• Sonuç bulunamadı

2.3. Ayrımcılık, Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı

2.3.2. Biyolojik ve Genetik Bir Ayrımcılık Olarak: Irkçılık

Ayrımcılık, yaygın kullanımdaki en basit ifadeyle “adil olmayan davranışlar” anlamına gelmektedir. Ayrımcılık kavramı, sosyolojide genellikle etnik ve ırk ilişkileri kuramları bağlamında kullanılmaktadır. Hatta ilk sosyologlar, ayrımcılığı etnik merkezcilik anlamına gelen etnosentrizmin73 bir ifadesi, yani

73 Günümüzde bazı araştırmacılar ırkçılık kavramının yerine etnosentrizmi, yani etnik merkezcilik

kavramını koymaktadır. Aradaki ayrımda ırkçılık, biyolojik farka gönderme yaparken; etnosentrizm kültürel bileşenlerden oluşan bir bütüne vurgu yapsa da bu iki kavram özdeş olarak kullanılmaktadır. Alver’e göre ırkçılık; etnikçilik, etnik merkezcilik (etnosentrizm) ve antisemitizmi kapsayan gelen bir kavramdır (2003:103).

Etnosentrizm kavramını ilk kullanan W. G. Sumner (1906) olmuş ve kavrama bölgecilik, kültürel dar görüşlülük anlamları vermiştir (Şenel, 1993:41). Fakat ilerleyen süreçte kavramın anlamı, biraz daha değişikliğe uğramıştır. Mesela, Frankfurt Okulu yazarlarının 1950’de kaleme aldıkları ve Adorno’nun destek verdiği -başta anti-semitizme odaklanan- Otoritaryen Kişilik kitabında etnosentrizm; bireyin “etnik olarak merkezlenmiş” olma eğilimini, kültürel olarak “birbirine benzemesini” kabul etmemesini ve “farklı” olanı reddetmesini ifade etmektedir (Levinson vd.

“benzer olmayanlardan hoşlanmama” durumuna gönderme yapan kültürel bir fenomen olarak tanımlamışlardır (Giddens, 1999:50).

Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, ayrımcılığın en eski görünümlerinden birisi olup, tarih boyunca kölecilik, etnik temizlik, soykırım, katliam, zorunlu göç ettirme, aç bırakma, tecavüz gibi çeşitli şiddet biçimleriyle günümüze kadar devam etmiştir (Çelenk, 2010:212). Bu durum sosyolojik analizler yapmayı gerektirmiş ve bu analizlerin çoğu, iktidar (güç) ve ayrıcalık mücadelesinin ifadeleri olarak görülen tahakküm ve baskı kalıplarında yoğunlaşmıştır. Fakat ayrımcılık kavramı son yıllarda, türdeş argümanların kullanılması aracılığıyla kategoriler arasındaki bağları konu alan araştırmalarda yaygın bir biçimde kullanılmaktadır (Giddens, 1999:51). Böylelikle ayrımcılık üzerine yapılan araştırmalarda, ırkçılık, önyargı, stereotip gibi kavramlar açısından bir anlamda aradaki düşmanlık ölçülmeye çalışılmaktadır (DiTomaso, 2015:59).

Irkçılık tartışmasına geçmeden önce anahtar kavram olan ırk kavramının üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Tam olarak kavramın ne zaman ortaya çıktığı ile ilgili farklı görüşler bulunmakla birlikte74 ırk terimi, insanlar arasında anlamlı bir biyolojik ve genetik farklılıkların bulunduğuna gönderme yapmaktadır. Değiştirilmesi imkânsız olan ırkın, deri rengi, saç rengi, fizyonomi ve kan gibi ırk sembolleri sabit olup, değiştirilememektedir (Heywood, 2018:249). Bir başka deyişle ırk kavramı çoğunlukla fenotip farklılıklara; yani, yüz özelliği, deri rengi gibi farklılıklara dayanmaktadır (Giddens, 1999:311).

Peki ırk kavramını kim ne zaman icat etmiştir? Bernasconi’ye göre ırk kavramının icadı, “İnsan topluluklarının renk esasına, geldikleri yerlere ve diğer özelliklere göre kabaca ayrılmaya başlamasından ve daha öncesinde zaman zaman ‘ırklar’ diye söz edilen şeyin içine sokulmasından belli bir zaman sonra

1950:102). Etnosentrizm, özellikle sosyo-yapısal faktörlerin dışlayıcı tutumlar üzerindeki etkisi ile birlikte, kültürel açıklamalarda önemli bir rol oynamaktadır. Bazı araştırmalar, kültürel çeşitlilik ve kültürel uzaklık tehdidinin, orta sınıfları giderek daha fazla etkilediğini ve özellikle de Batı Avrupa ülkelerinde İslamofobinin yükselişini açıklamakla ilgili olabileceği sonucuna varmaktadır (Aschauer, 2016:133).

74 Albert Memmi, kavramın 15. yüzyılda Fransa’da ortaya çıktığını belirtirken, Immanuel Geiss ise

gerçekleşmiştir.”. Modern anlamda ırk kavramının bir insan grubunu tanımlamak ya da belirlemek amacıyla ilk kez 17. yüzyılda kullanıldığı kabul edilse de 16. ve 17. yüzyıllarda insanların çeşitliliği ile ilgili temel meselenin dinbilimsel olduğu ifade edilmektedir (Bernasconi, 2000:33-36). Fakat 18. yüzyıla gelindiğinde ırkçılık, bir sosyal bilim dalı olarak ortaya çıkmış ve böylece insan ırkını çeşitli metotlarla (kafatası yapısı, ten rengi ve dil grubu vb.) kategorilere ayırmak kolaylaşmıştır. Öyle ki 17. ve 18. yüzyıllarda birçok yazar ırklar hakkında yazılar kaleme almış ve kavramla ilgili kuramlar üretmiştir ki bunlardan Carolus Linnaeus, Buffon ve Blumenbach gibi isimler ırk kuramı oluşturmada adı sıkça geçen kişilerdendir. Örneğin bu isimlerden İsveçli bir doğa araştırmacısı olan Linnaeus, insanları da bitkiler ve hayvanlar alemine dahil ederek tüm canlıları sınıflandırmıştır (Özbek, 2010:22; Bernosconi, 2000:41). Basamağın en başına insanı koyan Linnaeus, insan olan homo bölünmesini “Geceinsanı” (orangutan) ve “Gündüzinsanı” (homo sapiens) olarak ikiye, Homo sapiens’i de kendi içinde yeniden altı ırka ayırmıştır. Vahşi, Avrupalı, Amerikalı, Asyalı, Afrikalı ve hilkat

garibesi (homo monstruous) şeklindeki sınıflandırmasında Linnaeus, kültürel

ölçütlerin yanı sıra biyolojik ölçütleri de göz önünde bulundurmuş ve bu sınıflandırmayı en ürkütücü (aşağı) olandan en mükemmel olan Avrupalıya75 doğru yapmıştır. Irklar sınıflandırılırken de deri rengi belirleyici organik bir ölçüt olarak kullanılmış (Özbek, 2010:21-22), ayrıca kafa şekli ve kan grubu gibi diğer antropometrik ölçümler de önerilmiştir. Bu organik ölçümler, insan ırkını diğer organik özelliklere göre gruplara ayırmıştır (Levinson, 1950:103).

Benzer bir şekilde Fransız ırkçı teoriysen Arthur Comte de Gobineau, bazı sembolik kategoriler kullanarak, dünyayı “diğer/öteki” ve “kendi” ayrımı yapmıştır. Gobineau, 1853’de kaleme aldığı “Irkların Eşitsizliği Üzerine bir Makale” (Essay on the Inequality of Races) adlı kitabında beyaz ırkın diğer ırklara göre üstün olduğunu ileri sürmüş ve onun bu fikirlerinden Heinrich von Treitschke

75 Linnaeus’un açık bir şekilde stereotiplerden ürettiği bu ırklar karakter farklılıklarını da

içermekteydi. Mesela, Americanus rebenscens, inatçı, küçük şeylerle yetinen, özgür karaktere sahip ve alışkanıklarıyla hareket ederken; Europaeus Albus, uysal, zeki ve yaratıcıydı ve adetleri ile yaşıyordu. Asiaticus Fuscus, haşin, mağrur ve hırslı olup, onu kanıları yönetiyordu. Africanus niger ise kurnaz, tembel, savsaktı ve keyfi hareket ediyordu (Bernasconi, 2000:41). Böylece Linnaeus, ırkları ayrıştırırken, statülerini de açıklamaya çalışmıştır.

(1834-96) büyük ölçüde etkilenmiştir. Heinrich von Treitschke meseleyi daha spesifik hale getirerek ırkçılığı Almanlar üzerinden ele almıştır. Von Treitschke, Alman ırkının, “diğer/öteki” yani daha “aşağı derecede” olan ırklara boyun eğdirmesi gerekliliğinden, bunun sonucu olarak Almanya’nın Doğu’ya doğru genişleme gibi ulvi bir görevi olduğundan bahsetmiştir. Von Treitschke’nin ortaya attığı bu argüman, 19. yüzyılda Avrupa’da genel bir eğilim haline gelmiştir. Bu bakış açısı, Avrupalı milletlerin ulusal ve ırksal olarak diğer ırklardan üstünlüğü ve daha aşağı ırk olarak nitelendirdikleri ırklara karşı kendi isteklerini empoze etme hakkını meşrulaştırmak için kullanılmıştır (Noi, 2007:29-30). Böylece ırkçılık, başlangıçta (16. ve 17. yüzyıllardaki) dinbilimsel temelden uzaklaşmış ve 19. yüzyıl Batı’sında, “beyaz” Avrupalı ırklar Asya ve Afrika’nın “siyah”, “kahverengi” ve “sarı” ırklarıyla ilişkilendirilmiştir. Irkçı terim ve kategorilerin kullanımının arttığı bu dönemdeki genel kanı; ırkların biyolojik anlamda birbirlerinden farklı yapıda değişik insan topluluğu olduğu, tek insan türünün var olmadığı aslında ırkların her birinin ayrı birer tür olduğudur (Heywood, 2018:227). Ayrıca ırkların fizyolojik ölçüm değerlendirmeleriyle ırk ve gelişmişlik arasında bağ kurmaya çalışan Batı, meseleyi daha uç bir noktaya taşıyarak beyin ağırlığı üzerinden bir gelişmişlik sıralaması yapmıştır. Buna göre Batı, Çinlilerin beyinlerinin 82 inç küp olduğu ve böylece Çinlilerin 96 inç küp olan beyazlarınkinden ve hatta 93 inç küp gelen zencilerden bile sonra geldiklerini öne sürmüşlerdir (Şenel, 1993:148).

İnsanların ahlaki eşitliğine inanmayan toplumları ve insanları hiyerarşi içerisinde gören eşitsizlikçi dünya görüşünün bir parçası olan ırkçılığın (Şenel, 1993:9), çok sayıda türü vardır. Kültürel stereotipleri yansıtan ve bilimsel temelden neredeyse yoksun olan bu ırk kategorileri arasında “yapısal ırkçılık”, “dolaysız ırkçılık”, “basın ırkçılığı”, “elit ırkçılık”, “açık ırkçılık”, “kapalı ırkçılık”, “siyah ırkçılık”, “devlet ırkçılığı”, “sömürge ırkçılığı” gibi daha pek çok ırkçılık sayılabilir (Taş, 1999:39). Bu kadar çeşitli ırkçılık türleri göz önüne alındığında, en geniş ırk sınıflandırmaları bile deri rengine dayandığı için yanıltıcı ve belirsiz olmaktadır (Heywood, 2018:227). Dolayısıyla, ırkçılık denilince akla ilk gelen siyah ırklara karşı muamele olsa da ırkçılık, siyah halkın deneyimleriyle sınırlandırılamaz. Irkçılık, İrlandalılar, Yahudiler, Çingeneler ve Üçüncü Dünya ülkelerinin göçmen

işçileri ve göçmen işçiler olabilecek diğer beyaz azınlıklar ile ilgili olarak farklı biçimler almıştır (Anthia ve Davis, 2005:14). Mesela, İngiltere’deki İç Savaş’tan (1644-1651) önce bile iş ilanlarında “İrlandalılar başvurmasın” ibaresinin olması, 1854’te Kaliforniya’da beyazlarla ilgili davalarda (Kızılderililerle aynı ırktan oldukları gerekçesiyle) Çinlilerin tanıklığının kabul edilmemesi, Hitler’in Yahudilerin belki anlaşılamayabilir diyerek onları sarı yıldız takmak zorunda bırakması, damarlarında belli bir oranın üstünde Yahudi kanı olanlara vatandaşlık vermemesi, toplama kampları, gaz odaları, fırınlar vb. örnekler, beyazların da kendi içinde ırkçılığa uğradıklarının göstergesidir (Şenel, 1993:148-149). Bu ve buna benzer örnekler ırk olgusunun, yalnızca ırkçı türlerin biyolojik ırk türlerini belirleyen bir doktrin ya da dogma olarak ele alınmaması gerektiğini, ırkçılığa; sosyal sınıflar, toplumsal cinsiyet ilişkileri, ulus ve devlet gibi çeşitli toplumsal güçlerin uygulamaları ve söylemleri açısından da bakılması gerektiğini göstermektedir. Tabi burada bu farklı sosyal güçler arasında bir rekabet ve müzakere sürecinin olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır (Anthias ve Davis, 2005:14). Böylece ırkçılığın bölücü bir olgu olduğu söylenebilir ki Herder de ırk dilinin bölücü olduğuna inanmakta ve ırk kavramını şu sözlerle eleştirmektedir (1803:297-298):

“…Doğa maymunları mümkün olduğu kadar çok tür ve çeşide ayrılmıştır. Ve bunlar olabildiğince dağıtılmıştır. İnsanoğlu kendini onurlandırır! Ne pongo (orangutan) ne de gibon (şebek) senin kardeşin değildir. Maymunla kardeş olamazsın. Ama Amerikalı ve Zenci kardeşindir. Bu yüzden onlara zulüm etmemelisin, onları öldürmemelisin ve onlardan çalmamalısın. Çünkü onlar da senin gibi insan.”

Geleneksel anlamda ırkçılık, farklı biyolojilerde tanımlanmış ırkların temel eşitsizliklerini ve hiyerarşik düzenini iddia eden bir ideoloji olarak anlaşılsa da II. Dünya Savaşı’ndan ve Alman Nazizm’i deneyiminden sonra, bu geleneksel ırkçılık Batı Avrupa’daki gücünü büyük ölçüde kaybetmiştir. Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan ırkçılığı Taguieff, ırkçı ayrılık (racisme différencialiste), Wieviorka ise ırkçılık kültürü (racisme culturelle) olarak adlandırmaktadır (Aktrn., Rydgren, 2003:48). Balibar ise buna yeni ırkçılık demektedir. Balibar’a göre yeni ırkçılık;

“Sömürgeleştirme çağının, eski kolonilerle eski metropoller arasındaki nüfus hareketlerini tersine çevirmeye ve insanlığı bir tek politik sisteme bağlamaya çalışmaktadır. İdeolojik olarak (Fransa’da olduğu gibi) göçmen kompleksine yani ilticacılığa odaklanmakta, özellikle Anglo-Sakson geleneklerinde yaygın olarak görülen “ırkı olmayan ırkçılık” çerçevesine oturmaktadır. Temel düşüncesi biyolojik kalıtsal değil, kültürel farklılıkların sürekliliği olup, ilk bakışta bir grup ya da bir halkın üstünlüğünü savunmamaktadır.” (1991:21). Yani kavramsallaştırmalar farklı olsa da dönüşüm geçiren ırkçılığın temelde artık, biyoloji ve hiyerarşilere değil, kültür ve farklılıklara dayandığıdır. Bu yeni ırkçılık, bazı ırkların üstün ya da aşağı olduğunu değil, kültürel olarak tanımlanmış etnisiteler arasındaki aşılmaz farkı vurgulamaktadır.

Irkçılık düşüncesi beraberinde ırkçı bir söylem de getirmiştir. Irkçılık söylemi, kendi ulusçuluğunu yasallaştırıp, öteki ulusçulukları yasallık dışına itmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır ki günümüzde asıl sorun, ırkçılıktan çok ırkçılık karşıtı söylem olarak görünmektedir (Şenel, 1993:164). Irkçılık bir taraftan asimilasyon isterken, diğer taraftan bunun olanaksızlığını yadsımaktadır. Irkçılık, “Bizim gibi ol” derken, bir taraftan da “Asla bizim gibi olamazsın, çünkü bizden biri değilsin ve biz de seni bizden biri olarak görme hatasına düşmeyeceğiz” alt mesajıyla kendisini yeniden öne sürmektedir (Bernasconi, 2000:145). Bilhassa, siyasal anlamda ırkçılık, anti-semitizm gibi akımlar dış savaşları değil, içerideki baskı ve egemenliği gerekçelendirmektedirler (Anderson, 2015:168). Said’e göre ise ırkçılık aslında, ilkellik ve doğuş konusundaki fikirler, ilkellere dayalı tasnifler, çağdaş bozulma, uygarlık ve ilerleme, beyaz (Aryan) ırkın kaderi, sömürgelere duyulan ihtiyaç vs. bütün bunlar siyasetin, bilim ve kültürün iç içe olduğu bir sistem oluşturmakta ve Avrupa daima Avrupalı olmayanlar üzerinde hakimiyet kurmaktadır (1998:315). Bu noktada Anderson’ın, “Irkçılığın kökenleri ulus değil, sınıf ideolojilerinde, en çok da yöneticilerin kutsallık, “mavi” ya da “beyaz” kan iddialarında, aristokratlar içi “üremelerde” yatmaktadır” (2015:167) sözü daha anlamlı hale gelmektedir. Çünkü ırkçılığın temelinde, dünyadaki ırklar arasında doğuştan gelen temel farklardan, siyasi ve toplumsal sonuçlara varılabileceği düşüncesi vardır. Kısacası genetik, politikayı belirlemekte, ırkçı politik teoriler de

biyolojik varsayımlara dayanmaktadır. Irkçılığın sistematik gelişmişi, farklı ırk gruplarının kapasiteleri, doğaları, kaderleri hakkındaki varsayımları temel almaktadır. Bu varsayımların çoğu din kaynaklı olmakla birlikte, 19. yüzyıl Avrupa emperyalizmi kısmen Avrupa’nın üstün Hristiyan halklarının Asyalı ve Afrikalı “günahkârlar” üzerindeki sözde üstünlüğü örnek gösterilebilmektedir (Heywood, 2018:227).

Hangi ırkçılık biçimi olursa olsun, hepsi ayrımcılık anlamına gelmektedir. Geleneksel ırkçılık, etnik ve dini ayrımcılığın en kaba şeklidir. “Üstün ırk” modelinin artık yeterli olmadığı çağdaş ırkçılıkta, göçmenden sadece “aşağılık ırk” olmasından dolayı değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal faktörlerle bağlantılı diğer birçok nedenden dolayı da nefret edilmektedir. Yeni ırkçılık biçimlerinin ağırlıklı olarak ekonomik olduğu ifade edilmekle birlikte (Akıllıoğlu, 1997:104), ırkçılığın ortaya çıkmasında birçok etmen vardır. Bu etmenlerin temel göstergelerini Maier, -ırkçılıkla ilgili yapılan çalışmalardan elde ettiği çıkarımla- sosyo-psikolojik, ekonomik ve politik olmak üzere 3 koşula bağlamaktadır. Buna göre bu üç koşulda şu faktörler bulunabilir: (1) Sosyal yapının, mevcut sosyal uyumu derinden rahatsız eden hızlı dönüşümleri, (2) toplumda iş ve paraya sahip olan ve olmayanlar arasında giderek büyüyen bir toplum bölünmesi ve (3) genelde ulus devlet düzeyinde kabul edilen siyasi otoritenin adil ve eşit bir toplumu desteklemedeki başarısızlığı (2002:91). Bu argümanlar, ırk ayrımcılığı sürecinde belirli bir faktörün oynadığı rolü belirlemenin kolay olmadığını göstermektedir.

İnsanlığın başlangıcından bu yana kavmiyetçi zihin yapısı, kendi(leri)nin dışındakini hep yabancı/öteki olarak algılamıştır. Fakat bu bakış açısının hegemonik bir düşünce yapısına dönüşerek as-üst ırk kıyaslamasıyla ırkçılığa bürünmesi, dünya tarihinde dönüm noktaları olabilecek tarihi olayların meydana gelmesine neden olmuştur. Irkçılık tek bir topluluğa özgü olmayıp, insanın olduğu her yerde ırkçılık vardır ve var olacaktır. Lévi-Strauss’un dediği gibi, “Irkçı önyargıların hafiflediğini gösteren hiçbir şey yoktur. Kısa süreli yatışma dönemlerinin ardından başka yerlerde keskin bir şiddetle yeniden ortaya çıktıklarını düşündürecek birçok şey bulunmaktadır.” (2010:86). Dahası, yabancı düşmanlığı, İslamofobi, Anti-Semitizm gibi biçimlerde artarak devam etmektedir. Böylece artık

organik/kalıtımsal özelliklerden sıyrılmış, ırkçılığı bugün artık kültürel dışlama, etnosentrizm, anti-semitizm ve göçmen karşıtlığı gibi sosyal dışlamacı tutum ve davranışlardan ayırt etmek neredeyse zorlaşmıştır. Yabancı düşmanlığı da yabancı ya da öteki’ne duyulan güvensizlik, korku ve nefreti barındıran ögeleriyle ırkçılığın sosyal dışlamacı formlarından birisine dönüşmüştür (Yılmaz, 2008:13). Dolayısıyla yabancı düşmanlığına, ırkçılığın dışavurumlarının tümü uygulanabilir.