• Sonuç bulunamadı

1.3. Geçmişten Günümüze İslamofobiyi Besleyen Nedenler

1.3.2. Hristiyan-Müslüman Rekabeti: Teolojik Nedenler

İslamofobi, Müslüman ve Hristiyanlar arasındaki belirli tarihsel bir ilişkiye dayanmaktadır. Hristiyan dünyası İslam’ı en başından itibaren teolojik/dini bir meydan okuma ve rakip olarak algılamış, bu teolojik meydan okumayı kısa sürede siyasi tehdit algısı izlemiştir (Kalın, 2008:41-43). Dünyevi gerekçeler bir yana

bırakılacak olursa, sırf teolojik açıdan bakıldığında “Bir din olarak İslam, Batı Hristiyanlığı için bir tehdit olmuştur.” (Esposito, 2002:85).

İslam’ın ilk yıllarında, (Necran bölgesinde yaşayan) Hristiyanların İslam dinine yaklaşımları Yahudilere göre daha ihtiyatlı olmuş, bunda onların Medine’deki siyasi baskının kapsamı dışında kalmaları etkili olmuştur. Bu nedenle Kuran’da Hristiyanlığa karşı temelde bir sempatinin varlığından söz edilebilse de (Cuayyıt, 1995:17-18), Hristiyanlık için kendinden sonra gelen özgün bir dini söylemin algılanışı, zamanla ihtiyattan düşmanlığa dönüşmüştür. Böylece kendinden sonra tebliğ edilen İslam inancına yönelik olarak Hristiyanlığın teolojik, siyasal ve kültürel anlamda, önce bir garipseme, ardından dışlama ve saldırısı söz konusu olmuştur (Olgun, 2008a:33).

İslam’ın ortaya çıkması ve hızla yükselip yayılmasıyla başlayan süreç, Esposito’ya göre, “hem teolojik hem siyasi olarak, Hristiyanlığın dünya ölçeğindeki konumuna doğrudan bir tehdit” oluşturmuştur (2002:85). Hristiyanlık, daha önce Hristiyan vahiy ve kehanet anlayışını reddeden Yahudilerin meydan okumasıyla karşı karşıya kalmış olsa da Müslümanlar gibi tehdit edici bir boyutta olmamıştır (Kumar, 2016:29)26. Öyle ki İbrahimî geleneğin son halkası olduğunu söyleyen İslam, Yahudilik ve Hristiyanlıkla ortak noktaları bulunsa da onlara önemli eleştiriler getirmiştir. İslam’ın kısa sürede Arap müşrikleri ve Doğu Hristiyanları arasında yayılması rekabet duygusunu daha da güçlendirmiştir (Kalın, 2008:40). Lewis’in ifadesiyle “Tanrı’nın son kelamına sahip her iki din de bu kelamı tüm insanlığa ulaştırmak, yani dinsizleri kendi dinlerine sokmak ve bu arada kendilerine özgü bir ekümen (dünya patrikliği) oluşturma görevini üstlendiklerine inanmışlardır. İki din nihai üstünlük yolunda ilk adım olarak aynı Akdeniz dünyasında yarışmaya girmişler ve bu durum yüzyıllarca sürecek uzun bir cihat, Haçlı Seferi, fetih ve yeniden fetih dönemi başlatmıştır” (2000:86). Bu bağlamda Batı, kendine rakip gördüğü İslam’ı tam ve doğru olarak anla(ya)mamış, ne var ki iki yüz yıldan fazla süren Haçlı Seferleri27 ve yedi yüz yıl süren Endülüs İslam

26 Richard Southern, Hristiyanlığın Yahudi meselesini daha kolay göğüslemiş olmasını,

“Yahudilerin ekonomik ve sosyal olarak daha zor durumda olmalarına” bağlamaktadır (Kumar, 2016:29).

27 Haçlıların İslam hakkında daha güvenilir ve yeni bilgiler getirmesi beklenmesine rağmen, onlar

tecrübesi Batı’ya fayda sağlamamıştır. Orta çağ Batı dünyasının, İslam ve Müslümanlar hakkında ilk elden kaynaklara dayanan, sağlam ve güvenilir bilgiden mahrum olması temel sorunlarından biri haline gelmiştir (Kalın, 2007:39).

Batı’nın Hristiyan teologları, İslam dinini, İslam’ın kendi temel esprisinden çok uzak bir şekilde (Kur’anî çizginin çok dışında) yorumlamış ve bu yorumsamacı paradigma, Batı’da daha sonra efsane haline gelen dinsel polemikler şeklinde pekişmiştir. Bu karşılıklı teolojik polemiklerin temel konulardan biri de Hz. Muhammed’in nübüvveti (peygamberliği) olmuş ve genel olarak Hz. Muhammed’in nübüvveti Hristiyan inançları ve tarih anlayışı doğrultusunda sert söylemlerle reddedilmiştir (Ayğan, 2015:141). Bilhassa 8. ve 10. yüzyıllar arasında Bağdat ve Suriye, Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki zihnî etkileşim ve teolojik polemiklerin yoğun olarak yaşandığı iki önemli merkez olmuştur. Bu dönemin en ünlü Hristiyan polemikçilerinden birisi Emevi saraylarında babası gibi görev yapan, Arapça adıyla Yuhanna ed-Dımeşkî, Latince adıyla Johannes Damascenus olarak bilinen 675-749 yılları arasında yaşamış Şamlı Aziz John’dur (Kalın, 2003:3-5). Arapça’ya Grekçe kadar hâkim Aziz John; Kuran’a ve Müslümanlar arasında dini düşüncenin kaynaklarına ilişkin bilgi sahibi olup, İslam konusunda inceleme yapan ilk Hristiyan düşünürdür. İslamla ilgili olan eseri siyasi bir polemik olmaktan çok, İslam’ın teolojik düzeydeki yanlışlarını çürütmeye yönelik bir girişim şeklinde olmuştur (Hourani, 2001:23).

Aziz John’u önemli kılan, sadece Ortodoks teolojisinin oluşumundaki katkılarından ve 8. yüzyıldaki ikonaklast (Bizans’ta kilise resimlerinin kutsallığını reddeden anlayış) hareketine karşı açtığı savaştan dolayı değil, aynı zamanda “Saracenler”28 olarak bilinen Müslümanlara karşı Hristiyan polemiklerin tarihî

dönmüşlerdir. Ayrıca Müslümanların yaşamlarını, şehvetlerine düşkün ve varlıklı oldukları fikrini de Batı Avrupa’ya taşımışlardır. Haçlıların çizdiği bu İslam imajı, İslâm’ın Batı’da bir kültür ve medeniyet olarak algılanması için yeni bir kapı açmıştır. Böylece, dinî ve teolojik düzlemde sürekli kurgulanan İslam, bir kültür olarak nötr bir değer kazanmıştır (Kalın, 2003:7).

28 Yunanca’da Sarakenoi kelimesinden türeyen bu kavram, Saracen ya da serazen olarak da telaffuz

edilmektedir. Saracen, Roma dünyasının başlarında, ilk üç yüzyılın sonlarında klasik yazarlar tarafından bu dönemin Sina yarımadasında yaşayan Arap kavimlerini tanımlasa da kavram, Orta çağda İslam dinini savunan Arap, Türk veya diğer ırklar için kullanılmıştır. Sonraki yüzyıllarda Hristiyanlar, genel olarak Arap kabilelerini kapsayacak şekilde bu kavramın kullanımını genişletmişler, Halifeliğin kurulmasından sonra da Bizanslılar halifenin tüm Müslüman mahiyetlerini Saracens olarak adlandırmışlardır (Britannica, 2002).

gelişiminde önemli rol oynamasıdır (Kalın, 2003:5). Hristiyan Doğu geleneğinin kilise babalarından kabul edilen ve oldukça da entelektüel donanıma sahip olan Aziz John, hem kendi kültür ve çevresinde hem de muhalif olduğu diğer din ve kültürlere karşı etkili olmuştur. Onun İslam hakkındaki kendine göre yaptığı tanımlar ve yorumlar uzun bir süre Bizans Hristiyanlığında temel yargılar olarak kabul edilmiştir29. Böylece, Aziz John’un fikirleri Şam’dan Kostantinopolis’e servis edilmiş, burada işlenerek ülkenin her tarafına ulaştırılıp, İslam’a karşı toptan bir hareketin temelleri atılmıştır (Yaşar, 2010:65-67).

İslam Peygamberini yalancı peygamber olmakla suçlayan ilk Hristiyan polemikçi olan Aziz John’a göre “İslam’ın kurucusu Muhammed, Yeni ve Eski Ahid ile tesadüf eseri karşılaşmış yalancı bir peygamberdir. Ayrıca sanki Aryan bir keşiş ile karşılaşmış gibi yaparak kendi sapkınlığını planlamıştır.” (Kalın, 2003:5). İlerleyen tarihsel süreçte, Batı Avrupa, ilk kez İslam gücünün meydan okumasıyla karşılaştırıldığında, Hourani’nin de ifade ettiği gibi, nasıl karşı konulacağına dair bir strateji geliştiremeden, ‘gerçek bilgiden yoksun ve tamamı yanlış bir yığın efsane’ üretmiştir. Bu efsaneye göre, Aziz John’un polemiklerinden de hareketle, Müslümanlar yanlış bir üçlemeye tapan putperestler olarak nitelendirilmiş, peygamberlerinin bir büyücü, hatta papa olmak için hırsla karşı koyup isyan ederek Arabistan’a kaçan ve burada kendi kilisesini kuran bir Roma Kilisesi kardinali olarak tanımlanmıştır (Hourani, 2001:25). Dahası Orta çağ Hristiyanlarından İslam aleyhtarı polemikleri yayanlar, daha 10. yüzyılda Hz. Muhammed’i kötüleyen biyografiler üretmişlerdir. Yazarı bilinmeyen I. Haçlı Seferi destanı Chanson d’Antioche’da adlı eserde ortaya atılan bu iddiaları O’Shea kitabında şu şekilde özetlemiştir:

“Kitaptaki polemiklere göre Hz. Muhammet sahte peygamber olmakla kalmıyor, aynı zamanda, mucizeler gerçekleştiriyormuş gibi yapıyordu. Sara nöbetlerini Tanrı’dan esinlenme anları diye yutturan bir şarlatandı. Nöbet sonrası vahiylerini, Yahudilerin ve Suriye’deki Busra’da ondaki potansiyeli

29 Aziz Yuhanna’nın İslam’ın aslında Hristiyanlıktan bir sapış ya da kendi tabiriyle “İsmâilîlerin bir

sapkınlığı” olduğu iddiası, Orta çağ İslâm tasavvurunun niteliğini belirlemiş ve Rönesans sonuna kadar bu alandaki en belirleyici unsur olmaya devam etmiştir. İslam’ın esasında İsmâilîlerin göz boyayıcı bir hurafesi ve deccalın habercisi olduğu şeklindeki teolojik betimlemelerin birçoğu Aziz John’a dayanmaktadır (Kalın, 2003:5).

keşfetmiş olan ve kendisi de zaten bir sapkın olan Hıristiyan keşişin tavsiyelerine göre uydurmaktaydı. Dahası, (Hz.) Muhammet öldüğünde, Peygamberin cesedi dirileceği beklentisiyle dışarıda bırakılmış, köpekler veya domuzlar normal bir leşten daha kötü kokan bu cesetle kendilerine ziyafet çekmiş, geriye sadece ayaklarını bırakmışlardı. Bunun üzerine çok kederlenen (Hz.) Muhammet’in takipçileri, cesedinden ne kaldıysa hepsini metal bir kutuya koymuşlar, gizlenmiş mıknatıslar vasıtasıyla kutunun havada asılı durmasını sağlayarak saf insanları kandırmışlardı. Kâbe’nin üzeri siyah kumaşla örtülü, kutuya benzeyen binanın içinde duran da işte buydu.” (2011:303).

Ne var ki, Orta çağdaki bu iddiaların, sonraki yüzyıllara güçlü miras olarak kalması bir yana, o dönem etkisi görece sınırlı olmuş ve var olan yazın, içerik bakımından da yoksun kalmıştır (Mertcan, 2007:18). Yine de Dımeşki’den yüzyıllar sonra teolojik yargılamalarda bulunan İslam karşıtı yazılara, İslam’ın öğretileriyle ilgili bazı olumsuz yargılar da eklenmiştir. Bunlardan birisi de 13. yüzyılda yaşayan ve İslam karşıtı yargılara yer verirken Hz. Muhammed hakkında olumsuz nitelemelerde bulunan Thomas Aquinas’dır. Aquinas, İslam peygamberinin herhangi bir hakikat getirmediğini, ilahi ilhamın kanıtı olarak tek bir mucize bile gösteremediğini, başlangıcından beri Hz. Muhammed’in herhangi bir hikmet sahibi ya da eğitimli taraftarı olmadığını iddia etmiştir. Kitab-ı Mukaddes’ten delillerin de Hz. Muhammed’e şahitlik etmediği, hatta onun Kitab-ı Mukaddes öğretilerini bozduğu iddiasını da ekleyen Aquinas’a göre Hz. Muhammed, bu kutsal metinleri kendi taraftarlarına bile okumayı yasaklamış ve böylece kendi hata ve çelişkilerinin ortaya çıkmasını engellemek istemiştir. Bütün bunlardan dolayı onun sözlerine inanmanın gerçekten zor olduğunu savunmuştur (Akt: Olgun, 2008a:36-37). Benzer görüşleri 1243-1320 yılları arası yaşayan Dominikenlerin papazı olan Monte Croce’lu Ricoldo da savunmaktadır. Ricoldo, Kuran’da metot, muhteva, doktrinler ve surelerin düzensiz kompozisyonu gibi çelişkilerin mevcut olduğunu iddia etmiştir. Diğer taraftan Ricoldo, Müslümanlarla görüşmelerinde tercüman kullanmamak, kendini kutsal kitap metinlerini anlamaya vermek, aşk, şevk ve metanet içinde yaşamak gibi prensiplerinin olduğunu açıklamıştır (Erbaş, 1998:133).

Yukarıda bahsi edilen bu Hristiyan teologlarının İslam üzerindeki yargıları, Avrupa’da 12. ve 13. yüzyıllarda oluşturulan çarpık İslam imgesini temsil etmektedir. Genel olarak bakıldığında, Orta çağ’ın İslam imgesinin modern, tarafsız bilimin İslam imgesinden farklılaşmakta ve başlıca dört noktada toplandığı görülmektedir. Bunlar; (a) İslam dininin yalan ve gerçeğin bilerek saptırılması; (b) şiddetin ve kılıcın dini olması; (c) zevk ve sefa dini olması ve (d) Muhammed’in deccal olması şeklinde sınıflandırılmaktadır. Bunlar, uygun ve çelişen bir Katolik Hristiyan dünyası imgesinin boyutlarını örtük olarak içermektedir (Watt, 2013:111- 116). Firestone’un da belirttiği gibi aslında bu durum yeni ortaya çıkan dinlerin, her zaman kurulu dinin kavgacıları tarafından nihayetinde bir tehdit olarak görülmesinden kaynaklanmış, yeni dinler kendilerine karşı gelen kurulu dine yönelik kızgınlıklarını tipik olarak kutsal metinlerinde kaydetseler de asıl çatışmanın üstünden çok zaman geçse bile düşmanlıklarını ve şüpheciliklerini sürdürmüşlerdir (2010:48).

Batı Avrupalılar, kendileri hakkında çarpık İslam imgesi üzerinden düşündükleri için bu imge, bir “Batı Avrupa imgesi” olarak da adlandırılabilir. Çünkü Hristiyanlığın tamamen doğru olduğu ve insanlara rasyonel manada çekici geldiği savunulmuş ve Hristiyanlık insanları ikna yoluyla Hristiyanlığa döndüren bir barış dini ve bütün bedensel arzuları körelten bir çilecilik dini olarak sunulmuştur (Watt, 2013:116). Oysa 14. yüzyıldan sonra Hristiyanlık, Batı dünyasındaki gücünü kaybetmeye başlamıştır. Bu bağlamda ruhban sınıfının dışında kalan ve Hristiyanlığın geleneksel İslam eleştirilerini artık önemsemeyen pek çok kimse, İslam’a, Hristiyanlığın teolojik ve coğrafi sınırlarının ötesinde kayda değer bir kültür ve medeniyet havzası olarak atıfta bulunmakta bir sakınca görmemiştir. Fakat İslâm medeniyeti, Hristiyanlığın tek doğru ve evrensel hakikat olduğu yönündeki iddiasını reddetmek için Batı Avrupa’da Hristiyanlığın karşısına bir örnek olarak konulması, Rönesans Avrupası’nın İslâm hakkındaki tutumunu izah etmede yardımcı olmaktadır. Rönesans İslâm’dan bir din olarak nefret etmiş, fakat bir medeniyet olarak ona hayranlık duymuştur (Kalın, 2003:7).

Avrupa’da 15. yüzyılda meydana gelen Rönesans ve akabinde Reform hareketleri, Avrupa’nın kendi içsel din anlayışı ve pratiklerinde değişimlere yol açmıştır. Başlangıçta bir dizi kanun ya da tüzüğün yeniden düzenlenmesi anlamına

gelen reform kavramı, Orta çağ teologları için felsefi bir tanım ortaya koymaktadır. Reform, anlamsal olarak bir şeyin biçimi, temel niteliği olup, bir şeyi düzeltmek, onu gerçek özüne geri getirmektir. Başlangıçta olması gerektiği şeyleri kurtarmak olan reform, bu bağlamda Kiliseyi yeniden biçimlendirmek, onu cennet hiyerarşisine uygun hale getirmeyi amaçlamaktaydı. 15. yüzyılın sonundaki ‘kilisede reform’ vizyonu temelde muhafazakâr ve idealist bir düşünce olup, o dönemde neredeyse herkes, kilisenin reformunun gerekli ve arzulanan bir şey olduğunu düşünmüştü (Cameron, 1991:44). Diğer bir deyişle, İzzetbegoviç’in de ifade ettiği gibi, Hıristiyanlıktaki reformasyon, dar anlamda dinle alakalı olmayıp, Hristiyanlığın bilinen ve tanınan normlarının kendi aslî manasına dönmeleri için bir talepti ve bu talep çok güçlü ahlakî ve toplumsal yenilenmeyi harekete geçirmişti (2007:107). Bu hareketlenmelerin nedenleri arasında Rönesans’ın etkisiyle ortaya çıkan Orta çağ skolastik düşünce ve felsefenin eleştirilmesi, Katolik Kilisesi’ndeki bozulmalar ve endülüjans gibi sorunlar yer almaktaydı. Ayrıca reforma yol açan nedenlerden sosyal ve ekonomik sebeplerin yanı sıra, bütün Orta çağ boyunca devam eden kilise ve devlet mücadelesinde, kilisenin üstünlüğüne karşı cephe alan siyasi yöneticilerin varlığı da önemli bir rol oynamıştır (Güriz, 1968:245).

Reform neticesinde Hristiyanlıktaki teorik ve pratik dönüşüm bir yana bırakıldığında, kilisenin siyasal teolojisi ile mücadele içine giren Batı düşüncesinde İslam’a ve onun peygamberine yönelik yaklaşımların ne olduğu daha önem arz etmektedir. Rönesans ve Aydınlanmanın da etkisiyle, Batı entelektüel dünyasında İslam ve Hz. Muhammed’le ilgili farklı yorumlar yapılmaya başlanmıştır. Aziz John’dan başlayıp 16. yüzyıla uzanan süreçte İslam’a dair tek tip ve olağan bilgiler artık çatallaşmaya başlamış, öyle ki Batı düşüncesinde Hz. Muhammed ve İslam algısı birçok iç tartışmanın da konusunu oluşturmuştur. Bu dönemden itibaren entelektüel düşünce kilise otoritesi ile çatıştığı için, İslam ve Hz. Muhammed hakkındaki kanaatler de değişmeye başlamıştır (Korkut, 2008:19)30. Bir başka

30 Bu kanaatlerin oluşmasında temel etkenleri Rodinson şöyle sıralamaktadır: (1) Hristiyan

Avrupa’nın birleşmek suretiyle büyüme planı gevşemesi ve yerini ulusalcı siyasi projelere bırakması, (2) Rönesans’la kilisenin otoritesindeki zayıflaması sonucu kutsal savaş propagandası ve dolayısıyla Haçlı Seferleri’nin sona ermesi, (3) Ciddi bir tehdit unsuru olan Moğolların Avrupa’ya girmesi. Bu faktörler, Avrupa’dan öte toprakların ve İslamiyet’ten başka tehditlerin var olduğunu göstermiştir (Rodinson, 2002a: 24-27).

ifadeyle, 18. yüzyılda, Rönesans, Reform ve akabinde Aydınlanma’nın da etkisiyle pek çok yazar Orta Çağ’ın peşin hükümlerini bırakmış ve bu dönemde Batı’nın Müslüman Doğu’ya bakışı olumlu olmuştur31. Ne var ki bu durum, 19. yüzyıla gelindiğinde değişmiş (Rodinson, 1983:57), Batı düşüncesinde Hz. Muhammed’i tahkir ve aşağılama geleneği aynı şekilde devam etmiştir (Korkut, 2008:19).

Avrupa gücünün bütün dünyaya yayıldığı 18. ve 19. yüzyıllarda roller değişmesine rağmen Avrupalılar, Müslümanları kendi imparatorluklarının güvenliği için bir tehlike olarak görmeye devam etmişlerdir. Bu minvaldeki olgu ve düşünceler, İslam dünyasına karşı Batı’nın tutumunu şekillendirmiş ve onların çoğunda sürekli bir karşıtlık ve İslami yaşam görüş ve biçimine empati duyma konusunda bir isteksizlik yaratmıştır. Ayrıca, bu dünya görüşünün ortaya koyduğu kendine özgü uygarlık, başlı başına değerlendirilmek yerine, Avrupa kimliğinin belirlenmesi ve Avrupalı başarısının ölçülmesi için bir ayraç olarak kullanılmıştır (Robinson, 1986:12).

19. yüzyılın ortalarından itibaren, Avrupa’nın Doğu hakkındaki görüşünü belirleyen en önemli olgu emperyalizm olmuştur (Rodinson, 1983:68). İslam hakkında Orta çağda yaratılan gerçek dışı İslam tasavvuru, bu süreçte yeniden tedavüle girmiş ve Avrupa’da bulunan çeşitli ideolojik ve siyasî güçlerin menfaatlerinin lehinde kullanılmıştır. Bu siyasi ve ideolojik güçler, İslam haricindeki bütün meselelerde birbiriyle ihtilaf halinde iken, mevzu İslam ve Müslümanlara zarar vermek olduğunda her zaman hemfikir olmuşlardır. Emperyal devletler doğuya yönelik kendi işgal ve yağma seferlerini burada, barbarlar arasında medenileştirme amacı olarak göstermişlerdir (İzzetbegoviç, 2007:23). Fakat, 19. yüzyıldaki büyük Avrupa yayılımı sırasında, Müslümanlar Avrupalıların bütün yeryüzünü ele geçirme çabalarına karşı en güçlü direnişi göstermişler ve bu nedenle Avrupalılar “İslam’ın bir şiddet dini olduğu” imgesine yeni bir geçerlik

31 Bu konuda Rodinson birçok örnek vermektedir. Mesela Richard Simon (1638-1712) ve A. Reland

gibi isimler İslam dinini, İslami kaynaklara dayanarak tarafsız bir şekilde ele almışlardır. İslam’ın insafına hayran olan Filozof Pierre Bayle, 1697’de yayınladığı kamusunun ilk baskısında Hz. Muhammed’in hayatını olduğu gibi anlatmış, diğer baskılarda da yeni eserlerden yararlanarak Hz. Peygamberin hal tercümesini zenginleştirmiştir. Yine Bayle’e benzer şekilde Hz. Muhammed’in hayatını 1730’da kaleme alan bir diğer isim de Boulainvillers’li Henri olmuştur. George Sale (1697- 1736), Kuran-ı Kerim’in İngilizce tercümesini 1734 yılında yayınlamıştır. Edward Gibbon (1737- 1794) ise insanlığın kültür ve fikir tarihinde İslam dünyasına geniş yer ayırmıştır (Rodinson, 1983:51-52).

kazandırmışlardır. İskoç asıllı İngiliz şarkiyatçısı ve İslâm tarihçisi Sir William Muir (1819-1905), “Muhammed’in kılıcı ve Kuran’ın, uygarlık, özgürlük ve doğruluğun dünyanın şimdiye kadar tanıdığı en inatçı düşmanları” olduğuna inandığını belirtmiştir (Robinson, 1986:13).

Sir William’ın İslam’ı bir şiddet dini olarak tanımlamasının izlerine, bir asır sonra Hristiyan Katolik aleminin ruhani lideri Papa 16. Benedict’in, 12 Eylül 2006 tarihinde Almanya’da Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada rastlanmıştır. Papa konuşmasında, önceki söylemlere benzer şekilde, İslamiyet’i bir “şiddet dini” olarak tanımlamış ve “Hristiyanlık’ta Tanrı ve akıl arasında ayrılmaz bir bağ var. İslam’da Tanrı o kadar soyut ki akıl ile Tanrı arasında bu bağ yok. İslami cihat akla ve Tanrı’ya karşıdır” demişti. Konuşmasında Kuran’a atıfta da bulunan Papa 16. Benedict, “Dinde mecburiyet yoktur” diyerek bu ifadelerin (Hz.) Muhammed’in güçten yoksun olduğu ve tehdit altında bulunduğu ilk dönemlerine denk geldiğini belirtmişti. Papa bu sözlerini, 1350-1425 yılları arasında yaşamış olan ve Batı tarihinde Türklere karşı verdiği mücadelelerle anılan Bizans İmparatoru Manuel II. Paleologos’un sözleriyle desteklemiş ve Bizans İmparatoru’nun bir İslam alimine söylediği şu sözleri aktarmıştı:

“Bana Muhammed’in getirdiği yenilikleri göster... Sadece kötü ve insanlık dışı şeyler bulacaksın. Tıpkı vaaz ettiği dinin kılıç gücü ile yayılması emrini verdiği gibi... Dine davet için, şiddet ve tehdit yerine, iyi konuşma kapasitesi ve doğru akıl yürütme gerekir...” (Sabah, 2006).

Kısacası İslam, modern Batılı değerlerle uyuşmayan geri, çağdışı, uzlaşmaz, fanatik ve çatışmacı, özgürlük düşmanı, kadın karşıtı, diktatörlüğü yücelten bir din olarak görülmektedir. Müslümanlar hiçbir şey yapmasa bile bir din olarak İslam’ın bu olumsuz özellikleri başlı başına tehdit ve korku oluşturmada yeterlidir. Dolayısıyla İslam ve Batı çatışması -felsefi bir ifadeyle- tözsel ve kaçınılmazdır. İslam’ın teolojik rekabetin tarihsel ve düşünsel olmaktan çıkarak sıklıkla politik arenaya sıçraması ve iktidar mücadelelerinde bir koz ya da gerekçe olarak kullanılması, İslam dünyasının olgusal bir gerçeğidir (Evkuran, 2010:167-169). Tabi bu olgusal gerçeğin arka planını öncelikle teolojik faktörler oluşturmaktadır.