyasındaki İslam ve Müslüman temsilinin kökenlerini Buehler, Rönesans Avrupa’sına kadar dayandırmaktadır. Buehler’e göre, Rönesans Avrupa’sında çoğu kişi İslam dininden nefret etmekle birlikte, İslam medeniyetinin kültür, bilgi ve eserlerine hayranlık beslemiştir. Bu dönem edebiyatının İslam dünyasıyla ilgili önemli bir sonucu, Müslümanları romantik bir hale getirmek, egzotik harem ve gizemli saray odaları, oryantal adamın cariyeleriyle çevrili sembolize edilmiş duyusal bir kültürle Doğu’nun cazibesini güçlendirmek olmuştur (2011:641).

Değişen konjonktürle birlikte, oryantal bakış açısında ve temsillerde de değişiklik olmuştur. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra medyanın yeni kurulan İsrail’e yoğun ilgisi, İslam’a ve Müslümanlara karşı nispeten hareketsiz düşmanlığın yeniden canlanmasına yol açmıştır. 1948’den sonraki birkaç on yıl boyunca medyanın tasvirleri “öteki Arab”ın olumsuz imgelerini yansıtmayıp,

bunun yerine İsrailli Yahudiler, devamlı ‘kahraman’ olarak resmedilmiştir. İma yoluyla da olsa, Araplar örtük biçimde kötü insanlar haline getirilmiştir. Medya, yıllarca bu tür önyargılar üzerinden Müslümanları tasvir etmiş ve 1970’lerde Arap karşıtlığı belirgin bir şekilde artmıştır. Günümüzde Batılıların çoğu, Arapları Müslümanlarla zihnen otomatik olarak birleştirmekte ve Müslümanları “kötü kişi” olarak nitelendirmektedir. Rönesans döneminde İslam imgesi, o dönem Avrupa tablolarında güçlü bir şekilde tasvir edilirken; günümüzde İslam, geri, tensel, çökmeye yüz tutmuş ve ölmekte olan bir medeniyet imgesiyle, televizyon görüntüleri, filmler ve medya haberleri aracılığıyla popüler kültürdeki yerini almıştır (Buehler, 2011:641). Ayrıca günümüzde, oryantalist söylem değişen konjonktürle farklı bir yapıya bürünerek, İslam ile terörizm arasındaki ilişkiyi sürdürmektedir. Batı medyası, eğer bir terör eylemi ya da olayının faili Müslüman değilse, 2011’de Norveç’te 77 kişiyi öldüren Breivik’in saldırısında olduğu gibi, faille ilgili söylemini hemen ‘terörist’ kavramından ‘başıboş’, ya da ‘deli’ gibi sıfatlara kaydırmaktadır. Bu kaymanın merkezinde, Oryantalist bir bakış açısıyla, İslam’ın doğası gereği bir şiddet dini olduğu ve “Müslüman zihnin akıl ve akılcılıktan yoksun olduğu” anlayışı bulunmaktadır (Faimau, 2015:323).

Medyayı, “herhangi bir ülkenin cephanesindeki en önemli silahlardan biri” olarak tanımlayan Ahmed’e göre, medya aracılığıyla muhaliflere karşı zafer kazanılmakla kalınmamakta, aynı zamanda medyada yer alması önlenerek muhalefetle birlikte yaşama gibi bir şey de sona erdirilebilmektedir (1995:15). Günümüzde Müslümanlar, bu en önemli silah olan (Batı) medyasından gelen şiddetli saldırıya karşı kendilerini güçlükle savunabilmektedir. Batı Avrupa’nın teknolojik donanımındaki yenilikler karşısında Müslümanlar, az gelişmiş teknolojileriyle ve Batı medyasının niyetine yönelik bilgi yoksunluğundan veya Batı medyasıyla savaşacak bir yol bulamamaktan oldukça sıkıntı çekmişlerdir. Popüler Müslüman klişelerini ve çatışmayı en öne çıkaran Batı medyası, yaptığı İslamofobik söylemleriyle, tüm dünyada İslam ve Müslümanlar için yeni oluşturulmuş bir aşağılanma üzerine kurulmuştur (Abbas, 2008:46)68. İslam’ı ve

68 “İslam” ve “Batı” sözcüklerinin hemen her yerde önem kazandığını ifade eden Said, Hristiyanlığın

değil, Batı’nın hep İslam’a karşı bir mücadele veriyor gibi olduğunu söylemekte ve bunun nedenini şöyle bir varsayıma dayandırmaktadır: Batı, başlıca dini olan Hristiyanlık safhasına geçmesine ve o

Müslümanları zihinlerindeki klişe ve önyargılar çerçevesinde görüp bunu pekiştiren medya ve uzmanları, İslam’ı, şiddete göz yuman ve uygun bir zeminde şiddeti üreten bir din gibi kurgulayıp sunmakta, dolayısıyla medya, toplumlar arası ilişkiyi bütünleştirici değil, ayrıştırıcı bir görev üstlenmektedir. Toplumlar birbirlerine sempati ya da empati beslemekten çok, birbirlerini düşmanca bir tavır ile görmekte ve bu durum birlikte yaşama kültürünün oluşmasına engel olmaktadır (Gökçe ve Gökçe, 2015:31).

Medyanın insanları bilgilendirmesi ve dünyadaki olaylarla ilgili onlarda farkındalık oluşturması, medyanın modern toplumlarda önemli rol oynamasının nedenlerinden biridir. Ancak medya, bilgi seçerek ve olayları çeşitli şekillerde vurgulayarak insanların bilgisini oluşturmaya katkıda bulunmaktadır. Böylece medya, olaylar, hak ve hatalar üzerine inançlar ve siyasi liderler veya gruplarla ilgili mevcut tutum ve düşünceleri de artırmaktadır (Gardner vd, 2008:122). Bu bağlamda izleyicilerin, haberin ‘yetkili’, ‘hızlı’, ‘gerçekçi’ ve ‘otantik’ olduğuna inandıkları kabul edilirse, İslam’ın gerçekliği İslamofobik iddialarla tamamen örtülü hale gelmektedir (Allen, 2001:6). Oysa kitle iletişim araçlarında, bir şeyleri anlaşılır bir şekilde ilerletebilmek için belli kural ve gelenekler bulunmaktadır ve medya ürününe şekil veren şey de gerçekliğin aktarılmasından çok bu kural ve geleneklerdir. Said’in ifade ettiği gibi, açıkça söylenmeden üzerinde anlaşılmaya varılmış bu kurallar, baş edilemeyecek kadar büyük bir gerçekliği “haberlere” ve “hikayelere” indirgendiği için ve medya gerçekliğe dair bir örnek varsayımla yönetildiğine inandığı bu kitleye ulaşmaya çabaladığı için, İslam tablosu da büyük ölçüde birörnek, belli yönlerden indirgenmiş ve tek renkli olacaktır. Medya, kâr amacı güden bir işletme olması nedeniyle gerçekliğe dair belli imgeleri diğerlerinden daha fazla öne sürmekte; bunu, bilinçdışı bir ideolojiyle etkinleştirip geçerli kılınan siyasi bir bağlam içinde yapmakta ve medya da bu siyasi bağlamı ciddi bir sınırlama ya da muhalefet etmeksizin yaymaktadır (2008:122).

zamankinden daha büyük olmasına rağmen İslam dünyası (onca toplum, tarih ve dillerine rağmen), hala din, ilkellik, gericilik batağına saplanıp kalmıştır. Dolayısıyla (Batı’ya göre) Batı moderndir, kendi parçalarının toplamından daha büyüktür. Kendini zenginleştiren çelişkilerle dolu olsa da kültürel kimlik olarak her zaman “Batılı”dır. Oysa yüzeysel olarak Batı’daki kadar çok çelişki ve deneyim çeşitliliği barındırmamasına rağmen İslam dünyası, az sayıdaki değişmez niteliğe indirgenebilen “İslam’dan” öte bir şey değildir (2008:82).

Batılı medyanın İslam hakkında belli bir anlayışa sahip olmamasının nedeni, Batı’nın İslam hakkında yorum yapan “kendi” ‘uzmanlarına’ (gazetecilere, yorumculara, akademisyenlere vb.) sahip olmasıdır. Fakat yorum yapmadaki temel problem, “Batı” kendisini temsil ederken, “Doğu”yu da Batının temsil etmesi, dolayısıyla “Doğu”nun kendisini temsil edememesidir (Saeed, 2007:453). Bu bağlamda, Müslümanların temsil sorunun en çok yaşandığı yerlerin başında Batı medyasındaki haberleri gelmektedir. Bilindiği gibi, gazeteler, haberler, görüşler vb. şeyler doğal olarak oluşmamakta, bu medya ürünleri insan iradesinin, tarihin, toplumsal durumların, kurumların ve mesleki adetlerin harmanlanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Medya, tarafsızlık, olgusallık, gerçekçi haber ve hatasızlık gibi kavramlar kullansa da bunlar niyet belirtebilir, fakat gerçekleştirilebilir hedefler değildir. Çünkü muhabirler, haberlerde neyin nasıl yansıtılacağını belirleme işini bilinçli bir şekilde yapmaktadırlar (Said, 2008:123). Dolayısıyla medyanın kendi gündemi vardır. Bu nedenle sorumluluk, doğruluk ve gerçeklik hem haber hem de medya ajanslarının ve hatta kendi hükümetlerinin genel düzeninde daha büyük bir role sahip olabilecek diğer olaylar ve şartların gölgesinde kalabilir (Allen, 2001:8). Yani, “İşin içeriği, haber içeriğini şekillendirmekte ve hikayeler aynı zamanda hikâye anlatmanın kalıtsal tekniklerinin etkisi altında biçim almaktadır” (Darnton, 1975:192).

İslamofobik bağlamda medyanın, İslam’a ve Batı’ya zıt ve farklı olarak muamele etme eğiliminde olması eleştirilen noktalardan birisidir. Ne Batı ne de İslam tek kutuplu varlıklar olmamasına rağmen, gazeteciler ve politikacılar bu durumu mevcut koşullara göre şekillendirmekte ısrar etmektedirler. Bu ayrım, medyanın İslam’ın “diğer” ve “farklı” olarak yarattığı klişeleri sürdürmesine yaramaktadır (Saeed, 2007:11). Örneğin, Müslümanlar ‘köktendinciler’, ‘yabancılar’, bazen de ırkçı ve etnik dezavantajların gerçek ve farklı bir numunesi olarak ön plana çıkarılarak kategorik olarak topluma karşı tehdit kabul edilmekte, ya da Güney Asyalı Müslümanlar çoğunluğunun içinde olduğu ekonomik, sosyal ve eğitimsel yoksunluktan çok ‘siyahî suçlular’, ‘İslami siyasi militan’ şeklinde betimlenmektedirler (Abbas, 2008:46-47). Yine Avrupa medyasının haberlerine eşlik eden görüntülerde çok çocuklu ailelere, kitleler halinde yer verilmesi ve olumsuz, şiddet içerikli haberlere aşırı vurgu yapılması, Avrupa’da olması

gerekenden fazla sayıda Müslüman göçmenin bulunduğu, bunların neredeyse hepsinin bir suça bulaştığı ve böylece kriminal olduğu algısına yol açmış gibi gözükmektedir. Yapılan araştırmalar da bu tespiti desteklemektedir. Mesela, bir araştırmaya göre, İslam’ın farklı, bilinenin dışında kalan bir din olduğunu düşünenlerin oranı %83’ün üzerindedir. Aslında bu veriler Avrupalının İslam’ı ve Müslümanları tanımadıklarının kanıtlar niteliktedir (Gökçe ve Gökçe, 2015:32-33). Zira Avrupalılar, İslam’ı ve Müslümanları, medyanın kendilerine İslam ve Müslümanlar hakkında verdiği bilgi ölçüsünde tanımaktadırlar.

Medyada İslam ve Müslümanlarla ilgili, Said’in eleştiri getirdiği bir başka nokta da İslam dini ve İslam dünyasıyla ilgili araştırma yapan entelektüeller, araştırmacı-gazeteciler ya da uzmanlar hakkındadır. Bu uzmanlar ya da araştırmacılar; bir Avrupa, Amerika hatta Uzakdoğu ülkeleri üzerine bir araştırmayı, o ülkenin dilini bilmeden yaptıkları takdirde çalışmaları ciddiye alınmazken, İslam ile ilgili çalışmalarını hiçbir lisan bilgisi gerekmeden yapmakta ve bu çalışmalar ciddiye alınmaktadır. Said’e göre bunun nedeni, konuya “gerçek” bir kültür veya din olarak değil, psikolojik bir deformasyon olarak bakılmasıdır (2008:38). Bu uzmanlık meselesiyle ilgili benzer bir eleştiriyi Christopher Allen da yapmaktadır. Allen, medya organlarının, İslam ile ilgili akademik uzmanların görüşüne başvururken onların kimlik bilgilerinin gerçekten araştırılması gerektiğini, uzmanlık alanı olmayanların konuyla ilgili açıklamalar yaptıklarını ve bunun da durumu daha manipülatif bir hale getirdiğini ifade etmektedir (2001:9).

Medya, sadece haber içeriklerinde değil, aynı zamanda eğlence sektörünün bir parçası olan film endüstrisinde de İslam karşıtlığı propagandası yapmaktadır. Batılı film şirketleri dev bütçeli filmlerinde önce Müslümanları bütün kötülüklerden sorumlu tutarak insani özelliklerden yalıtmakta, sonrasında korkusuz bir Batılının, tüm kötüleri birer birer temizlediği gösterilmektedir (Said, 2008:28). Amerikalı Profesör Jack G. Shaheen, televizyon programları ve filmlerde, Müslümanlar ve Araplar hakkında oluşturulan imajların etkisini araştırmış ve çarpıcı sonuçlara ulaşmıştır. Shaheen, Hollywood filmleri üzerine yaptığı bir araştırmaya göre -ki 900’den fazla film incelemiştir- filmlerde Arapların, adam kaçıran, tecavüz eden tipler olduğu ve bu ortak tasvirler aracılığıyla Arapların kalpsiz, acımasız, medeni olmayan, dini fanatikler olarak gösterildiği sonucuna ulaşmıştır. Filmlerin sadece

yüzde beşinde Arapların normal insan karakterlerini gösterdiği tespit edilmiştir (2003:171).

Son dönemlerde medya-terör ilişkisi bağlamında, kitlesel medyanın gelişiminin yeni bir terör dünyasına yol açması tartışılan bir konudur. Hoffman bu tartışmayı, tarihsel olarak iletişim teknolojisi ve terörizm üzerindeki etkisi arasındaki bağlantıyı izleyerek çerçevelemektedir. Hoffman, bu konunun her iki tarafına da bakmakta ve bazı medya eleştirmenlerinin, teröristlerin sansasyonel medya aracılığıyla tanıtım yapmalarının sağlanmasında korku ile teröristlerin hedeflerine ulaşmasına izin verdiklerine inandıklarına dikkat çekmektedir. Bu argümanın diğer tarafı, bunun doğru olabileceği halde, terörist faaliyetlerin medyada ele alınmasının teröristler için her zaman yararlı olmadığını ileri sürmesidir (1998:13-15). Hoffman’ın ilk savıyla paralel olarak, terörist saldırıların algılanmasının bir küreselleşme etkisi yarattığı söylenebilir. Sonuçta, dünyadaki pek çok anlaşmazlık ve çatışma dinsel nedenlere dayanmakta, medya da bu çerçevede şiddetli çatışmaları, cinayetleri, işgalleri konu edinerek dinden söz etmektedir. Bu durum, özellikle genç kuşakların dini anlamasında olumsuz rol oynadığı gibi, dini iyi okumamış ve öğrenmemiş kişilerin belleklerine yanlış anlamlar yerleştirmektedir. Din adına şiddet uygulayanları çoğunlukla o dinin temsilcileri gibi göstermesinden dolayı medya, dinin doğrudan şiddet olarak anlaşılmasına da neden olmaktadır. Toplum ve evrensel barış için olumlu katkıları bulunması gereken medyanın öncelikle toplumların inançlarına, dinsel değerlerine, kutsallarına saygı göstermesi, dini anlamaya ve bu doğrultuda yayın yapmaya çalışması, dinin şiddet içeren, ayrıştırıcı değil birleştirici bir dizge olduğunu kavraması önem taşımaktadır (Cereci, 2015:6). Aksi takdirde medya söylemleri ile İslamofobinin yükselişi hızlanacaktır. Ancak İslamofobiyi başlı başına medyaya bağlamak da yetersizdir. Buehler’in (2011:642) şu ifadesi çarpıcıdır: “Hristiyan dünyanın İslam’a/Müslümanlara yönelik düşmanlığı olmasaydı İslamofobi hastalığının tamamen kitle medyası haberciliği nedeniyle ilerlemesi ihtimal dışı olurdu. Her halükârda ne bitmez tükenmez tarihsel faktörler ne de kitle medyası tarafgirliği İslamofobiyi açıklamaktadır. Bütün bunlar, İslamofobinin hayatiyet ve yayılma imkânı bulabildiği bir zemin sağlayan etkenlerdir.”

Yukarıda ele alınan İslamofobiye etki eden faktörlerin tamamına genel olarak, bakıldığında, Müslüman karşıtı düşünceler hariç tutulursa, Cesari’nin de ifade ettiği gibi, Avrupa’da ayrımcılığın arkasındaki ana itici faktörlerin genelde etnik azınlıklara dair yürütülen politikalar, anti-terör politikaları ile göçmenlik ve vatandaşlığa geçişle ilgili yapılan değişiklikler olduğu görülmektedir (2015:77). Bu ayrımcılık, fiziki tecavüz ve saldırılar, siyasi, medya ve entelektüel söylemler ile birlikte dini vecibeleri yerine getirmeye yönelik engeller olarak ifade edilmektedir. İslam karşıtı uygulamalara, gerek İslam hakkında konuşan siyasetçiler ve entelektüeller, gerek medya söylemleri neden olmaktadır.

İKİNCİ BÖLÜM

İSLAMOFOBİNİN KİMLİK, ÖTEKİLEŞTİRME, IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI ÇERÇEVESİNDE ANLAMLANDIRILMASI

İslamofobi, doğası gereği ontolojik olarak bir tarafta Müslüman kişileri, öte tarafta da ondan korkan/nefret eden kişileri barındırmaktadır. Bu bağlamda çalışmanın ilk bölümünde ele alınan İslamofobinin tarihsel, teolojik, sosyolojik, felsefi gibi nedenlerinin yanı sıra oryantalizm etkisi aslında, bir ötekilik olgusunun getirdiği sonuçlardır.

Tarihsel süreçte İslam dininin öteki olarak kodlanmasının onun varlığını yerleşik hale getirdiğini ifade eden Aygül, Müslüman “özne” ile Batılıların, seküler kamusal alanda karşılaşmaların artmasının bir dizi çatışmayı, kırılmayı ve dönüşümü beraberinde getirdiği (2017:55) görüşündedir ki bu durum, Müslümanların zaman zaman yaşadıkları toplumdan dışlanmalarına neden olmaktadır. Dolayısıyla Müslümanların, Batı tarafından ötekileştirilmeleri söz konusu olduğundan, çalışmanın Batı’nın “öteki” anlayışı üzerinden ele alınması gerekmektedir. Çalışma, Müslüman toplumlarında yaşayan gayri-Müslümler üzerinden yapılsa ve bir oksidentalizm okuması üzerinden inşa edilse, Müslümanların Batılılara yönelik bir öteki bakışından bahsedilmesi gerekirdi. Bu nedenle çalışma, belki de bir “Doğulu öteki” olarak çevrilebilecek oryantalizm ve onun bir uzantısı olarak tanımlanabilecek “öteki” üzerinden ele alınmıştır. Kanar’a göre oryantalizm Batı’nın kendi kimliğini kurmak için bir öteki oluşturma mekanizmasıdır ve (bir kimlik biçimi olarak) Avrupa kimliğinin inşa edilebilmesi de Doğu’yu yani ötekiyi yaratabilmesine bağlıdır (2016:31). Bu bağlamda oryantalizm temelde iki kavram üzerine oturmaktadır. Bunlardan biri ötekileştirme iken diğeri ise Avrupamerkezciliktir. Ötekileştirme, oryantalizm ve Avrupamerkezcilik, birbirleri ile etkileşim halinde olan ve birbirlerini besleyen kavramlardır (Metin, 2013:17). Bu kavramlara, yaygın bir öteki görme biçimi olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı da eklenebilir.

Bu bölümde önce kimlik kavramının genel bir çerçevesi çizilecek daha sonra Avrupalı kimliği ve bu kimliğin beraberinde getirdiği bir bakış açısı olan