• Sonuç bulunamadı

2.2. Öteki ve Ötekileştirme

2.2.1. Öteki(leştirme) Kavramsallaştırması

“Öteki”, kimliğin kurgulanışında bizi inşa etme sürecinin bir parçası olup, neredeyse kimliğin doğal bir karşı-kategorisi olarak üretilmektedir. Geçmişi çok eski olmakla birlikte 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren toplumsal ve siyasal

tartışmalarda sıkça yer alan öteki (Parlak, 2015:27), bugün modern kimlik söylemlerinin anahtar kavramlarından biridir. Toplumsal ilişkilerde hâkim kültür ya da başka niteliklere sahip bir topluluk tarafından maruz kalınan ötekileştirme sorunu, ayırıma tabii olmanın başka bir ifadesini oluşturmaktadır. Kimliğin en olmazsa olmaz şartlarından birisi kabul edilen ve farklı olana ilişkin bir tanımı ifade eden öteki, bir kimliğin sınırlarını da çizmektedir (Aktay ve Kızılkaya, 2014:4).

Ötekileştirme kavramının özünde yer alan kimlik oluşumu kuramı, diğerlerinin söylemlerinde indirgemeci bir konumda olmanın yanı sıra, onların söylemlerinin öznesi olduğunu varsaymaktadır. Bu süreçte, tarif etme gücüne sahip olan taraf (yani biz) merkez iken, “öteki” de aşağıdan inşa edilmiş bir merkezdir (Jensen, 2011:65). Hall’a göre bu inşa sürecinde öteki, sadece kişinin içindekine ait olan ve kişinin durduğu yerden bilinebilir; ben, öteki’nin bakışlarında yazılıdır ve öteki ben’e gereksinim duymaktadır. Hall, kimliğin ötekinin bakışlarındaki bu yazılımını, kendini dillendirişini büyük oranda verili bir metnin menzili içinde bulduğu (1998:71) görüşündedir. Dolayısıyla öteki, kimlik oluşturma bağlamında farklılığa gönderme yapan kaçınılmaz bir faktördür. Connolly’in ifadesiyle, “Farklılığın tanımlanması kimliğin mantığı içinde yer etmiş olan bir gereklilik olmakla birlikte ‘ötekiliğin’ inşa edilmesi için bir ayartmadır. Bir ayartmadır çünkü, sürekli işlerliktedir ve siyasal araçlarla sınırlandırılabilir ya da gücü azaltılabilir. Ayartmadan öte de bir şeydir, çünkü bilinçli düşünce eşiğinin altında hareket eder ve onunla uzlaşmak için yapılacak her girişim kimliğin mantığında yer etmiş inatçı engellerle ve toplumsal örgütlenmenin yapısal buyruklarıyla karşılaşır.” (1995:24). Diğer bir deyişle, farklı olan modern benliğin ötekisi, temelde modern öznenin sahip olduğu, rasyonalite, modernite, akıl, ilerleme gibi olgulardan yoksun Batılı- olmayan bir kültürel kod, denetlenmesi ve moderne dönüştürülmesi gereken bir nesnedir. Bu nedenle ötekinin ne olduğundan çok ne olmadığı tanımlanmaktadır (Keyman, 2002:19).

Bu tanımlamada -Bayart’ın da ifade ettiği gibi- özgün olarak hayal edilen kültürler, radikal bir biçimde farklı oldukları düşünülen komşu kültürlerle karşıtlık içinde betimlenmekte; sonra da öteki olarak varsayılan farklı komşu için hızla etnik bir arındırma işlemi başlamakta ve ortaya bir dışlama ilkesi çıkmaktadır. Böylece

kültürlerarası alışveriş; yabancılaşma, bir öz kaybı, hatta bir kirlenme gibi yaşanmaktadır. Dahası, hayali kültür, kendisine bağlı olmaları beklenen kişilere taşımaları buyrulan, gerektiğinde zorla kabul ettirilen, bir kimlik seti denilebilecek basitleştirilmiş bir kimlik tayin etmektedir (1999:47). Bu kimlik, çoğunluğu oluşturan hayali kültürün (bizin) kendi meşruiyetini sağlayabilmesi için gerekli olup, soyut bir kategori olarak ötekinin yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Çünkü meşruiyeti sarsılan çoğunluğun, kendini sabitleyebilmek için yoğun bir şekilde öteki’yi inşa etmesi gerekmektedir (Parlak, 2015:27). Kimliğin inşa sürecindeki “biz ve onlar” ayrımında, van Dijk’ın ideolojik kare (ideological square) olarak adlandırdığı tez önemli yere sahiptir. Buna göre, bizden olan ya da benzer olanın olumlu özellikleri vurgulanırken, farklı olanın da olumsuz özellikleri vurgulanmaktadır (1998:272). Bu vurgulama, “biz” ve “onlar” arasındaki ilişkide sürekli çatışmaya ya da en azından gerilime yol açmaktadır. Bu gerilimlerin nedenleri arasında mevcut kaynakların paylaşımı, tarihsel düşmanlıklar, sosyokültürel talepler sayılabilir. Sonuçta gruplar arasında bu gerilimin yansımaları, önyargı ve kalıplaşmış yargılarla aşağılama, dışlama, reddetme, mesafeli tutma, düşmanlık ve hatta yok etme gibi farklı tepki ve biçimlerde ortaya çıkmaktadır (Bezirgan Arar ve Bilgin, 2009:137). Bir başka ifadeyle, ötekileştirmenin sonucunda, ötekileştirilen kişi ya da gruplar toplum yaşamlarından dışlanmakta, haklarının kısıtlanması sebebiyle de yurttaşlığın kavramsal düzeyde getirdiği eşitlik ortadan kalkmaktadır (Semerci vd., 2017:3).

Ötekilik, iktidarın dağılımını tanımlamakla birlikte her zaman diğer tarafın bir ilişkide bastırıldığını ifade etmektedir. Özellikle öteki ile karşılaşmada, kamusal temsillere dayanan önyargılar baskın gelmektedir (Creutz-Kämppi, 2017:297). İlk karşılaşmada başlayan ve ötekileştirmeyi besleyen bu önyargının temel nedenlerine bakıldığında, iki önemli etmen görülmektedir. Bunlardan biri, farklı sosyokültürel gruplar arasındaki sosyal mesafe diğeri ise bu gruplar arasındaki sosyal karşılaştırmadır. Toplumsal uzaklık da denen sosyal mesafe, insanlar arasındaki “sosyal temasın” eksikliğini ifade etmektedir. Yani, aynı fiziki mekânda birlikte ya da yanyana yaşamalarına rağmen, bazı bireylerin/grupların arasındaki sosyal ilişkinin zayıf ve sınırlı olmasını tanımlamaktadır (Erol, 2009:13). Dolayısıyla

öteki’nin kültürü ve yaşam tarzı kabul edilmemektedir. Ya da Bauman’ın ifade ettiği gibi; “Eğer öteki hayat biçimleri kendilerine göre, tam ve geçerli kültürler olarak kabul edilseler bile, tuhaf, bayağı ve ne olduğu anlaşılamayan bir tehdit olarak gösterilecektir. Onlar, belki öteki, daha az itina gösterilecek insanlar için kabul edilebilir ancak kesinlikle bizim gibi farklı insanlar için kabul edilemez.” (2013:177). Çünkü ötekileştirme, toplumsal hayatta kimi grupların diğer gruplardan daha farklı ya da değerli/değersiz olduğu varsayımıyla hareket eden ideolojik bir duruştan beslenmekte ve temelde kişileri veya grupları birbirinden ayırarak bu grupların iç yapılarının bütünüyle homojen olduğunu kabul etmektedir. Bu bakış açısı toplumsal çeşitliliğin reddine sebep olduğu gibi, toplum yapısının tek tipleşmesini tercih etmekte ve ötekileştirdiği kişi ya da grupları toplumun huzurunu bozan birimler olarak görmektedir (Semerci vd., 2017:3). Ötekileştirme böylece farklılık yaratmakta ve sorunsallaştırmakta, yani ötekileştirilen grubun aynı zamanda ahlaki ve/veya entelektüel açıdan aşağı olarak tanımlanması sürecini anlatmaktadır. Ötekiler, basmakalıp karakterlere indirgenmekte ve nihayetinde insanlıktan çıkarılmaktadır. Bu tür süreçler, ötekileştirilenlerin birkaç olumsuz özelliğe indirgenmesi anlamında azaltma ve özselleştirme anlamına gelmektedir. Sayısal bir çoğunluğu oluşturabilen güçlü grupların, alt gruplara sorunlu ve/veya yetersiz özellikler atfederek ötekileri indirgemeci söylemlerle tanımlamaları, astlar arasındaki güçlü ve koşullu kimlik oluşumunun meşruluğunu ve üstünlüğünü doğrulamaktadır (Jensen, 2011:65).

Kimlik kavramının tanımlanmasında temel bileşenlerden biri olan öteki’nin -tıpkı kimlikteki gibi- sosyolojik boyutunun yanı sıra bir de psikolojik boyutu vardır. Bireylerin, kendinden olmayanları ötekileştirmesinde başvurduğu bir takım psikolojik mekanizmalar vardır ki bunlar diğeri’nin olumsuz söylem ve eylemlere maruz bırakılmasını meşru kılmaktadır. Bunlardan biri Lerner’in “Adil Dünya İnancı” yaklaşımıdır. Kurgulanan ve yanlı bir düşüncenin ürünü olan bu yaklaşıma göre, insanlar adil, herkesin başına gelen iyi veya kötü vakaları hak ettiği bir dünyada yaşamaktadır (Semerci vd., 2017:30). Dolayısıyla, olumsuz olayların kurbanı konumundaki kişiler, içinde bulundukları kötü durum nedeniyle suçlanmaktadır. Örneğin güzellik, zekâ “ödül” olarak görülürken, çirkinlik,

özürlülük ya da akıl hastalığı bir “ceza” olarak değerlendirilmektedir. Böylece dünyanın adil bir yer olduğuna ve herkesin başına geleni hak ettiğine inanılmaktadır (Göregenli, 2012a:64). Diğer bir meşrulaştırma aracı “Sistemin Meşrulaştırılması”dır. Bu yaklaşıma göre insanlar, değiştiremeyeceklerini düşündükleri durumlarla başa çıkabilmek için sistemi meşrulaştırmaktadırlar. Ahlaki dışlama da diğer bir ötekileştirmeyi meşrulaştırma aracıdır. Toplumca damgalanmış insanlara ilişkin gayriinsani davranışların meşrulaştırılma süreçlerini araştırmaktadır (Göregenli, 2012a:67-69).

Sonuç olarak bireylerin, sosyal grupların, dinlerin ya da ulusların bir ötekisi vardır. Aslında “Bizim ürettiğimiz ya da uydurduğumuz bir şey değil, bizim dışımızda zaten var olan” (Aktay ve Kızılkaya, 2014:7) öteki bir görme biçimidir ve öğrenilerek nesilden nesile aktarılmaktadır. Zihinlerde başlayan ötekileştirme, dil yoluyla söyleme, daha ileri aşamasında eylemlerle şiddete dönüşebilmektedir. Öteki, felsefi ve psikolojik olduğu kadar sosyolojik bir olgudur ve bu nedenle tüm toplumlarda az ya da çok bir öteki bakış açısı vardır. Bu bazen, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, bazen Anti-semitizm, bazen İslamofobi bazen de başka bir ayrımcılık türüyle ortaya çıkabilmektedir. Her ne anlam taşırsa taşısın öteki, negatif bir anlam içermektedir ve günümüzde, toplumsal, siyasal, kültürel, hukuki ve dini alanlarda da işlevselliğini sürdürmektedir.