• Sonuç bulunamadı

İslamofobi, son dönemlerde kavramsallaştırılmış olmasına rağmen, kavramın anlamına karşılık gelen İslam korkusu uzun bir geçmişe dayanmaktadır. Bu başlık altında ele alınacak felsefi temellerde İslamofobi, Batı tarafından üretilen bir fenomen olması nedeniyle, yalnız Batı düşüncesi ekseninde ele alınmıştır. İslam karşıtlığının felsefi nedenleri altında yatan sebep(lere), ister ‘din ve din’ (İslam- Hristiyanlık), ister ‘din ve coğrafya’ (İslam-Avrupa), isterse de ‘din ve etnisite’ (İslam-Avrupalı) çatışması- karşıtlığı olarak bakılsın, sonuçta İslam ve bu dinin uygulayıcısı Müslümanlar, felsefi anlamda da bu çatışmanın öznesi durumundadır ve bu özne, Batı düşünce geleneğinin tarihten bugüne üzerinde kafa yorduğu bir olgudur.

Bu çalışmada detaylı bir şekilde ele alınan ‘İslamofobinin Tarihsel Gelişimi’ başlıklı bölümde, İslamofobinin kaynağı, İslam’ın ilk ortaya çıktığı 7. yüzyıla dayandırılmıştı. Fakat İslamofobinin tarihini ve bir düşünce biçimi olan felsefesinin kökenlerinin İslam’ın ortaya çıkmasından birkaç yüzyıl öncesine dayandıran görüşler bulunmaktadır. Hristiyanlığın, Yahudilere yönelik anti-semitik bakış açısının beraberinde getirdiği öteki’nin İslam’da da açığa çıkması, felsefi açıdan İslam öncesine gönderme yapsa da tarihsel olarak İslamofobinin tarihini İslam öncesine kadar götürmek, tarihsel açıdan somut verilere dayanmayacağı gibi Hristiyan-Batı hakkında da önyargılı bir yaklaşım olacaktır. Bu nedenle kavramın tarihsel akışı İslam’ın ortaya çıkışı ile başlatılırken, felsefi temeller ise bir zihniyete gönderme yaptığı ve “anti-semitizm ile paralellik gösterdiği tezinden hareketle” (Firestone, 2010:45), İslam öncesi dönemden itibaren ele alınmıştır.

İslamofobinin felsefi temellerine geçmeden önce, “Batı düşüncesi/felsefesi”nin kendi içerisindeki dönemler ile bu dönemlerin genel olarak dine, özelde ise İslam’a ve Hz. Muhammed’e bakışı hakkında bazı analizlerin yapılması, İslamofobinin felsefesinin anlaşılmasını daha anlamlı kılacaktır. Öncelikle, Batı düşüncesi ifadesinin, Batı’ya özgü olması nedeniyle diğer düşünce

tarzlarından ayrıldığı ve genellikle düşünce kavramının da “felsefe” ile eşanlamlı kullanıldığı belirtilmelidir. Batı düşüncesinin sınırları, keskin ve mutlak bir forma sahip olmayıp, zaman içerisinde birbirinden farklı formlar içeren bir karakter özelliği taşımaktadır (Küçükalp ve Cevizci, 2010:8). Başlangıç noktasını oluşturan

İlk çağ felsefesi tarihi, Antik Yunan felsefesi ile başlamaktadır. Yunan felsefesi ise

Batı düşüncesinin ve Batı ilminin kaynağıdır (Birand, 1958:3). Bu bağlamda Batı

düşüncesi, kendi içerisinde Klasik Yunan, Orta çağ Hristiyan, Modern Batı ve Çağdaş Batı düşüncesi gibi zaman zaman farklılaşan dönemlere ayrılmakta

(Küçükalp ve Cevizci, 2010:8), hatta karşıtlık içeren bir düşünce sistemine karşılık gelmektedir. Batı düşüncesinin farklılık gösteren bu dönemlerine, bu dönemlerdeki Hristiyanlık olgusuna ve İslam/peygamberi hakkındaki yaklaşımlarının ne olduğuna yakından bakılması, yerinde olacaktır18.

Batı düşüncesinin ilk dönemini teşkil eden ve Batı dünyası üzerinde büyük etkiler yaratan Yunan düşüncesi, M.Ö. 5. yüzyıla uzanan ve M.S. 4. ve 5. yüzyıla kadar süren bir dönemi ifade etmektedir. Yunan, Roma ve Hristiyanlık19; Doğu’dan aldığı mirasla Avrupa kültürünün temellerini oluşturmuştur. Antik Yunan düşünceleri, öncelikle Roma dünyasına, ardından Avrupa uygarlığına nüfuz etmiştir (Russ, 2014:31). Batı düşüncesi kavramı, felsefi, dini ve bilimsel olmak üzere üç temel unsuru barındırmaktadır. Ancak söz konusu düşüncede temelde belirleyici ve tarihsel süreç içerisinde çeşitli şekillerde varlığını hissettiren hususun Antik Yunan’a ait felsefi ve bilimsel miras olduğu söylenebilir (Küçükalp ve Cevizci, 2010:8). Günümüzde Batı düşüncesi, klasik Yunan’dan gelen ana unsurlara yenilerinin eklenmesiyle oluşmuş olmasına rağmen, Antik Yunan’dan geriye kalan felsefi birikim, kendinden sonra gelen Avrupa felsefesi kadar İslam

18 Tarihçiler Hristiyanlığı; 1-8. yüzyıllar arası Hristiyanlığın Klasik Dönemi, 9-15. yüzyıllar

Hristiyanlığın Orta çağ Dönemi, 15. yüzyıl sonrasını ise Hristiyanlığın Yeni Dönemi olarak incelemişlerdir (Bedirhan, 2012:324).

19 Hristiyan kelimesi, Yunanca “khristianos” kökünden gelmektedir. Hz. İsa’nın adı da Yunancada

“Khristos” olarak geçmektedir ve bu kökten türetilen “khristianos” ve “khristian” kelimeleri, “Hz. İsa’ya bağlanan, O’nun yolundan giden” anlamlarına gelmektedir. Hristiyan ve Hristiyanlık terimleri İncillerde geçmemektedir. Bu terimlerin ilk kez Hz. İsa’dan yaklaşık 20-30 yıl sonra Antakya’da kullanıldığı ileri sürülmektedir. Hristiyan kavramının İbranicesi “maşiah”’tır ve “yağlanmış” anlamına gelmektedir (Bedirhan, 2012:323).

felsefesini de etkilemiştir (Cevizci, 2017:21).

Günümüz Hristiyan felsefesinin temellerinin atıldığı Yunan düşüncesi dönemindeki din olgusuna bakıldığında Yunan felsefesi, Hristiyanlığın kabulü ile dönüşüm geçirmiştir. Avrupa’nın az bilinen tarih öncesi dönemine paralel olarak Eski Yunan öncesi dinleri hakkında da çok az bilgi bulunmakla birlikte, Grek dini mensuplarının M.Ö. birinci binyılın ilk çeyreğinde Tanrıları insan suretinde tasavvur etme (antropomorfy) eğiliminde oldukları bilinmektedir. Grek dini, M.Ö. 7. yüzyılın başından itibaren gelişen mistik kültlerle çeşitlilik kazanmıştır (Demirci, 1991:132). İlk çağın son dönemlerinde Hristiyanlığın, yeni bir din ve Roma’daki çeşitli Helenistik kültlerden biri olarak ortaya çıkmasıyla birlikte Hristiyanlık, proleter halk kütleleri arasında yayılmış ve bu sayede bütün öteki kültlere hâkim olmuştur. Hristiyanlığın aşağı halk tabakaları ve köleler arasında yayılmasında Hz. İsa’nın şahsında bulunan Tanrı’nın, ezilen, aşağı görülen bir insan şeklinde tasavvur edilmesi büyük rol oynamıştır (Bedirhan, 2012:128). Hristiyanlık, miladi asrın ilk çeyreğinde doğup, Hz. İsa sonrası dönemde Pavlus’un düşünceleri doğrultusunda şekillenmiş, üç yüz yıla yakın bir süre bir yandan Yahudiliğe, öte yandan da Roma İmparatorluğu’na karşı belli bir strateji ile hareket etmiştir20. Miladi 313 yılında İmparator Konstantin’in fermanı ile Hristiyanlık, imparatorluk içerisinde resmi din sıfatını almıştır (Büyük, 2004:171).

Orta çağ felsefesi, Batı Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun 4. ve 5. yüzyıllardaki yıkılışından başlayıp 15. yüzyıl Rönesans’a kadarki dönemi ifade etmektedir. Maurer’e göre M.Ö. 3. yüzyılda Yunan felsefesi (Plotinos’tan sonra) yaratıcılığını büyük oranda kaybetmiş, yüzyıl sonra Ambrose, Victorinus ve Augustinus gibi düşünürler Hristiyan inancının rasyonel bir yorumunu ortaya

20 Bir Hristiyan’ın aynı zamanda başka bir dine girmesinin ve başka bir dinin Tanrısına tapmasının

mutlak şekilde yasak olması Roma devleti ile Hristiyanlık arasında, derin bir ayrılığın ve anlaşmazlığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çok Tanrılı olan eski Roma dini, bu devirde bir devlet dini haline gelmiştir. Roma dininin ve bu dinin gereği olarak Romalı vatandaşların yapması gereken birtakım ayinleri Hristiyanlık yasaklamıştır. Ayrıca misyonerlik yapan Hristiyanlar, şiddetli bir devlet baskısına maruz kalmışlar fakat aralarındaki örgütlenme onları daha da kuvvetlendirmiştir. Hristiyanlığın, bir kurum olarak günden güne kuvvetlendiği bu devir, Roma İmparatorluğunun, siyasi kuvvetini kaybedip çökmeye ve çözülmeye başladığı döneme rastlamaktadır (Bedirhan, 2012:129).

koymak için Yeni-Platonculuğu Hristiyan öğretisine eklemlemişlerdir. Dolayısıyla Orta çağ felsefesi Grek (ve bir dereceye kadar Roma) felsefesinin Hristiyanlığa eklemlenmesinin bir sonucudur (2002:47). Bu durum Orta çağ felsefesine dair ihmalleri beraberinde getirmiştir. Ortaya çıkan bu ihmal, o dönem önemli filozofların tamamı din alimi ya da Hristiyan din adamları olduğundan son iki yüzyılda dine ve onun getirdiği düşünce şekline karşı yaygın ve geniş kapsamlı bir tepkiden kaynaklanmıştır (Magee, 2008:51). Bu tepkinin bir yansıması olarak da Orta çağ düşüncesinin filozoflarının, Yunanlıların takip ettiği yolun tam tersi istikamette gittikleri söylenebilir. Özellikle, Antik Yunan düşüncesinde felsefe dinden koparken, Orta çağ da bu ayrım kalkmış, hatta din ahlaki ödevlerin, dini özlemlerin hizmetine girmiştir (Gökberk, 1967:146). İlk çağda, materyalizm, idealizm, septisizm, dogmatizm gibi çeşitli ve değişik sayıda birbirlerine karşı akımlar varken, Orta çağda bu çeşitlenme ortadan kaybolmuş ve skolastizm, Orta çağ felsefesinin temel karakterini oluşturmuştur. Kendilerini araştırıcı değil, hoca olarak gören Orta çağ filozofları, gerçeğe ‘zaten’ sahip olduklarına inanmışlar ve bu nedenle gerçeği aramaya gerek görmemişlerdir. Onlara göre gerçek aslında dinin

dogmalarında belirlenmiştir. Hocaların (rahiplerin) yapacağı tek şey de bu

dogmaların sistemleştirilerek okuldaki gençlere aynen aktarılması olmuştur (Aster, 2005:380-381). Ayrıca bu dönemde Avrupa, İslam ve Müslümanlardan birçok temel entelektüel modeli almış, İslam dünyasının düşünürleri modern Batı’yı beslemiş ve Aristoteles’in eserleriyle Avrupa’yı tanıştırmışlardır (Russ, 2014:67). Bu dönemde, İslam ve Batı arasında düşünsel alışveriş anlamında da bir karşılaşma başladığı söylenebilir.

Orta çağ düşüncesindeki din anlayışının başlangıcı, Hristiyanlığın bu dönemde Avrupa’da yayılmaya başlamasıyla paralellik göstermektedir. Diğer bir deyişle, 5. yüzyılda bütün Avrupa’da yayılmaya başlayan Hristiyanlık, 10. yüzyılın sonuna doğru Avrupa’nın tamamına yakın bir kısmında kabul edilmiş ve 13. yüzyılda Avrupa’daki Hristiyanlaşma tamamlanmıştır (Demirci, 1991:133). Fakat yayılma sürecindeyken 11. yüzyılda Hristiyanlık, Katolik ve Ortodoks mezhepleri olmak üzere iki büyük mezhebe ayrılmış, 16. yüzyılda ise Protestanlık mezhebinin ortaya çıkmasıyla birlikte genel anlamda Hristiyanlık, bu üç mezhebin kabulleri

etrafında şekillenmiştir (Büyük, 2004:171). Mezhep farkları bir yana bırakıldığında genel olarak kilisenin -yukarıda da ifade edildiği üzere- din ve düşünce arasındaki ayrımı ortadan kaldırması, Orta çağ felsefe düşüncesinin bir Hristiyan felsefesi mi olduğuna dair tartışmaları beraberinde getirmiştir. Her ne kadar Hristiyanlık, Orta çağ felsefi düşünüşünde etkin bir paya sahip olsa da Hristiyan felsefesi, bağlantılarını sürekli dinsel bir formatla delillendirdiği için Hristiyanlığın bir savunucusuna dönüşmektedir. Bu nedenle Orta çağ düşüncesini sadece bir Hristiyan felsefesi olarak görmek, Orta çağ felsefesinin ruhunu tam anlamıyla ortaya koyamamak olacaktır (Dönmez, 2004:105).

Orta çağ döneminde Hristiyanların İslam ve Müslümanlarla (Yahudiler ve kafirler de dahil) ilgili yazdıkları apolojiler önemli yer tutmaktadır. Klasik apolojiler olarak adlandırılan bu dönemin en zirve ismi olarak Origien (ö.254?) gösterilmektedir. Orta çağda Hristiyan teologlar, Yahudilerin ve kafirlerin yanı sıra, Müslümanlara yönelik de apolojiler kaleme almışlardır. Bu dönemde, Doğu’da Yuhanna ed- Dımeşkî ve Abdulmesih el-Kindî (ö. 866) öne çıkarken, Batı’da ise öncü isim, Thomas Aquinas’tır (Çetinkaya, 2010:46). Yine bu dönemde Hz. Muhammed hakkında Avrupa literatürünün oluşmaya başlaması, İslam ve Müslümanlarla ilgili öne çıkan bir diğer olgudur. Yuhanna ed-Dımeşki Hz. Muhammed’e doğrudan atıfta bulunan ilk Hristiyan düşünür olmasına rağmen, Haçlı seferlerinin başladığı ve Kuran’ın Latinceye çevrildiği 11. ve 12. yüzyıllarda İslam peygamberine dair kitaplar yazılmaya başlanmıştır. Bu kitaplar arasında özellikle Mainzli Embricco’nun (ö.1077) kaleme aldığı Vita Mahumeti, 1135-1137 yılları arasında Compigne’li Walter’ın kaleme aldığı Otia de Machomete ve Nogentli Guibert’in 12. yüzyılın başında yazdığı Gesta Dei per Francos sayılabilir. Bu çalışmaların hepsi, tarihî kaynaklardan çok, Bizans kökenli söylenti ve hikayelere dayanan ve önceden belirlenmiş bir Hz. Peygamber imajını doğrulamak için yazılmış kitaplardır (Kalın, 2008:72).

Orta Çağ Batı düşüncesinde, İslam karşıtlığı ile ilgili ilk çalışma yapan (Batılı) isimlerin başında ise Roger Bacon (1214-1294) gelmektedir. Fizik biliminin matematiksel ve deneysel boyutunu ön plana çıkaran Bacon, matematiğin ve matematiksel modelin diğer bütün bilimlerin temelini oluşturacağı düşüncesinin

sahibidir (Russ, 2014:89). Ancak Klasik eserlere düşkünlüğü onu felsefeye yöneltmiştir. Paris Üniversitesi’nde dersler veren Bacon, genellikle Aristo’nun tabiat felsefesi ve metafizik eserleri üzerinde durmuş, özellikle de gramer ve mantığa dair dersler vermiştir. Bir yandan Yunan felsefesini okuyan Bacon, diğer yandan İslam düşünürlerden de fazlasıyla etkilenmiş, Arapçadan ve Arapça eserler kaleme alan pek çok Müslüman düşünür onun ilgisini çekmiştir (Şekerci, 2014:106). Ancak Roger Bacon, oldukça etkilendiği Farabi ve İbni Sina gibi filozoflara Müslümanlığı yakıştıramamış ve onların aslında Hristiyan olduğunu, gizlice vaftiz olduklarını ve sadece Müslümanların şiddetinden emin olmak için kendilerini dışarıya Müslüman olarak gösterdiklerini iddia etmiştir. Çünkü Bacon’a göre, Farabi ve İbni Sina gibi birinci sınıf filozofların, İslam gibi sapık ve gerçek- dışı bir dine mensup olmalarını düşünmek olanaksızdı (Kalın, 2008:48).

15. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Modern Batı düşüncesi ifadesi, İlk Çağ felsefesi ve Orta çağ felsefesinden ayrılmak için kullanılmaktadır. Yani bir yirminci yüzyıl felsefesi anlamına gelmeyip, Reformasyondan sonraki felsefe anlamına gelmektedir (Magee, 2008:69). Ancak tarihsel olarak yaklaşık 1400 ile 1600 yılları arası dönemi ifade eden Rönesans felsefesi, Orta çağ ve Modern çağ arasında bir tür köprü görevi üstlenmiştir (Cevizci, 2017:509). 15. ve 16. yüzyıl İtalyan aydınlarının kendi bilim, sanat, felsefe uğraşlarını ve yaşam biçimlerini Antik Yunan’ın devamı olarak görmelerinin yanı sıra, içinde yaşadıkları yüzyılı da Yunan-Roma kültür değerlerinin yeniden yaşama geçirildiği bir “yeniden doğuş” çağı olarak görmüşler ve bu kavramı karşılayan “Rönesans” kavramını kullanmışlardır (Tuğcu, 2000:195). Rönesans’ta, Orta çağın görece tekdüze olan felsefesine kıyasla birçok sistem yer almıştır. Orta çağa ve skolastik düşünceye bir nevi başkaldırıyı ifade eden Rönesans; Eflatun ve Aristo’nun yanı sıra, Helenistik dönemde ortaya çıkmış olan epikurosçuluk, stoacılık, şüphecilik vb. tüm felsefe okullarının Rönesans boyunca temsilcileri olmuştur (Küçükalp ve Cevizci, 2010:88). Böylece bu dönemin düşüncesinde Orta çağ felsefesinden kırılmalar yaşanmış, eski döneme (Orta çağ) ait kesin yargılar ortadan kalkmış ve estetik düşünce ortaya çıkmıştır (Russ, 2014:99).

edilen Rönesans ile birlikte, dinsel açıdan da bir dönüşüm yaşanmış ve “Kilise nasları karşısında serbest kalmak” düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bu düşünceden kasıt, kilisenin sonradan ortaya koyduğu ancak Hristiyanlığın özünde olmayan nasların reddedilmesidir. Rönesans düşüncesi orijinal Hristiyan inançlarını orijinal biçimleriyle yeniden kurmaya çalışmaktadır. Aklı merkeze alan Rönesans anlayışı, yeni bir insan anlayışının yanı sıra din, hukuk ve devlet anlayışına da yenilikler getirmiştir. Yeni bir din anlayışı getiren Reformasyon (Reform), bu anlayışın bir sonucudur (Gökberk, 1967:200). Reform düşüncesi döneminde, Hristiyan düşünce yapısıyla insanın hayat, sanat ve düşüncenin çeşitli imkânlarıyla karşı karşıya gelme isteği ve talebi arasındaki ayrılık, (1400’lerin başlarından itibaren) giderek büyümeye ve yüzyıllık bir süreç içinde, bir yarık görünümünü almaya başlamıştır. Daha Kilisenin kendi içinde bile, felsefeyi din veya teolojinin hizmetkârı olarak kullanmanın uygunluğuyla ilgili tartışmalar sürerken, bu tartışmalar bir disiplin olarak felsefenin, din ve teolojiden tamamen ayrı bir disiplin olduğu sonucuna götürmüştür (Cevizci, 2017:511). Felsefenin ve teolojinin ayrı disiplinler olduğunun kabulü de Tanrı’nın kelamı olan incilin serbestçe incelenmesini sağlamıştır.

Rönesans düşünce döneminde, Hristiyanlığa karşı Protestan hareketini başlatan Martin Luther (1483- 1546) gerek Hristiyan teolojisine getirdiği yeni yaklaşım açısından gerekse onun İslam ve Türkler hakkındaki negatif düşünceleri açısından ön plana çıkmaktadır. Hristiyan reformcu Martin Luther’in, İslam ile Müslümanlara yönelik değerlendirmelerini içeren ve yakın zamana kadar Avrupa’nın pek çok okulunda Hristiyanlık dersi müfredatında yer alan iki risalesinin bulunduğu göz önüne alındığında, onun öne çıkması daha net anlaşılabilmektedir (Olgun, 2008b:330).

Luther, Orta çağda Deccal’in hizmetindeki bir şiddet hareketi olarak tanımladığı İslam’ın akla kapalı olduğunu ve bu nedenle dönüştürülemeyeceğini varsaymıştır (Hourani, 2001:26). Müslümanların yanı sıra Türkler için de tahkir edici ve ötekileştirici ifadeler kullanan Luther, Türkleri ve Müslümanları, “Tanrı’nın sopası ve şeytanın hizmetçisi”, “insani bedenleşme içindeki şeytan” olarak tanımlarken; İslam’ı‚ “kılıç doktrini” ve Kur’an’ı da “yalanların ruhu” olarak

nitelendirmiştir. Luther, İslam’ın Mesih’i Tanrı’nın oğlu olduğunu kabul etmemesinden dolayı İslam’ı sadece akıl dini olduğunu savunmuş ve Kuran’ın Tanrı’nın sözünü ve ruhunu içermediği gerekçesiyle onun vahiy ürünü olduğunu reddetmiştir (Olgun, 2008b:331). Tabi bu dönemde Müslüman ve Türk kavramlarının birbirini karşılar şekilde kullanılmasında, Müslüman olduktan sonra güçlü devletler kuran Türklerin -özellikle Osmanlıların- Hristiyan dünyası tarafından İslamla özdeşleştirilmesi etkili olmuştur. Hatta Luther İslam ile ilgili yorumlarında çoğunlukla “İslam” ve “Müslüman” kavramları yerine “Türk” ifadesini kullanmış, İslam’ın dini ve kültürel yapısını “Türklerin dini ve kültürü” şeklinde açıklamıştır (Olgun, 2001:188).

Modern Batı felsefesi ve Çağdaş Batı felsefesi arasında kalan 17. ve 18. yüzyıllar, açıklık, kesinlik ve ölçülülüğün hâkim olduğu klasik idealin zirveye taşındığı ve düşünce dünyasının yenilenmesiyle, kısa zamanda Aydınlanma düşüncesinin başlaması açısından önemlidir. 17. yüzyıl Tek Avrupa düşüncesinin oluşmaya başlamasıyla, 18. yüzyıl ise akıl, düşünce ve tarih ana temalarıyla ön plana çıkmıştır. En önemlisi Aydınlanma düşüncesiyle, eleştirel bir tutum ve özgür bir iradeye dayanan aklın nüfuz ettiği bir yüzyıl olmuştur (Russ, 2014:194-199). Yunan felsefesinden gelen Aydınlanma kavramı aslında, Sofistlerin yaşadığı dönem olan M.Ö. 5. yüzyılda Yunan Aydınlanma Çağı olarak kullanılmış ve 17-18. yüzyıllarda ortaya çıkan Batı Avrupa’daki Aydınlanma dönemi de ismini buradan almıştır. Batı Avrupa’daki bu akımın en karakteristik yanı, ‘geleneklere’ karşı savaş açması ve dinsel, ahlaksal, siyasal, sosyal tüm törelerin insanın eseri olduklarını kanıtlamaya çalışmasıdır (Aster, 2005:154).

Din olgusu, Aydınlanma düşüncesinin en önemli konularından birisi olup,

özelde Hristiyanlık eleştirisi içermektedir. Aydınlanmacı düşünürlere göre, dinin kurumsal olması, aydınlanmanın, bireysel ve toplumsal hürriyetin, bilimin, ilerlemenin ve eşitliğin önündeki en büyük engellerden birisidir (Kar, 2014:178). Diğer bir deyişle, 18. yüzyıl Aydınlanmasının temel özelliği, hayatın her anında tutarlı olacak laik bir dünya görüşünü kendisine tam bir bilinçle temel yapmasıdır (Büyük, 2004:177).

George Sandys (1577-1644), İslamla ilgili ilk seyahatnamelerden birini kaleme alanlardandır. George Sandys, 1610 yılında kaleme aldığı “Başlayan Bir Seyahatin

Rivayeti” adlı kitabında, İslam, Kuran ve Hz. Muhammed hakkında olumsuz

düşünceler taşımaktadır. Kalın, Sandys’in İslam dini, Hz. Muhammed ve Kuran hakkında hasmane denebilecek ifadeler kullandığını belirtmektedir. Bu düşünceye göre Osmanlı, yalnızca İslam dininin bayraktarı olmanın yanı sıra Avrupa’nın ötekisi olan Doğu’dur. Bu bağlamda bir öteki olarak Doğulu olan Osmanlı - Sandys’e göre- geriliği, barbarlığı temsil ederken; Avrupa ise medeniyeti yani Roma İmparatorluğu’nun en yüksek değerlerini temsil etmektedir (2016:251-252). Ayrıca, tıpkı Roger Bacon gibi Sandys de İbn-i Sina gibi Müslüman filozoflara övgülerde bulunarak bu Müslüman filozofların aslında ölüm korkusundan dolayı Müslüman göründüklerini, kendi samimî inançlarında ise İslam’dan uzak durduklarını (Kalın, 2008:97) iddia etmiştir.

18. yüzyılda ise Fransa’da Doğu, İslam ve Türk imgesini büyük oranda şekillendiren düşünür-yazarların başında Voltaire (1694-1778) gelmektedir. Voltaire, 1742’de yazdığı Muhammet (Fanatisme ou Mahomet le Prophete) dramasında ve 1765’te Felsefe Sözlüğüne yazdığı “Muhammetçilik” maddesinde, İslam yerine daha indirgemeci ve küçümseyici olması için “Muhammetçilik” kavramını kullanmıştır (Kula, 2018:35). Muhammetçilik maddesinde21 , Hz. Muhammet’in kısaca özgeçmişine değinen Voltaire, onun üstün yeteneklerinden, sanattan ve yöntemden yoksun olmasına rağmen canlı ve güçlü bir hitabetin yanı sıra, yüksek cinsel güce sahip olduğundan ve her açıdan İskender’e benzediğinden bahsetmektedir. Fakat Voltaire yalnızca Hz. Muhammed ve Müslümanlara değil, Türklere yönelik de ciddi anlamda bir önyargı barındırmaktadır. Bunun yansımalarını Voltaire’in Müslümanlara ve Türklere yönelik şiirlerinde ve oyunlarında görmek mümkündür. Mesela, 1716’da Prens Eugen’e adadığı bir şiirinde geçen “Koşun peşinden şu Müslümanların / Kaldırın aradan engeli / Yerle bir edin şu küstah sünnetlileri / Mücadele tutkusuydu dolu / Alın ayaklar altına türbanları / Bitirin artık şu yaşamı / Osmanlıların sarayındaki.” (Aktn., Kula, 2018:34) dizeleri bunlardan birisidir. Kula, yine benzer bir şekilde Voltaire’in

Muhammed adlı dramasında22, İslam ve peygamberi ve ilgili kötücül sıfatlar

kullandığını ve bu sıfatlar arasında Doğu despotizmi, acımasız, fetihçi, korku

tanrısı, yakıp yıkıcı, iç savaş çıkarıcı, egoist gibi oryantalist ifadeler bulunduğunu