• Sonuç bulunamadı

1.3. Geçmişten Günümüze İslamofobiyi Besleyen Nedenler

1.3.3. Hristiyan-Müslüman Etkileşimi: Kültürel Nedenler

Din, girdiği toplumun kültürünü dönüştürmektedir. Thomas S. Eliot kültür- din ilişkisini şu şeklide özetlemektedir: “Kültür, aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir şeklidir. Din, kültüre muhtaç olduğu çerçeveyi temin eder ve bütün insanlığı bunalım ve ümitsizlikten kurtarır” (1981:20-27). İslam da bu noktada girdiği toplumları etkileyip dönüştürmüştür. Cuayyıt’ın “İslam, dini kültür ile mezceder (birleştirir)” (1995:71) söylemi de bunu desteklemektedir. Aslında İslamofobiyi besleyen dinamiklerden kültürel farklılık ya da kültürel çatışma olarak ifade edilen bu başlık altında değerlendirilecek argümanlar ne tarihsel ne de dini/teolojik etmenlerden yalıtılmış bir şekilde düşünülemez.

İslamofobi, tarihsel açıdan Hristiyan polemik yazılarından kaynaklanan kadim bir teolojik dayanağa sahip olup, bu teolojik temele zamanla kültürel faktörler de eklenmiştir. Tarih boyunca Müslümanlar ve Hristiyanlar birbirlerine dair olumsuz bakış açısına sahip olmuş ve biri diğerini ‘öteki’ olarak algılamıştır. Ne var ki Hz. Muhammed’in doğumu ve İslamiyet’in yayılmasından çok önce de Persler ve Araplar, Hristiyan Avrupa tarafından aşağı, alt, ikinci sınıf topluluklar olarak tanımlanmıştır. Örneğin, Antik Yunan ve Roma dönemindeki ilk Avrupalılar kendi sınırlarına yakın Asyalı düşmanlardan korkmuş ve nefret etmişlerdir. Yunanlılar kendilerini “medeni” ve “özgürlük aşığı” olarak tanımlarken, Persler ve Asyalıları ‘barbar’ ve ‘despot’ olarak tasvir etmişlerdir. Diğer taraftan Romalı yazarlar da (Araplar henüz Müslüman bile değilken) onları, “Arabistan haydutları, Arabistan kurtları” olarak betimlemişlerdir. Kısacası Avrupalılar, “medeni biz- barbar onlara karşı” nosyonunu dördüncü yüzyılda çoktan tesis etmişlerdi (Arslan, 2009:10) ki bu İslam’ın ortaya çıkışının üç yüz yıl öncesine denk gelmektedir.

Bernard Lewis, Avrupa ile İslam’ın karşılaşmasının32 Avrupa’nın Çin ve Hindistan ile olan karşılaşmasından köklü biçimde farklı olduğunu, çünkü hem Çinli ve Hintlilerin Avrupa hakkında, hem de Avrupalıların Çin ve Hindistan

32 Müslüman-Hristiyan münasebetleri İslam’ın doğuşundan itibaren başlamış ve günümüze kadar

süregelmiştir. Bu iki inanç mensupları arasındaki ilk karşılaşma, İslam’ın ilk yıllarında Mekkelilerin zulmünden kurtulmak için Müslümanların Habeş kralı Necaşi’ye sığınmalarıyla gündeme gelmiştir. Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra bu münasebetler daha da sıklaşmış, Hz. Ömer devrinde Necran Hristiyanları başta olmak üzere, Mısır Kıptileri ve daha sonra Bizanslılarla uzun yıllar devam etmiştir (Erbaş, 1998:117).

hakkında fazla bir şey bilmediklerini belirtmektedir. Oysa Avrupa ve İslamiyet arasındaki ilişkilerin, dolayısıyla algılayış ve tutumlarının tarihinin çok farklı olduğunu ve birbirlerini hakkında -çoğu doğru olmakla birlikte- epey bir şeyler bildiklerini söylemektedir (Lewis, 2014a:3-4). Kültürel etkileşimin yoğun yaşanması, Orta Çağ Avrupa’sının İslam’a bakışını birçok açıdan belirlemiş ve bu süreç günümüze kadar uzanmıştır. Rönesans’la birlikte açığa çıkan bu tavrın ilk örnekleri bu döneme kadar götürülebilir. Öyle ki, Avrupalılar bir din olarak İslam’ı bir kültür ve medeniyet olarak İslam’dan kesin olarak ayırmış, ilk özelliğine karşı çıkarken ikincisine hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir (Kalın, 2008:48). Bir başka deyişle, dini açıdan İslam’ı reddeden Batı, İslamla gelen kültür ve medeniyetten etkilenmiştir. Derrida’nın “seküler politika ve kültüre karşı hoşgörüsüzlük ve çatışmanın gelişmesi dini ilgilendirmez, çünkü din tanımı gereği dışlayıcıdır. Pek çok din vardır ve bunların çoğu da birbirini dışlamaktadır” (Derrida ve Şerif, 2016:27) söyleminde olduğu gibi, din toplumsal etkileşimde saf dışı kalmıştır. Hristiyanlık ve İslam arasında da bu dışlayıcılığın temelleri, Batı ve İslam medeniyetinin ilişkiye geçtiği 8. ve 9. yüzyıllara dayanmaktadır ki bu yüzyıllar ayrıca İslam ve Bizans toplumları arasındaki ilişkilerin yoğun olduğu dönemlerdir.

Burada vurgulanması gereken nokta, Batı Hristiyanlığının ve İslam’ın sadece iki ayrı dini temsil etmediği ve aslında tamamen birbirlerinden farklı toplumlar olduğudur. Öyle ki Orta çağ’ın zaman ve mekân bakımından büyük bir bölümünde İslam’ın gücü büyük şehirlerde, görkemli saraylarda, uzun ulaşım güzergahlarından oluşurken; Batı, temelde tarıma dayalı olan ve manastırlar çevresinde oluşmuş feodal bir toplum düzenine sahip olmuştu. Batı’nın ideallerinin temel noktasını, papazlara has yaşantının ve bunun çevresinde meydana gelen hiyerarşik yapı oluştururken, İslam prensipte eşitlikçi, Batıda olduğu gibi toplumun temeline papazları/ruhban sınıfı yerleştirmeyen, hoşgörülü bir toplum görüşü geliştirmişti (Southern, 2000:16). Lewis’e göre kaynakları bakımından yoksul, bakış açısı sınırlı ve yerel olan Hristiyan Avrupa, pek çok bakımdan İslamiyet’in ulaştığı düzeyin çok gerisinde kalmıştı. Ayrıca Orta çağ Avrupası, sadece alan açısından küçük olmayıp, bakış açısı bakımından da dardı. Diğer dinler bir yana, kendi dininin çeşitli biçimlerine (farklı mezheplere) karşı bile belirgin bir

hoşgörüsüzlüğe sahip iken, İslam dünyası bileşimiyle çeşitliliğe, karakteriyle çoğulculuğa sahipti. Müslümanlar kendi içlerinde ibadet ve inanç bakımından önemli farklılıklara hoşgörü ile bakmaya yatkınken, onayladıkları diğer dinlere de toplumda belirli bir yer vermeye razıydılar (2014a:10). Endülüs döneminde, yüzyıllarca Müslümanlarla bir arada yaşayan Hristiyanlar bu bakımdan örnek teşkil etmektedir.

Müslümanların İspanya’yı fethinden sonra yedi yüzyıl boyunca Endülüs İslam medeniyetini sürdürmeleri ve oradaki Hristiyanlarla beraber yaşamaları, Müslüman-Hristiyan toplumları arasındaki münasebetlerin ne boyutta olduğunun en belirgin göstergelerinden biridir. Müslümanlar, İslam topraklarını genişlettikçe en fazla muhatap oldukları inanç grubu yine Hristiyanlar olmuştur. Çünkü coğrafi açıdan bakıldığında, İslam Hristiyanların yoğun olarak yaşadığı yerlere doğru yayılma göstermiştir. İki toplum, asırlar boyu süregelen bir beraberlik sürdürse de bu münasebetler bazen anlaşmalarla barış içerisinde götürülmüş bazen de çatışmacı bir ortamda sürmüştür (Erbaş, 1998:117). Örneğin 9. yüzyılın ortalarında İspanya’nın büyük bölümünde Hristiyan toplumunun durumu ile İslam dünyasındaki Hristiyan toplumların durumları aynıydı. Kuran’ın öğretisiyle uyum halinde, vergi ödemeleri koşuluyla korunmaktaydılar. Kendi kilise ve manastırları, papazları ve rahipleri olup, bunların çoğu Kurtuba emirlerinin hizmetinde önemli mevkilerde bulunmaktaydı. Her ne kadar Kuran’da müsamaha ile karşılansalar da kutsal kitapta Hristiyanlara ‘itibar edilmemesi’ gerektiği bildirilmişti33. Yani ne açık ve serbest şekilde ibadet ne çanların çalınması ne tören imkânı ve elbette ne de İslam’ın peygamberine ve kitabına küfre izin vardı (Southern, 2001:27).

1492’de Endülüs Devleti’nin yıkılması, İslam ve Avrupa tarihinde önemli ve trajik kesişme noktalarından birine neden olmuştur. Bu tarihte İspanya’da yaşayan Müslüman ve Yahudiler Avrupa’dan kovulmuş, böylece Avrupa tarihinin en kapsamlı bir arada yaşama tecrübesi olan “convivencia” da tarihe gömülmüştür. 13. ve 14. yüzyıllarda İber yarımadasında Müslüman ve Yahudilere yönelik başlayan sistematik dışlama politikası, Müslüman-Hristiyan-Yahudi toplumlarının

33 “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudur.

beş yüz yıldan fazla süren birlikte yaşama tecrübelerini ve ortak bir medeniyet inşa etme çabasını sona erdirmiştir (Kalın, 2008:83).

İslam’ın ortaya çıkışından itibaren Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ilişkiler yalnızca çatışma, polemik, zıtlık ya da savunmacı olaylardan ibaret olmamıştır. Doğu ve Batı arasındaki yoğun kültür alışverişine bakmak, bize Müslüman ve Hristiyan toplumları arasındaki iş birliği hakkında fikir vermektedir. Bu kültür olgusunun içeriğini mimarlık, sanat, tıp, matematik, gök bilimi, felsefe, coğrafya gibi müspet ilimler oluşturmaktadır (Watt, 2013:53-71). İslamiyet ve Hristiyanlığın bir arada yaşaması, Hristiyanlığın zaferine feda edilemeyecek kadar çok avantaj sunmuştur. Birçok katkının yanı sıra, İslam uygarlığının kazandırdıkları sayesinde Sicilya, 11. ve 13. yüzyılları arasında, İspanya, Fransa’nın güneyi ve İtalya gibi birkaç istisna dışında, Avrupa’nın diğer ülkeleriyle dikkat çekici bir zıtlık gösteren refah ve gelişme içerisinde yaşamışlardır (Hentsch, 2008:79). Orta çağ’da İslam altın çağını yaşarken, bundan Avrupalılar da istifade etmiş ve Yunan ilmini ve felsefesini Avrupalılar, Arapça yazan Müslümanlar aracılığıyla öğrenmişlerdir (İnalcık, 2013:60). Müslümanların Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan getirdiği entelektüel gelenek sayesinde Müslüman ve Yahudi bilim insanları, Batı Avrupa’da klasik Yunan öğretiminin yaygın hale gelmesinde rol oynamışlardır. Arap dilindeki pek çok eser, birden çok dil bilen Yahudilerce Avrupa dillerine çevrilmiştir (Göknel, 2015a:243). Avrupa’da yoğun olarak 12. ve 13. yüzyıllarda gerçekleştirilen bu bilimsel çalışmalar, Rönesans’ın alt yapısını oluşturmuş ve Bacon’dan Descartes’e kadar Aydınlanma Dönemi’nin filozof ve bilim insanları söz konusu çeviri döneminden ilhamını almıştır (Yıldız, 2009:1976). Bu bağlamda Avrupa dillerine çevrilen bu eserler, modern Batı medeniyetinin köklerini oluşturmada önemli bir araç olmuştur. Ayrıca, İbn-i Rüşt (Averroes) ve Ebu’l Kasım el-Zehravi (Abulcasis) gibi filozof ve bilim insanları Avrupa bilim hayatını etkilemiş (Göknel, 2015a:243), özellikle 1126 -1198 yılları arasında yaşayan İbn-i Rüşt felsefesi, Batı Avrupa’nın seküler düşünce sisteminin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu bağlamda İbni Rüşt ve İbni Sina gibi filozoflar edebi yazın alanında da Hristiyanları etkilemiştir. Çok bilinen bir örnek olarak Dante, teolojik temelli ünlü epik şiiri İlahi Komedya’da İslam’ın Peygamberini cehennemin dibine doğru gönderilmiş bir sahtekâr, kötülüklerinin bedelini iğrenç işkencelerle ödeyen

bir günahkâr olarak tasvir etmektedir. Dante ayrıca, kadın ve mal ortaklığını savunan rahip Dolcino aracılığıyla da Peygamber’in “şehvet düşkünlüğü”ne gönderme yapmaktadır (Mertcan, 2007:20).

1453’te Müslüman Türkler tarafından İstanbul’un fethedilişi, Müslüman- Hristiyan ilişkisinde farklı bir mecraya yol açmıştır. İstanbul’un fethiyle Bizans ortadan kalkmış olsa da iki din mensupları arasındaki münasebetleri bitmemiş hatta daha çok artmıştır. Çünkü Müslümanlar fethettikleri yerlerden gayri Müslimleri çıkarmadan ve onları Müslüman olmaya zorlamadan, bazı koşullarla kendilerine tabi olarak yaşamalarına müsaade etmişlerdir (Erbaş, 1998:117). İnalcık’a göre 1453-1553 yılları arasında Avrupa, Osmanlı Devleti’nden hem korkmuş hem de Osmanlı’nın askerî ve siyasî kurumlarını taklit edilecek bir üstün sistem olarak algılamıştır (2013:299). Fakat sadece bu yüz yıllık süreçte değil, genel olarak Osmanlı’nın uzun yıllar Avrupa’da egemen güç olarak kalması, Avrupalının bilinçaltında Türk ve Müslüman korkusu ve düşmanlığının yerleşmesine neden olmuştur. Osmanlı’nın dağılmasıyla sömürgeci Avrupa devletleri bazı Müslüman topraklarını işgal ederek Osmanlı’nın Avrupa’da Hristiyan halka yapmadığı zulüm ve asimilasyonları uygulamaya koymuşlardır. Müslüman topraklarından çıkmak zorunda olduklarında ise kendi zihniyetlerine yakın yöneticiler koyarak Müslüman toplumun uzun yıllar anti-demokratik bir şekilde yönetilmesine neden olmuşlardır (Karslı, 2013:82).

Osmanlılar, eskiden Avrupa kültüründen üstün olan İslam kültürü dairesi içinde bulundukları için Avrupa ile sıkı ilişkilerine rağmen, gelişen yeni uygarlık akımlarına karşı uzun süre kendi içinde kapalı kalmış ve direnç göstermişlerdir (İnalcık, 2013:7). Fakat, Osmanlıların Bizans’ı ve Batı dünyasını 1300’lerden itibaren tehdit etmesi, Avrupa’da İslamiyet’e ilginin artmasına yol açmıştır (İnalcık, 2013:296). Bu dönemden itibaren, ilk Haçlı Seferi’nden bu yana daha ciddi değerlendirmeler yapılmış, İslam ve Hristiyanlık üzerindeki tartışmalar genişletilmiştir. İngiliz bilgini Ketton’lu Robert’in Kuran’ı Latinceye çevirmesi de bu ilgi ve tartışmaların göstergesidir (Robinson, 1986:12). Protestanlığın kurucusu olan Martin Luther de Kur’an’ı Latince çevirisinden okuyup incelemiş, 1530’da yayımladığı Libellus de ritu et moribus Turcorum adlı risalesinde Türkleri Hristiyanlarla kıyaslayarak, onları alçakgönüllü, yaşamında sade ve karakterli

bulmuştur34 (İnalcık, 2013:299).

20. yüzyılın ortalarında Müslüman ve Hristiyan toplumları arasındaki ilişkiler “Müslüman-Hristiyan Diyaloğu” şekline dönüşmüştür (Erbaş, 1998:117). Modern dönemde çatışmacı tutum gerek dinî gerekse dinî olmayan terimler ile birleşmiş olup, bunlardan en bilineni, derin dinî ve kültürel farklılıklar açısından Müslüman ve Batı ülkeleri arasındaki politik ve stratejik çıkarları ön plana koyan - İslamofobinin tarihsel temellerinde de bahsettiğimiz- “medeniyetler çatışması” hipotezidir. İkinci görüş ise, tarihte Swedenborg, Goethe, Henry Stubbe, Carlyle ve diğerleri tarafından desteklenmiş olsa da sadece geçtiğimiz on yıl içinde temel bir alternatif olabilmiş olan “birlikte yaşama ve uzlaşma” görüşüdür. Uzlaşma görüşünün taraftarları, İslâm’ı kardeş bir din olarak görmekte ve aslında İbrahimî geleneğin bir parçası olduğu için, Swedenborg ve Goethe örneklerinde olduğu gibi, İslâm ve Hristiyanlığın bir arada yaşama olasılığının artacağını iddia etmektedirler (Kalın, 2003:2).

Sonuç olarak İslam ve Batı veya Müslümanlar ve Hristiyanlar, İslam’ın ortaya çıktığı günden bu yana temas halinde olmuştur. Aralarındaki siyasal, toplumsal vb. çok yönlü ilişki, kültürel açıdan da etkilenmiş ve İslam’a karşı mesafeli duruşta bu ilişkiler belirleyici olmuştur. Ancak burada tek bir Batı toplumundan ya da tek bir İslam toplumundan bahsetmenin mümkün olmadığı vurgulanmalıdır. İslam’ın bir barış dini olması ve “öteki”ne dair bir yaşam hakkı vermesi, Müslümanların İslam kültürünü nasıl taşıdığı hakkında bize ipucu vermektedir. Bazen kültürel pratikler, teolojik kodların önüne geçmektedir.