• Sonuç bulunamadı

2.2. Öteki ve Ötekileştirme

2.2.3. Avrupa’nın Ötekisi Olarak İslam ve Müslümanlar

İslam ve bu dinin mensupları Müslümanlar, ortaya çıktığı günden beri Hristiyan Avrupası için sürekli bir sorun olmuştur. Birinci bölümde de bahsedildiği gibi 7. ve 8. yüzyıllarda Müslümanların Avrupa’ya doğru başlattığı fetih hareketleri ve İspanya’ya kadar ilerlemeleri karşısında, Hristiyanlar da karşı bir saldırı olarak Haçlı Seferlerini başlatmıştır. İspanya’daki son İslam Devleti 15. yüzyılın sonlarında yıkılsa da Osmanlılar İslami yayılmacılığa öncülük etmiş ve 17. yüzyıl sonlarında Osmanlılar Viyana’yı kuşatacak duruma gelmiştir. Bugün her ne kadar

Müslümanlar, Batı karşısındaki zayıf olsa da Avrupa’nın İslam’a dair bir korku ve endişe beslemesinde, Osmanlı’nın Avrupa’nın kapılarına kadar dayanmasının travmatik etkilerinin bir yansıması olduğu söylenebilir.

Müslümanların günümüzde öteki olarak tasvir edilmesindeki algılar, daha geniş bir ötekileştirme geleneği üzerine, bilgi dünyaları, gerçekler, öznel-bireyler arası etkinlikle temel bir hava içerisinde inşa edilmektedir. Merkezi bir bakış açısı, bunları ortaya çıkararak doğallaştırmaktadır (Creutz-Kämppi, 2017:306). Bu bakış açısı, ötekinin varlığını bilme ihtiyacını doğurmuş ve bu ihtiyaç her zaman vurgulanmış ve vurgulanmaktadır. Bu vurguya rağmen diğer halklar, uluslar, bölgeler ve kültürlerin ancak bir takım ampirik verilerin toplanmasıyla ötekinin bilinebileceği varsayılmış ve bu varsayım egemen bir üretim biçimi olarak kabul edilmiştir. Çünkü geçmişten bugüne gündem; bir taraftan kültürlerarası farklılıkları ve benzerlikleri keşfetmek için öteki kültürleri egemen bilimsel söylemlerin içerisine yerleştirmek (ki bu, Batı evrenselliğinin yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir), diğer taraftan da tarihsel gelişmenin gidişatını ilerleme olarak tanımlamak ve bu ilerlemenin temel taşıyıcı gücü rolünü modern Batılı Avrupa kimliğine vermek olmuştur (Keyman, 1999:72). Avrupamerkezli bu bakış açısının öteki’ye yönelik tanımlamaları normal bir seyir içerisinde doğallaşmaktadır.

Avrupalı ve Müslüman halklar arasındaki gerginlikler ve çatışmalar çoğunlukla iki din, Hristiyanlık ve İslam arasında ya da Batı ve Müslüman olan iki uygarlık arasında bir mücadele olarak tanımlanmıştır (Waardenburg, 2008:1). Tarihsel süreç boyunca sürekli karşı karşıya gelseler ve bu çatışmalar yüzünden birbirlerine uzak dursalar da temelde farklı biçimlerde birbirlerine bağlı olan Müslümanlar ve Hristiyanlar birbirlerini sorgulamış ve her iki taraf da diğerinin iddialarını çürütmeye çalışmıştır. İslam inancına göre Hz. İsa, “peygamberler halkasının sonu” olan Hz. Muhammed ile zirveye ulaşan hak peygamberlerden biri olup, mesajı Hz. Muhammed ile aynılık taşıdığı için Müslümanlar, Hristiyan inancıyla ilgili fazla bir şey söylememiştir. Peygamberlerini Tanrı yerine koyarak ve onun çarmıha gerildiğini kabul eden Hristiyanlar ise; Müslümanların da kendileri gibi tek Tanrı’ya inanmasına rağmen onlar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul edememişlerdir. Hz. Muhammed’in öğretisinin, Yeniden

Doğuş ve Çarmıha Gerilme, Teslis ve Günah Çıkarma gibi Hristiyan doktrinlerini reddediyor olmasının bunda payı olmuştur (Hourani, 1996:26-27). Hristiyanların İslam’a ve Hz. Muhammed’e dair reddiyeleri, Müslümanlara yönelik betimlemeleri ile onlara karşı tutum ve davranışları değişik aşamalardan geçmiştir. Hatırlanacağı üzere İslamofobinin felsefi temellerinde Batı düşüncesi; Klasik Yunan, Orta çağ

Hristiyan, Modern Batı ve Çağdaş Batı düşüncesi (Küçükalp ve Cevizci, 2010:8)

olmak üzere dört dönemde incelenmişti. Bu dönemselleştirmeden hareketle, Batı felsefesindeki İslam anlayışı, Batı’nın İslam ve Müslüman algısını etkilediğinden, Batı’daki İslam algısı ve Müslümanların imajı da benzer bir dönemselleştirme altında incelenebilir. Bu bağlamda -tarihsel perspektif içerisinde- geleneksel ve

modern dönem ve bunlara bir de günümüzdeki algıyı daha iyi anlatan postmodern

dönemi eklemek, İslam’a dair algının değişen konjonktürle beraber İslam/Müslüman imgesinde meydana gelen değişimleri anlamayı ve anlatmayı kolaylaştıracaktır.

Geleneksel dönem ya da ilk dönem olarak incelenecek zaman dilimi, İslam’ın ortaya çıktığı dönemden başlayıp, Reform hareketleri neticesinde Avrupa’daki dini ve dünyevi değişimin çağı olan 16. yüzyıla kadarki dönemi kapsamaktadır72. Çünkü ilk dönem İslam, Hz. Muhammed ve Müslümanlara ilişkin yazılanlar, 16. yüzyıldan sonra Reform, sömürgecilik faaliyetleri, bir bilim dalı olarak oryantalizm ve 19. yüzyıl sonrası yaşananlar içerik olarak temelde aynı olsa da kısmen değişiklik göstermiştir. Bugün hiç kimse Yuhanna Ed-Dımaşkî’nin İslamla mücadelesi gibi reddiyeler yazarak teolojik bir mücadeleye girmemesine rağmen -van Bommel’ın ifade ettiği gibi- Haçlı Seferleri, kolonyalizm ve yeni- sömürgecilik gibi faaliyetler sadece Müslüman dünyasının iç yapısını belirlemekle kalmamış, aynı zamanda bu iki dünyanın birbirleri hakkındaki imajlarını da önemli ölçüde etkilemiştir (2005:265). Bu gelişmelerin yaşandığı modern dönem, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadarki süreci ifade ederken (Selçuk, 2011:79), postmodern

dönem ise 20. yüzyıldan sonraki sürece karşılık gelmektedir. Çünkü bu postmodern

dönemde Müslümanlar, Avrupa’nın din ve etnisitesinin şekillenmesinde, fetihlerle

72 İslamofobinin Felsefi Temelleri’ndeki dönemselleştirmede, Orta çağ felsefi dönemi M.S. 5. ve 6.

yüzyıllar ile 15. ve 16. yüzyıllar arasını kapsadığından (Tuğcu, 2000:195), bu döneme kadarki süreç Geleneksel Dönem olarak ifade edilmektedir.

değil ama iş gücüyle önemli bir rol oynamıştır ve oynamaktadır. Günümüzde 500 milyonu aşan Avrupa nüfusunun yaklaşık %5’i Müslümandır. 2017 verilerine göre Fransa’da 5,7 milyon Müslüman (ülke nüfusunun %8,8'i) ve Almanya’da 4,9 milyon (ülke nüfusunun %6,1’i) kadar Müslüman vardır. Avrupa kamusal alanındaki Müslümanların bu kadar görünür olması, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı denilince akla ilk gelen Avrupalıların -hepsinin değil belki ama- Müslümanlara yönelik pozitif bir tutum içerisinde olmadıkları söylenebilir.

Öncelikle İslam’ın yayılmaya başladığı ilk dönemlere bakıldığında, Arap yarımadasının dışına çıkan Müslümanların, Bizans ve İran’ın hâkim olduğu bölgeleri fethetmesiyle, bu bölgede yaşayan Doğu Hristiyanları (Süryaniler, Nestûriler, Yakûbiler ve Melkitler vb.), kendilerini fetheden bu oluşumu anlamaya çalışmışlardır. Hristiyan gruplara mensup yazarlar ilk dönem eserlerinde Arapları dinsel değil, etnik açıdan tanımlamışlardır. Başlangıçta, sadece dünyevi güç açısından bir yer değişimi gibi görülen ve bu nedenle etnik kavramlarla ifade edilen Arap fetihleri, 7. yüzyılın sonu ve 8. yüzyılın başından itibaren dinsel bir olgu olarak görülmeye başlanmıştır (F. Aydın, 2011:20-23). Bir başka deyişle, 650-750 yılları arasında Arabistan’da ortaya çıkan bu oluşumu anlamaya çabalayan Hristiyanlar, bu oluşumun ekonomik, askeri, siyasi ve teolojik sebepleri hakkında akıl yürütmüşlerdir. Kimi kaynaklarda Hz. Muhammed; askeri bir komutan, ticaret adamı, kral, monoteizmi yeniden canlandıran birisi, kanun koyucu ve bir de sahte peygamber olarak geçmektedir (Korkut, 2008:9). Doğu Hristiyanlarının Müslümanlarla karşılaşıp onları etnik olarak tanımlamalarına benzer bir süreci de Batı Hristiyanları yaşamıştır. 8. yüzyılda Endülüs Emevileri’nin hakimiyetiyle tanışana kadar onlar da Müslümanları; Araplar, Türkler, Moorlar, Sarazenler gibi etnik olarak tanımlamışlardır (F. Aydın, 2011:24). Fakat bu etniğe dayalı anlama çabası Batı Hristiyanları arasında da fazla uzun sürmemiştir.

Çalışmanın ilk bölümünde yer alan İslamofobiyi Besleyen Nedenler’den Teolojik Etmenler başlığı altında da daha önce bahsedildiği üzere, İslam-karşıtı Hristiyan geleneğin gerçek kurucusu olarak kabul edilen Yuhanna Ed-Dımaşkî, kendinden sonra gelenler açısından da lider olmuştur. Doğu Hristiyanlarından olan Dımaşkî; İslam, Hz. Muhammed ve Müslümanlar için yaklaşık bir düzine tanım ve

tasvir ortaya atmıştır. Bunlar şu şekilde özetlenebilir: (1) Müslümanlar putperesttir. (2) Muhammed (Mamed) deccalın öncüsü, sahte bir peygamberdir. (3) İslam, Hristiyan bir sapkınlıktır (heretic). (4) Kur’an Muhammed’in kendisinin kaleme aldığı ve Tanrı tarafından kendisine verildiğini iddia ettiği bir metindir. (5) Muhammed’in geleceği hususunda önceki peygamberlerin bir müjdesi yoktur. (6) Muhammed hiçbir mucize göstermemiştir. (7) Muhammed, cinselliğe düşkün biridir ve bu özelliğini meşrulaştırmak için Kuran’ı kullanmıştır. (8) İslam’da dünyevi zevklerle dolu bir cennet vaadi söz konusudur. (9) Muhammed’in getirdiği yasa ilahî değil, şeytani bir yasadır. (10) Hristiyanlık mucize ve davetle, ikna yoluyla yayılırken; İslam ise kılıçla ve insanlara vaat ettiği dünyevi menfaatler sayesinde yayılmıştır (F. Aydın, 2011:34-40). Hz. Peygambere yönelik bu ithamlar ile Kuran-ı Kerim’in öğretilerine itirazlar ve reddiyeler Dımaşkî’nin müritleri tarafından Doğu Roma’nın başkentine servis edilerek, İslam’a yönelik psikolojik, siyasi ve askerî açıdan motivasyon kaynağı oluşturmuştur (Yaşar, 2010:270). Orta çağın başlarından ortalarına kadar bu İslam/Müslüman imgesi sürmüştür.

12. ve 13. yüzyıllara gelindiğinde Avrupa’da oluşturulan çarpık İslam imgesini Watt, başlıca dört boyutta ele almaktadır. Bunlar: (1) Yalan ve hakikatin bilerek saptırılması olarak İslam. (2) Şiddet ve kılıcın dini olarak İslam. (3) Zevk ve sefa dini olarak İslam. (4) Deccal olarak Muhammed. Watt’a göre bu imgeler, çelişen bir Katolik Hristiyan dünyası imgesinin boyutlarını örtük olarak içermektedir. Batı Avrupalılar, kendilerini bu çarpık İslam imgesi çerçevesinde düşündüklerinden, bu örtük imge aynı zamanda bir “Batı Avrupa imgesi” olarak da adlandırılabilir. Hristiyan teologlar Hristiyanlığı, tamamen doğru olan, insanlara akli olarak çekici gelmeyen, insanları ikna ederek onları Hristiyanlığa döndüren bir barış dini ve bütün bedensel arzuları körelten bir çilecilik dini olarak tasvir edilmiştir. Bu imge, hiçbir zaman açık bir şekilde dile getirilmese de İslam imgesinde içkindi (Watt, 2013:111-116).

15. yüzyılda İstanbul’un fethine kadar giderek artan İslam-Hristiyan kültürel mücadelesi, fetihten sonra Avrupa’ya kaymıştır (Yaşar, 2010:270). Avrupalı entelektüeller, bu dönemden itibaren İslam, Doğu/Şark ve Müslüman kimliği ile ilgili daha geniş ve çeşitli bir bakış açısı edinmeye başlamışlardır.

Oryantalist bakış açısı çerçevesinde Doğu’ya bir medeniyet olarak bakılsa da Doğu ve Doğulu tasvirleri bu bakış açısında önemli rol oynamıştır. Öyle ki Batı’nın popüler düşüncesinde; Doğu, bir harikalar diyarı; Doğulu/Şarklı, zalim, şehvet düşkünü ve Berberler ilkel, şiddet düşkünü olarak tasarlamıştır. Batı, tüm bu Doğu tasvirlerine, İslami bir kılıf geçirmiş ve böylece ortaya; fanatik biçimde dindar, saldırgan, basit fikirli insan figürleri çıkmıştır (Cuayyıt, 1995:28). Sonraki süreçte bu figürler, temel ithamlar çerçevesinde zamana ve zemine uyarlanarak ve modernliğin tüm imkanları kullanılarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Günümüzdeki sorunların bunlardan ayrı düşünülüp değerlendirilmesi de pek mümkün görünmemektedir (Yaşar, 2010:270).

Modern dönem olarak kategorize ettiğimiz 16. ve 17. yüzyıllarda Batı, dini açıdan İslamla savaş halinde olmasa da dogmatik geçmişini aşmaya yönelmemiş ve Hz. Muhammed’in peygamberlik hakikati konusundaki eski düşüncelerini devam ettirmiştir. Hristiyanlar, teolojik bir rakip olarak görmekten vazgeçtikleri İslam’ı bu kez insanlığın manevi yöneliminde yeri olmayan ilkel bir din olarak görmeye başlamıştır. Bu düşünce, modern dönem boyunca Batı’nın İslam’a yönelik negatif tutumunun en güçlü kaynağını temsil etmiştir (Cuayyıt, 1995:27). Bu dönemlerde Osmanlı’nın rotasını Avrupa’ya çevirmesi, Avrupa’da Türk korkusunu da başlatmıştır. Hatta bir dönem Türk ve Müslüman kelimeleri aynı anlamda kullanılmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere Müslüman Osmanlı ile Hristiyan Batı ilişkilerinde, “din” olgusu ön plana çıkmıştır (Kanar, 2016:254).

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Hz. Muhammed hakkında olumlu türden çalışmalar yapılsa da öte yandan onu tahkir eden ve aşağılayan faaliyetler de devam etmiştir (Korkut, 2008:40). Bu dönemde Avrupa’nın, Avrupalı olmayanlara (özellikle Müslümanlara) bakış açısını da teşkil eden kavram emperyalizm olmuştur. Etnosentrizm ile yabancı hakimiyeti haklı gösterilmeye çalışılırken, Avrupalı olmayan tüm dünya, değer kaybına uğratılmıştır. İslam’ın saldırganlık taşıdığına ilişkin izlenim korunmuş, İslam yobazların sığınağı olarak sunulmuştur (Cuayyıt, 1995:30).

Geleneksel dönemde -Ed- Dımaşkî’nin reddiyelerinde de olduğu gibi- “İslam’ın bir kılıç dini olduğu” söylemi, modern dönemde (değişen teknolojinin de

etkisiyle) yerini daha çok “İslam’ın bir şiddet dini olduğu” söylemine bırakmıştır. Postmodern dönemde ise “Müslüman” ve “terörist” kavramları birlikte kullanılır hale gelmiştir. İslam’ın bir kılıç dini ya da şiddet dini olduğu söylemlerinde özne “din” iken, postmodern dönemdeki “terörist” kavramı, özneyi İslam’dan Müslüman’a kaydırmıştır. Genel olarak “şiddetin, İslam’ın ayrılmaz bir parçası olduğu” önyargısı, Moss’un da ifade ettiği gibi “Müslümanları, Batı kolektif bilincinde nefret, şiddet ve aşırılık ile kategorik olarak ilişkilendirilen tek grup” yapmıştır (2017:197). Batı düşüncesine göre temel mesele, sekülerleşme söyleminin merkezindeki akılcı ve aydınlanmış bir toplum olarak Avrupa ile irrasyonel ve geri kalmış bir kolektif olarak İslam arasındaki ikilemden kaynaklanmaktadır. Bütün ötekileştirme söylemlerinde olduğu gibi Müslümanlar kitleler halinde temsil edilmekte, aydınlanmış Batı’nın madunu ve İslam’ın geri kalmışlığı hakkındaki ifadeler, sömürgeci söylemden biraz daha tehdit edici olmakla birlikte benzerlik göstermektedir. Ancak İslam, şiddet söyleminde olduğu gibi fiziksel bir tehdit olarak değil, doğru değerlere yönelik bir tehdit olarak, yani ideolojik bir tehdit olarak sunulmaktadır (Creutz-Kämppi, 2017:303). Böylece “Batı medeniyeti gözünü Avrupalı ve Batılı olmayana çevirdiğinde körleşmekte, ötekini gözlemlediğinde, kendi algılarının ve öngörülerinin bir neticesi olarak basiretini kaybetmekte, sadece ötekini tahrip etmekle kalmayıp kendi kaygı, korku ve endişelerinden yeni bir öteki inşa etmektedir.” (Serdar vd., 1997:86).

Batı’da yüzyıllardır süregelen ve değişmeyen tek şey; İslam’ın Batıyı tehdit ettiği önyargısıdır (Gökçe ve Gökçe, 2015:10). Halbuki büyük istilalar devri kapanmış olmasına rağmen, Avrupa’ya akın eden fetihçi bir İslam’ın korkusu bugün canlılığını hala korumaktadır. Müslümanların varlığıyla yüz yüze gelen Avrupalıların değişmeyen korkularının arkasındaki tek şey ise İslam’a dair olumsuz algıdır. Kimi Avrupalılar kendi ülkelerine yabancılaştıklarını söylerken, bazıları da kendilerini evlerinde gibi hissetmediklerinden şikâyet etmektedirler. Ayrıca, kiliselerin boşaldığı Avrupa’da İslam’a giren Hristiyanların arttığı da göz önünde bulundurulursa, Müslümanların örf ve adetleri tehdit olarak görülmektedir. Bu durum, Avrupa’da edebiyat ve sanat alanlarında İslam’ın yergili ve aşağılayıcı görüntü ve temsillerinin akımına uğramakta, bu da eski Müslüman göçmen- yeni

Avrupalı kentlileri rencide etmektedir (Göle, 2015:130). Fakat Avrupa’nın Müslümanları ve İslam’ı yeren temsillerinde, onların Batı dünyası ile uyumlu olmadığı düşüncesinin de etkisi vardır (Gökçe ve Gökçe, 2015:10). Bunun nedenlerinden birisi İslam’ın “geri kalmışlık” ile bağdaştırılmasıdır. Buna göre Avrupalı, kendi toplumuyla kıyasladığında Müslüman toplulukları geri kalmış olarak görmekte; Batı, insan hakları, cinsiyet eşitliği gibi “modern kültürün” getirileriyle Müslüman topluluklardan farklılaşmaktadır. Bir diğer İslam/Müslüman algısı da kadının ikinci sınıf kabul edildiği görüşüdür (Göknel, 2015b:72-73).

Avrupa’da İslam’a ve Müslümanlara yönelik geri kalmışlık, kadının ikinci sınıf muamelesi gördüğü, şiddet ve terör dini olması gibi olumsuz tanımlamalar özellikle medya aracılığı ile sürekli dolayımlanmaktadır. Onlara yönelik bu negatif algı, Müslümanların gündelik yaşam pratiklerinde de karşılarına çıkmakta ve onları zorlamaktadır. Mesela İtalya, İspanya ve Belçika gibi birçok Avrupa ülkesindeki Müslümanlar, iş ararken, iş başında, bir ev veya bir daire kiralamak veya satın almak istediğinde, sağlık personeli tarafından, sosyal hizmet personeli tarafından, okul personeli tarafından, bir kafe, restoran veya barda hizmet beklerken, alışveriş için bir dükkâna girerken ve banka hesabı açmaya/kredi almaya çalışırken, kısacası sosyal hayatın her alanında en yüksek ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar (Taras, 2013:428). Tabi bu durum, Kuzey Afrikalılara, Araplara ya da varoşlarda yaşayanlara karşı ırkçı bir tutum olmakla kalmamakta; İslam’a olan fobiyi de yansıtmaktadır. İslamofobi, bu noktada ırkçılık ve yabancı düşmanlığının geleneksel biçimleriyle suç ortaklığı yapıyor olmasına rağmen, onlardan bağımsız bir tavır sergilemektedir (Geisser, 2010:15).

Tüm bu örnekler, postmodern dönemde Avrupa’da Müslümanların gündelik yaşam pratiklerinde karşılaştıkları ötekileştirici eylemlerden bazılarıdır. Günümüzde Müslüman toplumları, Batı’nın Doğu’su ya da Avrupa’nın ötekisi konumuna gelmişlerdir. Daha önce de belirtildiği üzere Müslümanlığın Hristiyanlık karşısında bir rakip olarak görülmesi, özellikle Müslümanların Avrupa’da ötekileştirilmesine, İslamofobik tutum ve davranışların yaşanmasına neden olmaktadır. Tabi bugünkü İslam algısı ve Müslüman imajı, 1400 yıl önce yazılan

eserlerdeki İslam imajıyla zihniyet olarak aynı olsa da biçimsel yönden farklılaşmaktadır.