• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.1. Birleşik Bir Avrupa Fikrinin Temelleri

Avrupa, kültürel açıdan son derece karmaşık bir yapı sergilemekle birlikte politik açıdan her dönem farklı çekişmelere ev sahipliği yapmıştır. Bölgenin geçmişi dikkate alındığında, antik dönemde gerçekleşen savaşlar, Ortaçağdaki işgaller, Haçlı seferleri, Yüzyıl Savaşları ve diğer birçok çatışma Avrupa’yı doğrudan etkilemiştir. Bu çatışmalar birçok farklı nedenle ortaya çıkmış, toprak, iktidar ve din savaşları bölge tarihinin önemli parçaları haline gelmiştir. Özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda din savaşları bölgede son derece etkili olmuştur. Avrupa’da siyasal sınırların netleşmesini ve modern devlet sisteminin oluşmasını sağlayan Westphalia Barışı’nın 1948 yılında sağlanmasıyla bölgede sürüp giden uzun savaşlara ara verilmiştir. Ancak yüz yıldan fazla süren savaşlar dönemi son bulmamıştır. Siyasi sınırların netleşmesiyle devletler, kendi çıkarlarını korumak üzere düzenli ve kalıcı ordular kurmaya başlamış, bu durum olası savaşlar için zemin hazırlamıştır. Immanuel Kant, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme isimli eserinde “İçinde gizlenmiş yeni bir harp vesilesi bulunan hiçbir andlaşma bir barış andlaşması sayılamaz” ifadeleriyle bu duruma dikkat çekmiştir (McCormick, 2015: 70; Kant, 1960: 9).

Avrupa’yı etkileyen savaşlar ve çatışmalar, Avrupalıların bölgesel birlikler oluşturması yönünde farklı fikirlerin ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Avrupalılar arasında işbirliğini mümkün hale getirecek şekilde prensler meclisinin kurulması, çatışmaları ortadan kaldıracak üst düzey mahkemelerin oluşturulması, bir Avrupa parlamentosu ve Avrupa Federasyonu’nun kurulması alternatif öneriler arasında dile getirilmiştir (McCormick, 2015: 70-71). Immanuel Kant, yukarıda da değinilen 1795 yılında kaleme aldığı ve ebedi barış doktrinini ortaya koyduğu eserinde, Avrupa’da başlayıp daha sonra diğer uluslara da yayılacak bir uluslararası federasyon fikrini ortaya koymuştur. Kant tarafından ortaya konulan bu düşünceye, sadece savaşın önlenmesi anlamında değil, birbirleriyle ilişki içerisinde olan devletlerin haklarının uluslararası alanda korunması anlamında da değer atfedilmiştir. Kısaca, kurulacak olan bir federasyon aracılığıyla ilişki içerisinde olan ulusların haklarının korunup, güvence altına

alınması ve kalıcı bir barışın sağlanması Kant’ın fikrinin temelini oluşturmuştur (Kant, 1960; Çıvgın, 2018: 71). Dolayısıyla birleşik bir Avrupa fikrinin ilk temellerini savaş ve çatışmalara karşı toplu bir müdafaa ve bölgede oluşturulması hedeflenen barış çabası meydana getirmiştir.

Avrupa, 1780-1840 yılları arasında tarihsel açıdan son derece önemli gelişmelere tanıklık etmiştir. Sanayi Devrimi’nin 1780’lerde ortaya çıkışıyla birlikte kapitalist üretim tarzı egemen hale gelirken, burjuva toplumu özellikleri belirginleşmiş, ayrıca bu dönemde işçi sınıfı oluşmuş ve ilk sendikal örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte fabrikalaşma ve kentleşme eğilimi artmış, 1789 Fransız İhtilali ile loncalar tasfiye edilirken, eşitlik ve özgürlük söylemlerinin ön plana çıktığı görülmüştür. Bu süreç Avrupa’da bir devrimler çağının yaşanmasını da beraberinde getirmiştir. Milliyetçi ve liberal söylemler, 1800’lü yılların ilk yarısında Avrupa’da ortaya çıkan farklı toplumsal hareketlerin ve ayaklanmaların nedenleri arasında yer almıştır. Milliyetçiliğin geniş kitleler tarafından kabul görmesi birleşik bir Avrupa beklentisini ve hedefini arka plana iterken, bu dönemde işçi sınıfı devrimci bir güç olarak görülmeye başlanmıştır. Yaşanmakta olan Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı çelişkiler ve bu çelişkilerin giderek derinleşmesi, işçi sınıfının bu rolü üstlenmesinin en önemli nedenleri arasında sayılmıştır. Endüstriyel ve tarımsal üretimin genişlemesi ile birlikte Avrupa, birçok alanda zenginleşirken, halkın büyük çoğunluğu ciddi bir yoksullukla karşı karşıya kalmıştır. Bu çelişkiler Avrupa’da 1800’lü yılların ikinci yarısında ortaya çıkan devrim hareketlerinin temel nedenlerini de oluşturmuştur.

Avrupa’da, 1800’lü yılların ortalarından 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar geçen sürede genel bir barış ortamı sağlanabilmiş fakat bölgede hâkim olan milliyetçilik farklı bir çatışma ortamını canlı tutmuştur. Emperyalizm baskısı altında kalan milletler, hâkimiyetten kurtulmak adına bağımsızlık taleplerini dile getirmiş, bu dönemde milliyetçilik ve emperyalizm üzerine yoğunlaşan söylemler arasındaki çelişkili çatışma, I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Savaş sırasında büyük devletler arasında kalan küçük devletler, kurulacak bir işbirliğine daha çok ilgi duymaya başlamışlardır. Bu doğrultuda sınırlı şekilde ekonomik bir birliktelik kurma çabası içerisinde bazı girişimler gerçekleştirilmiş ancak Avrupalı devletlerin çoğunda ulusalcılığın hâkim anlayış olması nedeniyle, mevcut devlet sınırlarına bağlılık ön plana çıkmıştır (McCormick, 2015: 71).

I. Dünya Savaşı ile kurumsal anlamda bir Avrupa birlikteliği fikrinden uzaklaşılmış, 1919 ile 1939 yılları arasında Avrupa’nın birliği ve dayanışması fikri zayıflamıştır. I. Dünya Savaşı’nın öne çıkardığı sloganlar ulusal özerkliğe odaklanmıştır. Sonuç olarak; Avrupa, Avrupa dayanışma fikrinin ilerlemesini engelleyen aşırı milliyetçilikle birlikte çok sayıda küçük devlete bölünmüştür. Bu dönemde, temelde adil ve kalıcı barış çabalarının oluşturulması fikri ön plana çıkmış, uluslar arasındaki tüm sorunların ve farklılıkların barışçıl müzakerelerle ya da gerekirse tahkim yoluyla çözülmesi gerektiği savunulmuştur. Ayrıca, sosyal adaletin uluslar arasındaki çatışmaları ortadan kaldıracağı düşünülmüş, tüm insanlar için sosyal adalet sağlanmadıkça, uluslar arasında barışın mümkün olmayacağı fikri ön plana çıkmıştır1. Dönem içerisinde birleşik Avrupa fikrine ilişkin tek girişim ve öneri, 1923 yılında Federalistler tarafından gündeme getirilmiştir. Bu fikri dile getirenlerin öncülüğünü Kont Coudenhoven Kalegri yapmıştır. Kalegri, I. Dünya Savaşı’nın sonunu, temeli barışa dayanan birleşik bir Avrupa yaratmanın zamanı olarak görmüştür. Bu görüşüyle uyumlu bir şekilde Pan-Europe isimli bir kitap kaleme almış, hemen ardından 1923 yılında aynı isimle Pan-Avrupa Birliği (Paneuropean Union)’nin kurulmasına öncülük etmiştir. 1930’larda Avrupa’da faşizmin yükselişiyle birlikte Avrupa’nın birliğine dair bu çabalar sonuçsuz kalmış, halk tarafından desteklenmemiş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır (Öztan ve Akay, 2005:131-132). Bu ve benzeri çabalar Zygmunt Bauman’ın Avrupa: Bitmemiş Bir Macera isimli eserindeki tespitleriyle uyumlu bir şekilde Avrupa’nın bir misyon, yapılacak, inşa edilecek bir şey olarak algılanmasını sağlamış, Avrupa, “Belki asla sonu gelmeyen bir çaba, hiç tam anlamıyla aşılamayacak bir zorluk, sürekli erişilmez bir beklenti…”(2018: 11) olarak değerlendirilmiştir. Kısaca birleşik bir Avrupa fikri, tarihsel süreç içerisinde nedeni ve koşulları farklılaşmakla birlikte Avrupalıların gündemini sürekli olarak meşgul etmiş ancak bu düşüncenin olgunlaşması ve gerçekleşmesi II. Dünya Savaşı sonrasına kadar somutlaşamamıştır.

Belirtmek gerekir ki Avrupa emek hareketi de Avrupa’da yaşanan gelişmelere paralel bir seyir içerisinde şekillenmiştir. Avrupa sendikaları, Sanayi Devrimi’nin

1Adalet temelli bir barış arayışı, Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation-ILO)

’nün kuruluşu için gerekli zemini hazırlamıştır. ILO bu amaç doğrultusunda 1919 yılında kurulmuştur. İlk etapta “Milletler Cemiyeti”ne bağlı bir örgüt olarak faaliyetlerine başlayan ILO, 1946 yılında Birleşmiş Milletler (United Nations- UN) ile özel işbirliği içerisine girmiş, UN’ye bağlı bir uzmanlık örgütü haline gelmiştir (Kaya, 1999: 1). Örgüt kuruluşundan itibaren norm üretme ve normların uygulanmasını denetleme süreçlerinde “üçlülük ilkesini” benimsemiştir. Bu yapı Örgüte, üye devletlerin işçi, işveren ve

etkisiyle oluşmaya başlamış, bu sendikaların ulusötesi ilk faaliyetleri bölgesel düzeyden çok ulusalararası emek örgütleri içerisinde yoğunlaşmıştır. Avrupa sendikaları ancak II.

Dünya Savaşı sonrasında Avrupa bütünleşmesi fikrinin somutlaşmasıyla birlikte bölgesel örgütlenme çabası içerisine girmişlerdir. Dolayısıyla Avrupa sendikal hareketini, Sanayi Devrimi’nden II. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde uluslararası emek hareketiyle birlikte değerlendirmek yerinde olacaktır.