• Sonuç bulunamadı

Sendikaların Avrupa’nın Bütünleşmesine İlişkin Genel Tutumları

I. BÖLÜM

2. II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI AVRUPA VE AVRUPA SENDİKAL HAREKETİ

2.3. Avrupa Topluluklarının Oluşum Sürecinde Sendikal Tutum

2.3.5. Sendikaların Avrupa’nın Bütünleşmesine İlişkin Genel Tutumları

zorluğunu anlamış, böylece dışardan baskı oluşturabilecekleri kanalların arayışı içerisine girmişlerdir. Belirtmek gerekir ki bu şartlar altında sendikalar, EEC içinde bir baskı grubu olmaktan uzaklaşmıştır. Roma Antlaşması sonrasında sendikalar ve ulusal hükümetler arasında işbirliği söz konusu olmamış, ekonomik politikalarda yaşanan genişleme, sosyal alana yansımamıştır. Dolayısıyla ECSC ve EEC’nin kurulması arasındaki dönem, Avrupa emek hareketi açısından önemli bir geçiş süreci haline gelmiştir. Sendikaların etki çabalarının dışsallaştırıldığı bu dönemde, ulusal hükümetlerin ancak kendi çıkarlarıyla uyumlu olması halinde sendikalara aktif bir etki şansı verecekleri anlaşılmıştır. Bu dönemde sendikal hareketin, Avrupa’nın bütünleşmesine ilişkin temel tutumu süreci destekleme yönünde devam ederken, Ortak Pazara olan bağlılıkları Roma Antlaşması’nın hazırlık aşamasında dışlanmaları ve sürece dâhil olmalarının hükümetler tarafından engellenmesi nedeniyle zayıflamıştır.

Dolayısıyla Roma Antlaşması, Avrupa sendikal hareketi açısından hayal kırıklığı olmuştur (Kinnock, 1993: 7-11).

Bu dönemde yaşanan gelişmeler sendikaların, Avrupa kurumlarının yürütme organlarında sandalye sayısı anlamında temsiline de olumsuz yansımıştır. 1967 yılında DGB’den Wilhem Haferkamp Brüksel’deki Komisyon üyelerinden biri oluncaya kadar yeni kurulan yapıların yetkilileri arasında hiçbir sendikacı yer almamıştır. Bu durum bütünleşme sürecinde sendikaların azalan etkisinin de simgesi haline gelmiştir.

Ekonomik ve Sosyal Komite21’nin kurulmasıyla elde edilen temsil şansı ise Komite’nin yetkinliğiyle de bağlantılı olarak sendikaların baskıları sonucunda üye devletlerin Bakanlar Kurulu’na sunulan önerilerle sınırlı kalmıştır. Böylece Komite, bir danışma organı niteliği taşımıştır (Jacobs, 1973: 121- 122; Kinnock, 1993: 9; Barnouin, 1986: 7).

sınırlandırılması halinde yetersiz kalacağını ve dolayısıyla ekonomik işbirliği planlarına destek vermeye hazır olduklarını vurgulamıştır. ERO tarafından 1956 yılında Brüksel’de gerçekleştirilen “Avrupa Atomik Enerji Sendikalar Komisyon”u toplantısından sonra, atom enerjisi ve bölünebilir malzemelerin üretiminin barışçıl amaçlarla kullanılabilmeleri için EAEC kurumları tarafından kontrol altına alınmaları gerektiği belirtilirken, Avrupa’nın bütünleşmesiyle ilgili talepler altı topluluk ülkesinden daha geniş bir boyutta değerlendirilmiştir (Beever, 1960: 49-50). ERO, ulusal egemenliklerin savunucusu olmamış, bütünleşmiş bir Batı Avrupa’da güçlü uluslarüstü kurumların oluşturulmasının yollarını aramıştır.

ERO, işgücünün serbest dolaşımı üzerine genişletici politikaların üretilmesi gerektiğini savunurken bu doğrultuda işgücünün serbest dolaşımı adına çaba gösterilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Serbest dolaşımın sorunsuz işleyebilmesi için göçmen işçilere ve ülkelere yönelik sosyal garantiler verilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Belirtilen temelde Ortak Pazar’a atıf yapılmış, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Batı Avrupa’nın tüm ülkeleri arasında sınırlı bir emek hareketi yaşandığı, Ortak Pazar ve EFTA’nın ortaya çıkmasıyla katılımcı ülkeler arasındaki emek hareketi yönündeki baskının da artacağı vurgulanmıştır. Ortak Pazar’ın katılımcı ülkeler arasında işçilerin serbest dolaşımını harekete geçireceği ve bu harekete karşı engelleri kaldırmak amacıyla OEEC ve ILO bünyesindeki mevcut mekanizmaların etkin rol oynamaları gerektiği ERO tarafından dile getirilen öneriler arasında yer almıştır (Beever, 1960: 51).

Avrupa sendikal hareketi, Avrupa bütünleşmesine ilişkin olarak Ortak Pazar’ın gerekliliği, daha geniş bir Avrupa bütünleşmesi ve işçilerin serbest dolaşımı üzerine yoğunlaşmıştır. ERO, Ortak Pazar fikrinin sorunsuz bir şekilde hayata geçirilebilmesi için önerileri ve taleplerini de dile getirmiştir. Bu doğrultuda 1958 yılında gerçekleştirilen Konferansı’nda Avrupa için uyumlaştırmayı teşvik edecek tüm ILO sözleşme ve tavsiyelerinin derhal onaylanmasını ve uygulanmasını talep etmiştir.

Bütünleşmeyle ilgili açıklamalarda Ortak Pazar’ın desteklenmesinin bir ön koşulunun sosyal mevzuatın yukarı yönde uyumlaştırılması olduğu ERO tarafından vurgulanmıştır.

Serbest dolaşım hakkının gerektiği şekilde düzenlenebilmesi için sosyal yardımlarla ilgili mevzuatta EEC kurucusu altı ülke ile diğer Avrupa ülkeleri arasındaki farklılıkların giderilmesi gerektiği ERO’nun üzerinde durduğu konular arasında yer almıştır. ERO, farklı ülkelerde aynı ürünler üzerindeki üretim maliyetlerine dâhil edilen

sosyal harcamaların farklılık göstermesine de dikkat çekmiş ve bu durumun haksız rekabete neden olacağını ve Ortak Pazar fikrini çıkmaza sokacağını savunmuştur.

Dikkat çekilen sorunlar doğrultusunda sendikalar, sosyal mevzuatın yukarı doğru uyumlaştırılmasını ve Avrupa’lı işçiler için yüksek sosyal faydaların sağlanması ve adil rekabet ortamının oluşturulması için asgari sosyal standartların getirilmesini talep etmişlerdir (Beever, 1960: 47- 48).

Avrupa bütünleşmesi doğrultusunda önerilen sosyal asgari standartlar, 1958 yılında ERO Konferansı’nda onaylanan sosyal uyum konusunda bir kararla belirlenmiştir. Sendikalar için örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı, grev hakkı ve zorunlu tahkimin reddedilmesi ERO’nun belirlediği standartlar arasında yer almıştır. İşçilerin tüm kademelerde yönetime katılımı, tam istihdamın gerekliliği ve kapsamlı bir işsizlik güvencesinin önemi de dile getirilen talepler arasında sayılmıştır. Eşit değerde iş için eşit ücretin uygulanması ve çalışma saatlerinin ücret konsolidasyonunu içeren bir şekilde kısaltılması gerekliliği de belirtilen konular arasında yer almıştır. Fazla mesai ve pazar çalışmasının en aza indirilmesi ve yeterli şekilde telâfi edilmesi üzerinde de durulmuştur. Kadınlar ve gençler için gece çalışmasının kaldırılması gerekliliği ve herkese yeterli yıllık izin hakkı verilmesi de dikkat çekilen konulardan bazıları olmuştur. İşçi sağlığı ve iş güvenliği için özel denetim tedbirlerinin güvence altına alınması ve yaşam standardı, yeterli sosyal güvenlik sistemleri de çalışanlar lehine alınması gereken önlemler arasında sayılmıştır. Bir emek örgütü olarak ERO, öncelikle işçilerin maddi refahı ile ilgilenmiş ancak ERO’nun bütünleşme sorununa ilgisinin nedeni sadece ekonomik ve sosyal kaygılar olmamıştır. Aslında ERO’nun bütünleşmeyle ilgili kampanyalarının temel ilham kaynağını, ekonomik bakış açısı yanında politik bakış açısı da şekillendirmiştir. Kıta Avrupalı sendikacılar politik sorunlara karşı nesnel ve mantıklı bir yaklaşıma sahip olmuşlardır. Avrupa’nın bölünmüş yapısı ve birbirinden ayrı ekonomik ve politik birimler modası geçmiş ve çağdışı olarak değerlendirilmiş, dolayısıyla bu anlamda bir uyum ve modernizasyon beklentisinin olduğu da dikkat çekmiştir (Beever, 1960: 48).

Belirtmek gerekir ki ERO içindeki ulusal sendikalar, Ortak Pazar ve emeğin serbest dolaşımı hakkında tamamen aynı tutum içerisinde hareket etmemişlerdir. Ulusal hükümetlerin eğilimleri ve bağlantılı olarak ulusal sendikaların tavırları farklılık gösterebilmiştir. Örneğin İngiltere Hükümeti, Birleşmiş Milletler dışındaki ülkelerden

gelecek olan işçilerin İngiltere’de yaşamaları için oturma izni konusunda çekinceli ve hassas bir tavır ortaya koymuştur. Ayrıca EFTA ülkeleri arasında işçilerin serbest dolaşımını göze almadığını ve dolayısıyla bu konuda kendi politikalarını izleyeceğini belirtmiştir. TUC, İngiltere Hükümeti’nin belirtilen kararıyla uyumlu bir muhtırayı 14 Mart 1957 tarihinde İngiltere Başbakanı’na iletmiştir. Bu muhtırada Ortak Pazar ve EFTA’ya girişin katılımcı ülkeler arasında işçilerin mobilizasyonu yönünde bir baskı oluşturacağı belirtilirken, konuyla ilgili bir Avrupa politikası belirlemenin değerli olup olmadığı ve OEEC ile ILO bünyesinde mevcut danışmanlık mekanizmalarında bir değişikliğin gerekliliği sorgulanmıştır. EEC ülkelerindeki ERO üyeleri, sosyal koşulların mevzuat gereğince yukarıya doğru uyumunu savunmuş ancak TUC bunu EFTA’da istememiştir. TUC, sosyal standartları yasal mevzuatlarla değil daha uzun bir dönemde doğal yollarla yukarı taşımanın mümkün ve mantıklı olduğunu savunmuştur.

EEC üyesi ülkelerden sendikaların ulusal ve uluslarüstü kurumların güçlendirilmesine yönelik ilgileri, yüksek derecede ulusal egemenliği sürdürmeyi hedefleyen İngiliz sendikacılar için kabul edilmemiştir. ERO bu sıkıntıyı aşabilmek için karar alma sürecinde oybirliği kuralından bir süre ayrılmanın söz konusu olabileceğini ancak Ortak Pazar Antlaşması’nda olduğu gibi gereken kararın niteliğinin (oybirliği mi yoksa çokluğu mu) söz konusu konunun önemine göre değişebileceğini savunmuştur (Beever, 1960: 51-52).

İngiliz sendikaları ile Kıta Avrupa sendikaları arasındaki bakış açısı farklılıkları bu anlamda temel ve önemli bir sorun oluşturmuştur. Bu farklılıklar “altı” dan daha kapsamlı bir Avrupa birlikteliği sağlamak için üstesinden gelinmesi gereken engelleri de ortaya koymuştur. İngiltere sendikalarının özetlenen bağımsızlık arzusu Avrupa Kıtasıyla ilişkilerin genel sorunlarına bir bütün olarak İngiliz tutumunun doğrudan yansımasını göstermiştir. Dolayısıyla, bu farklılıkları büyütmemek için özen gösterilmesi gerekliliği ön plana çıkmıştır. Kısaca üyelerinin bir kısmının görmeyi istemediği tam kapsamlı bütünleşme gerçekleşmese bile, ERO “yarım bir somunun ekmeksiz olmaktan daha iyi olacağını” ileri sürmüştür. Ortak Pazar ülkeleriyle OEEC ülkeleri arasında bağ kuracak herhangi yeni bir plan, İngiliz ve Fransız hükümetlerinin bakış açıları arasında bir çeşit uzlaşma sağlanması açısından anlamlı görülmüştür. Bu ülkelerdeki ICFTU’ya bağlı olan sendikal merkezler, kendi hükümetlerinin daha geniş bir bütünleşme fikrine dair görüşlerini yansıtmışlardır. Yaşanan gelişmeler paralelinde

hükümetler arasındaki bir uzlaşmanın TUC ve FO arasında bir uzlaşmayı da beraberinde getireceği görülmüştür. Bunun ise ERO için birçok açıdan kolaylaştırıcı olacağı düşünülmüştür (Beever, 1960: 52- 53).

ERO özellikle TUC ve FO arasındaki uyumsuzluk nedeniyle ilgili dönemde zor bir pozisyona girmiştir. TUC’un ERO’nun en büyük üyesi ve finansal destekçisi olması bu durumu pekiştirmiştir. Aynı zamanda bu dönemde ERO’nun başkanlık görevini bir İngiliz’in üstleniyor olması da durumu zorlaştırmıştır. FO’nun gücünün, TUC’ye göre sınırlı olması ve ICFTU’dan aldığı sürekli destek olmasa çok daha zayıf bir pozisyona düşebilecek olduğu gerçeği ERO’yu hassasiyetleri noktasında TUC’ye sırt çeviremez bir pozisyona sokmuştur. Öte yandan ERO’nun tümüyle İngiliz bakış açısına yakın bir duruş sergileme ihtimali ise başka sorunların ortaya çıkabileceğini işaret etmiştir. Böyle bir durumun altı topluluk ülkesini temsil eden ulusal sendikal merkezler tarafından hoş karşılanmayacağı dikkate alınan konular arasında yer almıştır. Ayrıca Almanya, İtalya, Benelüks ülkeleri sendikaları, Fransa’ya paralel ERO’nun EFTA tekliflerine daha az itiraz etmiş, ancak Ortak Pazarla ilgili konularda ERO’nun çok büyük rol oynamasını istememişlerdir. EEC kurucusu ülkelerden sendikalar, ERO’nun kendilerinin hassasiyet ve taleplerine öncelik vermesini beklemişlerdir. 16-17 Ocak 1958 tarihinde Düsseldorf’da toplanan altı EEC ülkesinden ulusal sendikal merkezler, ERO’nun yeni sendika koordinasyon mekanizmasında küçük bir rol üstlenmesi gerektiğine karar vermişlerdir. Bunun nedeni ERO’nun ya da onun temsilcisinin, Ortak Pazar ve EAEC konusunda eğilimi belli olan İngiltere ve İskandinav ülkelerine yakınlaşma riski olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla, ERO’dan beklentiler dile getirilmiş, ilk olarak ERO’nun Roma Antlaşması’nın yazıldığı, imzalandığı ve uygulamaya geçtiği dönemde Avrupa bütünleşmesi için daha fazla zaman harcaması, ikinci olarak ERO’nun daha geniş bir Avrupa için sendikal hareketin koordinasyonunda öncü bir rol oynaması gerektiği savunulmuştur (Beever, 1960: 54). Belirtilen bu süreç yukarıda detaylarıyla anlatılan ETUS’un kurulması yönündeki eğilimi de ortaya çıkarmıştır. ETUS ve EFTA-TUC arasındaki rekabetin bu tartışmalarla kuvvetlendiği görülmüştür.

1960’larda EEC’de sendikal çıkarların ve bakış açısının yeniden gelişmesine neden olan bazı olumlu dönüşümler yaşanmıştır. Özellikle sosyo-ekonomik konularda ve Avrupa bütünleşmesi hakkında farklı görüşleri olan yeni bir liderliğin siyaset sahnesine çıktığı, Fransa ve Almanya’nın etkisiyle, EEC içindeki sendikal rol

konusunda hükümet tutumunda değişiklikler yaşandığı görülmüştür. Bu yeni gelişmelerin daha önce özellikle ilgili sektörlerde herhangi bir sosyal ilerlemeyi engellemiş olan iki ülkede yaşanmış olması konuya atfedilen önemi de arttırmıştır (Kinnock, 1993: 11-12). De Gaulle yönetimindeki Fransa, daha önce EEC’nin bütünleştirici sürecini kabul etmemiş, Avrupa ulusları hakkındaki algısında ulusüstü Avrupa kurumlarının hiçbir yeri olmadığını vurgulamıştır. De-Gaulle, ulus devletin zayıflamasına yol açması muhtemel bir bütünleşme sürecini kabul etmemiştir. Önce Ekonomi Bakanı ve sonrasında Şansölye22 olarak görev yapan (1948-1966) Erhard yönetimi altındaki Almanya ise EEC içindeki sosyo-ekonomik güçlerin rolünü arttırma çabalarını ısrarla engellemiştir. Erhard, EEC içindeki sosyo ekonomik güçlerin rolünü arttırma yönündeki çabalara da ısrarla engel olmuştur (Kinnock, 1993: 12; Barnouin, 1986: 8).

1960’larda Fransa’da iktidara Pompidou gelmiş, bütünleşme sürecinde Avrupa dış politikasında siyasi işbirliğini kabul etmiş, Fransa’nın EEC’nin genişlemesi üzerindeki vetosunu kaldırmıştır. Almanya’da Willy Brandt’ın şansölye olarak atanmasıyla ise ekonomik ve sosyal politika konularında sosyal taraflarla daha fazla istişare zemininin oluşturulmasına yönelik planlamalar yapılmıştır (Barnouin, 1986: 8).

Bu süreçte sosyal politikanın ortak pazarın kalbine ekonomik bütünleşmenin bir karşılığı olarak uyumlaştırılması için tartışmalar artmıştır. Seleflerinin politikalarından belirgin bir şekilde ayrılan Pompidou ve Brandt, 1970’lerin başında EEC’de Sosyal Eylem Programı’nın23 oluşturulmasına öncülük etmişlerdir. Sosyal Eylem Programı işçilere yönelik düzenlemeler oluşturmayı, işsizliği azaltmayı ve ekonominin yönetimini denetlemeyi amaçlayan bir platform haline gelirken EEC genelinden geniş destek almıştır (Mitchell, 2014: 407). Dolayısıyla, hükümetler Avrupa fikrine ve onun gerekliliğine daha fazla ilgi duydukça, sendikaların, siyaseti çevreleyen olaylar üzerinde etkili bir rol oynamalarına da daha fazla izin vermişlerdir (Kinnock, 1993: 12).

22 Şansölye (Bundeskanzler, Kanzler) Almanya ve Avusturya’da hükümet başkanı, başbakan anlamında kullanılmaktadır.

23 EEC üyesi devletlerin hükümetleri, 1972 yılı Ekim ayında Avrupa Topluluğu’nun genişlemesi düşüncesiyle birlikte sadece parasal ve ekonomik politikalarla ilgili değil sosyal, bölgesel, endüstriyel, teknolojik ve bilimsel politikaları kapsayan bir eylem planı formüle etmişlerdir. 21 Ocak 1974 tarihinde Sosyal Eylem Planı kabul edilmiştir. Tam istihdam, yaşam ve çalışma koşullarının yükseltilmesi, işçilerin ekonomik ve sosyal karar alma sürecinde daha aktif rol almaları Plan’ın temel hedeflerini oluşturmuştur

EEC düzeyinde daha fazla bütünleşme noktasında şekillenen yeni tutum, üye devletlerin sosyal politikaya olan ilerici bakışını da yansıtmıştır. Topluluk, 1969 yılındaki Lahey Zirvesi’nde, gümrük birliğinin ötesinde sosyal politikanın da gerekli ve önemli bir unsur olacağını kabul eden daha derin bir ekonomik ve parasal birlik niyetini ortaya koymuştur (Kinnock, 1993: 13). Üye devletlerde ekonomik uyumlaşmanın planlamasının gittikçe daha önemli hale geldiği bir zamanda toplumsal gereklilikleri hesaba katmadan ekonomik ve parasal yönleriyle Topluluğun geliştirilmesinin ve güçlendirilmesinin düşünülemeyeceği ön plana çıkmıştır (Barnouin, 1986: 9). Bu eğilim 1972 yılında Paris Zirvesi’nde yeniden ön plana çıkarılmış ve buna bağlı olarak Almanya Başbakanı Brandt, sosyal adalet ve ilerlemenin ekonomik büyümenin bir uzantısı olarak görülmesi gerektiğini ve etkili bir sosyal politikanın Avrupa’daki insanların çıkarlarını yeniden canlandıracağını dile getirmiştir. Toplantıda, sosyal tarafların EEC karar alma sürecine daha fazla katılımının sağlanmasını mümkün hale getirecek ortak bir sosyal politika programının detaylarının oluşturulması için ilk adımlar atılmıştır (Barnouin, 1986: 9; Kinnock, 1993: 14).

Bu dönemde müzakereler çeşitli seviyelerde yürütülmüştür. Sendikacıların, Bakanlar Kurulu toplantıları öncesinde başkanlar ile görüşme hakkı ve komiserlerle yılda üç kere toplanma hakları kendilerini ifade edebilmeleri adına önemli araçlar olmuştur. Uygun komiser veya bölüm müdürleri önemli konularda sendikalara danışmış, emek tarafının temsilcileri özellikle taşımacılık ve tarım işkollarında bir dizi danışma komitesinde işverenlerle eşit haklara sahip olmuşlardır. Sendikaların bu dönemde düzenli katılım sağladığı iki önemli forum olan 1957 yılında kurulan Ekonomik ve Sosyal Komite ile 1970 yılında kurulan İstihdam Daimî Komitesi24 süreçte başvurulan diğer temsil alanları olarak dikkat çekmiştir. Ancak komitelerde sendika temsilcilerinin azınlıkta olması ve bu platformlarda dile getirilen görüşlerin sadece tavsiye niteliğinde kalması platformların zayıf yanları olarak dikkat çekmiştir.

Dolayısıyla, böyle bir zeminde sendikaların Topluluk üzerindeki somut etkileri son derece kısıtlı kalmıştır (Jacobs, 1973: 124). Bu doğrultuda sendikalar, Avrupa Parlamentosu ve Konsey’deki karar sistemlerinde değişiklik yapılması ve Komisyon içinde sosyal tarafların temsiline imkân tanıyacak yeni araçların oluşturulması

24 İstihdam Daimî Komitesi (Standing Committee on Employment), 27-28 Nisan 1970 tarihleri arasında Lüksemburg’ta düzenlenen istihdam sorunlarına ilişkin konferansta, işçi ve işveren örgütlerinin talebi üzerine, 24 Aralık 1970 tarihli Konsey Kararı ile oluşturulmuştur (Eur-lex, 2019).

noktasında taleplerini dile getirmişlerdir. Böylece, sendikalar EEC’yi dönüştürmenin en istekli savunucuları arasında yer almıştır. Avrupa bütünleşme sürecinin sadece bir pazar olarak değil, demokratik siyasi bir oluşum olarak şekillenmesi gerektiği sendikaların talepleri arasında yer almıştır (Jacobs, 1973: 125).

Bu gelişmeler doğrultusunda sendikalar 1970’lerin başında Avrupa Komisyonu’nun politikasını etkilemede önemli bir başarı elde etmişlerdir. 1970 yılında Komisyon, Birleşik Avrupa’nın yaratılması için önerilerini yayınladığında, oluşturulan teklifte ECFTU’nun özellikle de DGB’nin tavrını dikkate aldığını göstermiştir. Bu doğrultuda ECFTU tarafından Alman yönetişim sisteminin bir versiyonunun mevzuatta yer alması önerilmiştir. Komisyon’un önerileri sendikalarla çok yakın içerikte oluşturulmuştur. Ayrıca 14 Aralık 1970 tarihinde Komisyon ve sosyal taraflar arasında danışma ve ortak eylemi kolaylaştırmaktan sorumlu İstihdam Daimî Komitesi’nin kurulması sendikal hareket tarafında umutları arttırmıştır. Bu komitenin oluşturulması sendikalar için bir zafer olarak kabul edilmiştir (Kinnock, 1993: 15; Degryse ve Tilly, 2013: 19; Jacobs, 1973: 125-126). Özetle, ilerleyen süreçte Avrupa emek hareketi hızla Avrupa düzeyinde önemli bir baskı grubuna dönüşerek, EEC ile etkileşime daha fazla dâhil olmaya başlamıştır.