• Sonuç bulunamadı

1.3. Geçmişten Günümüze İslamofobiyi Besleyen Nedenler

1.3.6. İslam Korkusunun Arka Planı: Psikolojik Nedenler

İslamofobinin ilk ortaya çıkışındaki en önemli gerekçenin teolojik bir rekabetten kaynaklandığını söylemek mümkündür. Ne var ki bu teolojik rekabet; kültürel, ekonomik, politik, psikolojik, medya, terör vb. sorunları beraberinde getirmiştir. Batı ülkelerinde İslamofobi, Müslümanların sağlık, eğitim, iş bulma gibi toplumdan dışlanmaları şeklinde kendini göstermekte ve böylece Müslümanlar sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yönden olumsuz bir şekilde etkilenmektedirler. Dolayısıyla İslam ve Avrupa (Batı), birbirleriyle etkileşim halinde olduğundan bu sorunlar zamanla kısır bir döngü haline gelmiştir.

İslamofobi kavramındaki fobi, bastırılmış güdülerin dışa yansıtılma şekli olup, belirli bir şey ya da durumdan duyulan korkuları ifade etmektedir (Babaoğlu, 2011:43). Toplumdaki belli bir grubun korkusu önyargı ile ilişkilendirilmektedir (Lee vd., 2009:94). Önyargıda, insanlar grup aidiyetlerine göre değerlendirilmektedir. Önyargılar, belirli bir dış grup hakkındaki olumsuz

dogmatik kanaatleri içermektedir. Öyle ki bireyden çok gruba yönelik olan önyargıda kişiler, çok önceden ifade edilmiş ama olgunlaşmamış, her türlü kanıttan önce peşinen karar verme eğilimdedirler. Önyargılar davranışa dönüştüğü takdirde ise, artık bunun adı “dışlama”dır. Yani önyargı bir tutum iken, dışlama ise bir davranıştır (Gürses, 2005:144).

Bu bağlamda İslamofobi, diğer önyargılar gibi, basmakalıplara dayanan bir antipatidir. Diğer bir deyişle, aşırı negatif genellemeler içermektedir. Bazı Müslümanların tutum ve davranışları tüm Müslümanlara yüklenmektedir. Mesela, Müslümanların büyük çoğunluğu demokrasiyi desteklediği halde, tüm Müslümanların terörist oldukları ve dünya Müslümanlarının büyük çoğunluğunun terörü reddettiği veya tüm Müslümanların demokrasiye karşı çıktıkları iddiası, ayrım gözetmeyen genellemeler ve damgalama biçimleridir (Borell, 2015:411). Bu tür önyargı ve fobiler, sosyal yapısalcı kurama göre, bireyin toplumun değer yargılarını taklit etmesi yoluyla içinde yaşadığı sosyal ortamlardan öğrenmesiyle olmaktadır. Böylece toplumun benimsediği davranış kalıplarını kendilerine model almaktadırlar. Bu bağlamda birey içinde yaşadığı sosyal ortamda, okulda, ailede, görsel, sesli ve yazılı medyada İslam’a ve Müslümanlara karşı gösterilen korku ve düşmanlık tepkilerin gözlemleyerek daha sonra onları taklit etme suretiyle İslam ve Müslümanlara karşı İslamofobik bir tutum geliştirebilmektedir (Karslı, 2013:91).

Batı’nın Müslümanlara yönelik bu fobileri veya önyargılarını nasıl ki teolojik, kültürel, ekonomik ve politik nedenlerinde olduğu gibi tek bir bakış açısıyla –Batı gözüyle- açıklayamazsak, psikolojik nedenleri de tek bir Batı örüntüsü üzerinden açıklamak yeterli değildir. Aslında bu nedenler, daha önce de belirtildiği gibi, kendi içinde hem Batı kanadı hem de Müslüman kanadı açısından ele alınmalıdır. Bu nedenle bu çalışmada psikolojik nedenleri; (1) Avrupalıların, Müslümanlardan korkmaya ve/veya onlardan nefret etmeye neden olan psikolojik ruh hali ile (2) Müslümanların Batılıların bu korku ve nefret psikolojisine sahip olmalarındaki rolü olarak ele almanın, İslamo“fobi”deki psikolojik arka planın tüm yönleriyle ele alınmasını sağlayacağı düşünülmektedir.

İlk olarak, Avrupalıların Müslümanlardan korkma ve nefret etme nedenlerinin altında yatan gerekçelere bakıldığında; toplumsal bellek, İslami

imgeler, Avrupalılık kimliğinin inşası, medya entelektüellerinin İslamofobik söylemleri ile terörist saldırılar (ve bunların medya söylemleriyle harmanlanması) sıralanabilir. Avrupalıların Müslümanlara yönelik yaptığı araştırmalarda da Avrupalıların Müslümanlarla ilgili endişe, şüphe, algı veya tahayyüllerinin hiçbir şekilde tecrübeye dayanmadığı, aslında tarihsel olarak toplumsal bellekte yer edinmiş olan önyargı ve stereotiplerin güncel resim ve görüntüler aracılığıyla yeniden üretilip canlandırılmasıyla etkin kılındığı sonucuna ulaşılmıştır (Gökçe ve Gökçe, 2015:30). Ne var ki Buehler’e göre, İslamofobinin gerekçesini Batı Avrupa’nın Müslümanlara ve İslam’a yönelik düşmanlığının tarihsel kaynaktan beslendiğini düşünmenin cezbedici olsa da ve Orta çağ Hristiyan dünyasının İslam’a yönelik tavırları ile günümüz İslamofobik söylem ve davranışları büyük oranda benzerlikler gösterse de bir sebep-sonuç ilişkisi tahmin etmek oldukça zordur. Bu bağlamda Buehler şu soruyu sormaktadır: “‘Müslüman bir öteki’ oluşturmak için başat bir yafta neden ‘şiddet’e yoğunlaşmakta ve ‘şiddet’ neden ön plana çıkarılmaktadır?” Buehler’in bu konudaki yaklaşımı “Hristiyan dünyanın/Batı’nın kendi karanlık tarafı olarak şiddet temayülünü İslam’a/Müslümanlara yansıttığı” yönündedir. Hristiyanların Müslümanlara bu olumsuz özellikleri yansıtmasını Buehler, Sigmund Freud’un modern psikolojide ortaya koyduğu “bireylerin, itiraf edilmemiş olumsuz karakter özelliklerini diğer insanlara yansıttıkları” yaklaşımına dayandırmaktadır. Buna göre birey, olumsuz bulduğu ya da itiraf etmek istemediği özelliklerini başka birey veya gruba bilinçdışı olarak yansıtmakta, dolayısıyla bir bakıma ‘kötü’, somutlaştırılmış olmaktadır. Bir başka ifadeyle, “biz onları [öteki’yi/düşmanı], kendi kötücül öznel ya da nesnel imgelerimizi dışsallaştırmak amacıyla kullanır ve kabul edilemez düşüncelerimizin yansıtmalarıyla bu imgelere zemin oluştururuz. Böylece, ‘kötücül olan öteki’nin psikolojisi oluşturulmakta (Buehler, 2011:646), aynı yansıtma ilkesi, kabile, millet, din gibi insan grupları için de kullanılmaktadır.

Günümüzde Batı’nın İslamofobik bakış açısındaki bir diğer psikolojik neden de İslam’ı sembolize eden imgelerdir. Müslümanların; camiler, minareler, İslami okullar/dinî eğitim veren merkezler, helal gıda, imam ve ataşe gibi dinî yetkililer, mezarlıklar, siyasî temsilciler, başörtüsü vb. imgeleri bu kimliğin Batı

toplumlarında gitgide daha görünür bir hale gelmesine neden olmuştur. Hatta, görünürlük konusunda ilk sırada olan camilerin sayısındaki hızlı artış, İslam’ın Avrupa’da kalıcılığının en somut göstergelerindendir. Mesela son zamanlarda yapılan kamusal tartışmalardaki önemli bir konu, Avrupa’da yeni inşa edilen camilerin mimari tarzı ile ilgili olup, Hollanda ve Fransa’da daha modern ve çağdaş cami binaları geliştirmek için Müslüman örgütlere telkinlerde bulunulmaktadır (Maussen, 2005:4). Ancak tüm bu telkinler, camilerin modern veya geleneksel mimariye sahip olmaları meselesi değil, mesele temelde bir kimlik sorunudur (Evkuran, 2010:165). İslamofobiyi, yabancı düşmanlığından terörle mücadeleye kadar birbirinden çok farklı söylem, tutum ve davranış biçimlerinin bir araya gelmesiyle “İslam’dan irrasyonel bir şekilde korkma” şeklinde tanımlayan Marcel Maussen de İslamofobinin arka planında kimlikle ilgili ideolojik bir öz olduğunu ifade etmektedir (Maussen 2006:6). Özellikle diğer göçmen grupları ile kıyaslandığında Müslümanlar, sosyo-ekonomik açıdan daha geri durumda olup, gündelik hayatta ayrımcı uygulama ve davranışlara daha çok maruz kalmaktadırlar. Diğer bir deyişle, bu kimlik meselesi, özellikle Müslümanlar söz konusu olduğunda daha keskin bir hale gelmektedir.

Kimlik, “şiddet ve teröre kaynaklık edebileceği gibi, zenginliğe ve içtenliğe de kaynaklık edebilir. O nedenle kimliği genel bir kötülük olarak görmek anlamsızdır.” (Sen, 2006:23). Ancak Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ve buna bağlı olarak çok-kültürlülüğe karşı çıkma durumu, “Avrupalı kimliği” olgusunu pekiştirdiği söylenebilir. İnşacı (constructivist) bakış açısına göre kimlikler, sürekli bir değişim ve inşa halindedir. Avrupa kimliği de tarih boyunca inşa süreci içindedir (Öner, 2014:6)51.

Avrupa kimliğinin oluşması ikinci bölümde daha detaylı ele alınacak olsa da burada ele alınan temel mesele, Avrupa kimliği ile bir din olarak Hristiyanlığın,

51 1492 yılı, Avrupa kimliği için sembolik açıdan önemli bir dönüm noktası olmuştur. 1453

İstanbul’un fethinden sonra, dört kez 10’ar yıllık devreler halinde bu yenilgiyi telafi etmeye çalışmışlardır. Hristiyanlar, 12. yüzyılda fetih hareketlerini yeniden başlatmış ve Granada yeniden Hıristiyanların eline geçmiştir. Müslümanlar önce zorla Hıristiyanlaştırılmış, Hıristiyanlaştırılan bu Müslümanlar, 17. yüzyılın başlarında İspanya’dan zorla çıkartılmıştır. Bu olay, Avrupa’da “safkan” öğretisinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu öğreti, Avrupalı ırkçılığını ve etnik temizlemeyi meşrulaştırmak için sonraki çağlarda bir öz olmuştur (Delanty, 2013:125-125).

birbirinin yerine kullanılmasıdır. Avrupa’nın İcadı kitabında Delanty, Avrupa kimliğinin kökenlerini 16. yüzyılda Türklere karşı gösterilen dirençte aramaktadır. Delanty’e göre bu, kolektif birliktelikten öte dışlama ilkesinden beslenen bir bilinçti. Bu kimlik, aynı zamanda, 1571 İnebahtı Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın deniz hakimiyetinin ortadan kalkmasıyla varlığını sürdüren bir kimlikti ve sömürgecilik döneminde Avrupa kimliğinin ırkçı nosyonuna zemin hazırlamıştır. Bu süre zarfında Avrupa fikri, yeni kimlik oluşturma mekanizmaları için kültürel bir referans çerçevesi olarak “Hristiyan Dünyası” kavramının yerini almaya başlamıştır. Bu dönüşümle birlikte Avrupa, artık coğrafi bir alandan öte bir değerler sistemi olarak kendini sunmaya başlamıştır. Avrupa kelimesinin “Hristiyan Dünyası” kavramının yerini alması, Avrupa’nın bütününün Hristiyan olmaması açısından önem taşımıştır. Fakat, 16. yüzyılda Avrupa kavramı, Hristiyanlığın yerini alma sürecinde, anlamsal açıdan bir değişikliğe uğramıştır. Avrupa’nın değişip, Batı Avrupa’nın tek bir blok halinde birleşmesinde en büyük etken, kilisenin gücünü kaybetmesidir. 16. yüzyıldan itibaren, Hristiyan alemine karşı Avrupa fikrine dayanan bir Avrupa kimliğinden söz edilebilir (Delanty, 2013:117- 131).

Batılıların İslam’ı, fobik bir şeymişçesine görmelerindeki psikolojik bir diğer faktör de medya entelektüellerinin İslam karşıtı söylemlerinde aranabilir. İslamofobiyi besleyen nedenlerden “Medyanın Etkisi” başlıklı bölümde daha detaylı ele alınacak olsa da özellikle 2000’lerden itibaren farklı kesimlerden medya entelektüelleri İslamofobik bir duruş sergilemişlerdir. Buna göre “İslam, entelektüellerin kendi zihinlerine göre ‘üretilmiş’ bir İslam”dır (Sözen, 2005:54). Bernard Lewis ve Samuel Huntington’un daha önceden başlattıkları İslam karşıtlığının ideolojik ve sosyolojik altyapısı, 1990’lardan itibaren daha keskin bir ivme kazanmış ve son dönemlerde siyasiler ve medya tarafından, Avrupa toplumunun zihnine bir tehdit algısı olarak imaj çalışması yapılarak, Avrupa’da özellikle Müslüman karşıtlığında bir artışa neden olmuştur (Özdemir, 2012:418). Özellikle medyada sıkça yer alan entelektüel aktörler, toplumdaki İslam karşıtlığını besleyebilecek birçok eylemi, kendi ideolojileri doğrultusunda yorumlamaktadırlar. Mesela, Danimarka basınında yayınlanan Hz. Muhammed karikatürleri, Zizek’in

de belirttiği gibi “basın özgürlüğünün en yüksek değeri” olarak yorumlanmaktadır (2013:14).

Kalın ise İslam karşısında duyulan korku, vehim, paranoya, öfke ve nefreti 18. ve 19’uncu yüzyılda Avrupa tiyatrolarında kullanılan “fantazmagorya”52 tekniğinin yarattığı etkiye benzetmektedir. Kalın, günümüzde İslamofobiyi, ırkçılıktan farkı olmayan korku-nefret tutumu olarak tanımlamakta ve arkasında derin fantastik kurgular yattığını öne sürmektedir. Buna gerekçe olarak da Bernard Lewis gibi bir tarihçinin bile “30 yıl sonra Avrupa tanınmaz hale gelecek; Avrupa, “Eurobia” olacak” kehanetini gösteren Kalın, Batı’nın mutlak bir ekonomik ve askeri üstünlüğe sahip olduğu halde, bu yüzyılda bile birilerinin hala “İslam’ın kılıcı gelecek, Batı medeniyetini kesecek, insanlık bitecek” paranoyasına sarılmasının rasyonel bir temeli olmadığını belirtmektedir. Bu olsa olsa, Aristo’nun, Eflatun’dan ilham aldığı, “fantazma” dediği, gerçek ile hayali, hakikat ile vehmi birbirine karıştıran ve aklın prensipte idrak ettiği ama hislerin ve vehimlerin bulanıklaştırdığı bir ‘psikolojik kayma’yı tanımlamaktadır (Kalın, 2012).

Günümüzde Avrupalı politikacılar İslamofobiyi, daha çok güvenlik ve terörle mücadele sorunu olarak görmekte ve kendi ülkelerinde yaşayan bu Müslümanları, azınlık gruplar olarak değerlendirmektedirler. Öyle ki bu politikacılar İslamofobiyi, psikolojik bir baskı unsuru olarak kullanmakta ve Müslümanları tam bir asimilasyona tâbi tutmayı denemektedirler. Böylece Avrupa merkezci bu ideolojik tavırla Müslümanlar, ‘Avrupalı olmak’ ile ‘Müslüman olmak’ arasında bir tercihe zorlanmaktadır (Evkuran, 2010:174-5). Zaten azınlık psikolojisinin gereği olarak, azınlıklar birkaç nesil geçtikten sonra artık azınlık olarak kalamamakta; ya bunların büyük çoğunluğu asimile olarak yok olmakta, ya da bulundukları yerin hâkim grubu olup azınlık statülerini kaybetmektedirler. Eğer azınlıklar çoğunluk içerisindeyse asimile olmakta veya kaybolurlarsa özgün statülerini kaybetmektedirler. Böylece onlara yönelik negatif ön yargıların artık bir amacı kalmamakta, artık bu tür önyargılar ya yavaş yavaş yok olmakta ya da onların yerini alan yeni bir gruba atfedilmektedir. Ancak azınlıkların çoğunluğa hâkim hale

gelmesi durumunda, kendilerine yönelik önyargıları etkisiz hale getirmekte ya da onları aşmaktadırlar. Böylece azınlık grup gücü ele alırsa önyargılar ya ortadan kalkmakta ya da bilinçli bir şekilde tarih sahasından silinmektedir (Firestone, 2010:44). Her ne kadar Avrupa’da Müslümanlar toplumda gücü ele alan azınlık bir grup olmasa da biyolojik yaklaşım bağlamında İslamofobi, Hristiyan bireylerde korunma ve varlığı sürdürme amacı güden bir tür içgüdüsel davranış olarak görülebilir. Mesela, “İslam hakkında önyargılı olan bazı çevrelerin, İslam’ın zina ve hırsızlık suçlarına yönelik ceza uygulamayı kısıtlayıcı şartlarını dikkate almadan bazı İslam ülkelerindeki katı ve radikal uygulamaları İslam’ın en doğru yorumu şeklinde sunmaları, gayrimüslim bireylerde İslam’a karşı yaşama içgüdüsünün neden olduğu bir korku duygusunun oluşumuna neden olabilmektedir.” (Karslı, 2013:90).

Batı’nın Müslümanlara yönelik psikolojik bir alt yapısı da radikal İslamcı terörist söylemidir. Batı’ya göre ‘Radikal İslamcı Terör’, Batı Medeniyetine, onun hegemonik yapısına, Batı’nın dünya genelindeki politik, ekonomik, kültürel uygulamalarına, yaşam tarzına bir tepki olarak doğmuş, ezilen azgelişmiş uluslar ile gelişmiş ulusların arasındaki mesafeyi kapatamayacağı yönünde bir ‘ezilmişlik psikolojisi’ ile hareket etmektedirler (Özerkmen, 2004:262). Diğer bir deyişle, İslami kimliklerine yönelik bir küçümseme ve saldırı arttığı ölçüde, Müslümanlar kendi kimliklerine daha fazla sarılmışlardır (Cesari, 2006:261). Dahası, genellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerden gelen Müslümanların, gelişmiş Batı ülkelerine karşı tepkiselliklerinin artmasında ve Müslümanlar içerisinden şiddete yönelebilen terör gruplarının çıkmasında şüphesiz sosyo-ekonomik farklılıkların ve Batılılar nedeniyle geri bırakılmışlık duygusunun payı fazladır (Samur, 2016:305). Dini ve dünyevi bilgi eksikliğinden kaynaklanan radikal İslamcıların, gayrimüslimlere yönelik bu terör saldırıları, Müslümanların dünyadaki genel imajına büyük zarar vermektedir. Bunların medyada temsili ile İslam ve Müslümanlar, sürekli terör, bombalama, şiddet gibi olumsuz kavramlarla anılması sonucu insanlar bir süre sonra klasik şartlanmaya uğramaktadır. Şartlandırılmış bu bireyler, İslam ve Müslüman kavramlarını kan, şiddet, bombalama gibi olayları hatırlamakta (Karslı, 2013:86), bu da İslam’a Müslümanlara karşı korku ve öfke

duygularının oluşumuna neden olmaktadır.

Radikal terör örgütlerine katılan ve İslam adına cihat ettiğini düşünen teröristleri eylem yapmaya iten en önemli faktör sosyo-ekonomik dışlanmışlık gibi görünmektedir. Bu bağlamda yoksulluk, sosyo-ekonomik geri kalmışlığın en önemli görüngülerinden birsidir. Yoksulluk, insanlara yerleşik yasa ve kurallara karşı gelmeyi tahrik edebilir. Açlık çeken biri mücadele edemeyecek ve savaşamayacak, hatta protesto edip bağıramayacak kadar büyük bir zayıflık ve karamsarlık içine girebilir. Ancak, kendinde mücadele edecek gücü görse bile, bu durum onlara mutlak manada şiddete başvurma inisiyatifini, cesaretini ve fiili yeteneğini vermemektedir (Sen, 2006:162-163). Burada vurgulanması gereken bir nokta yoksulluk ve küresel adaletsizlik duygusunun, şiddetin patlak vermesine hemen o anda yol açmamasıdır. Fakat, uzun vadede sonuç verecek ve şiddet olasılığı üzerinde önemli etkisi olabilecek bağlantıları vardır (Sen, 2006:166). Müslümanları radikal yollara sapmaya teşvik eden unsurlar arasında sosyo- ekonomik faktörün yanı sıra psikolojik nedenler de önemlidir. Hatta Oliver Roy’a göre, onları şiddete doğru iten nedenler yeterince spesifik değildir ve Roy, bu konuda araştırma yapanların, bu nedenler arasında yoksulluk, dışlanma, ırkçılık, kültürel çeşitlilik vb. temelli açıklamalar yapmasını yeterince açık bulmamaktadır. İslami radikalizmde, radikalleşmenin en önemli unsurun hayal kırıklığı olduğunu savunan Roy’a göre (2007:55) radikalleşmenin, sosyo-ekonomik boyuttan çok psikoloji ile ilgisi daha fazladır. Oliver Roy, radikal İslamcıları şöyle ifade etmektedir: “Batı merkezli İslamcı teröristler Müslüman toplumun militan öncüleri değil; beklentilerini karşılamayan bir Batılı toplumun hayal kırıklığına uğramış, geleneksel toplum ve kültürlerden kopmuş, kaybolmuş bir neslidir. Küresel bir umuda dair vizyonu hem küreselleşmeye karşı bir intiba hem de bir intikam biçimidir. El-Kaide, gençleri dini ve siyasi bölünmeye, isyana ve şiddetin (çetecilik, okul baskını, uyuşturucular ve suiistimal gibi) diğer yönlerini ifade etmeyi ve isyanın hikayesini yazmayı vadediyor.” (2007:55-56). Roy bu tespiti ile, Batı toplumlarında Müslümanlara yönelik önyargının bir üst aşaması olan ayrımcılığın ne gibi psikolojik sonuçlar doğurduğunu vurgulamaktadır.

ailesi ve içinden çıktığı toplumun içinde gördüğü davranışların rol model almasıyla başlamaktadır. Genelde eğitim aygıtlarıyla tarihsel belleğin aktarılması ve bunun korunması, medya ile bu korku ve nefretin körüklenmesi diğer yandan kamusal alanda bir ‘öteki’ olarak Müslüman/İslami imgelerin var olmasıyla bu silsile devam etmektedir. Müslümanlar ise farklı dini tercihlerinden dolayı toplumda ‘öteki’ olarak görülüp aşağılanmakta ve bu durum onlarda eşitsizlik psikolojisinin yerleşmesine neden olmaktadır.