• Sonuç bulunamadı

Ruhumuzun Hazsal ve Öfkesel Yönü, Akılsal Olana İtaat Etmeli

2. Eski Hint Düşüncesi

4.3. Ruhumuzun Hazsal ve Öfkesel Yönü, Akılsal Olana İtaat Etmeli

Platon (M.Ö. 427-347), hocasının görüşlerinden önemli oranda etkilenmişti. Bunu yazdığı diyaloglarda da göstermişti. Bugün bizler açısından, yazılmış olan diyaloglarda, hangi görüşlerin Sokrat’a, hangisinin de Platon’a ait olduğunu tam olarak belirlemek zordur. Ancak düşünce tarihindeki genel kanaat, onun gençlik dönemi diyaloglarında Sokrates’in görüşlerini savunduğu yönündedir. Bu yaklaşım, kesin nitelikte olmasa da önemli oranda kabul görmüştür. Biz de Sokrates’in ve Platon’un görüşlerini bu anlamda bir incelemeye tabi tutacağız.

Sokrates’in ahlak anlayışını ele alırken, Platon’un gençlik dönemine ait olan

73

ahlak hakkındaki özgün düşüncelerine ulaşabilmek için de olgunluk dönemi ve yaşlılık dönemi diyaloglarındaki tartışmalara değineceğiz.

4. 3.1. Mükemmel Olan Bir Şey Bilgelik, Ölçülülük, Cesaret ve Adalet İlkelerini İçermeli

Platon’dan itibaren, Yunan Ahlak felsefesinde dört temel erdemin var olduğu ve onların birbirlerinden ayrılamaz olduğu yönündeki görüş, yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Platon’un varlığını ileri sürdüğü dört temel erdem, ruhun arzulu kısmının erdemi olan ölçülülük, öfkeli kısmının erdemi olan cesaret, akıllı kısmının erdemi olan pratik bilgelik veya basiretle, bu üç erdemin birliğini meydana getiren adalettir (Arslan, 2010: 400).

Platon siyaset teorisini adalet erdemini araştırma süreci üzerine kurmuştur. “Belki büyük ölçekteki adalet daha büyük olur ve böylelikle onu görmemiz kolaylaşır. Bu yüzden de adaleti önce devlette vücut bulmuş biçimiyle inceleyelim, daha sonra da onun tek tek kişilerde ne gibi durumlar aldığını görelim; yani daha büyük olandan elde ettiğimiz izlenimleri, daha küçük olanı yorumlarken kullanalım”(Platon, 2006: 369a)

Platon, toplumu işbölümü kavramından hareketle açıklar. İnsanlar kendi başlarına bütün ihtiyaçlarını karşılayamazlar. Bundan ötürü bir araya gelirler ve toplum oluşur. Bir insan hem kendi ayakkabısını, hem kendi yiyeceğini, yakacağını, yazın sıcaktan kışın soğuktan ve rüzgardan, çeşitli vahşi hayvanların tehlikelerinden, kötü niyetli insanların zararlı eylemlerinden korunabilmesi için içinde oturabileceği evini yapamaz. Bunlardan bazılarını yapabilse de bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılayamaz. Ürettiği ayakkabıyı vererek bunun yerine buğday, giysi alabilir. Usta, el emeğinin karşılığı olarak ihtiyaç duyduğu yakacak odununu alabilir. Bu durum, işbölümünün gelişimine, toplumun oluşabilmesi için gerekli olan önemli bir şartın sağlanmasına neden olur.

İhtiyaca bağlı olarak teşekkül etmiş olan toplum, kendi içerisinde hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Toplumu üç kesim oluşturur: Filozof olan yönetici, bekçiler ve

üreticiler. Bir devlette, filozof yönetici olursa o devletin insanları, huzura ve barışa

74

olarak hakikat peşinde koşturur. Onun bu ilgisi, bilgelik erdemine karşılık gelir. Yönetici, bilgeliği temsil eder.

Yönetici kimse, bekçiler sınıfı içerisinden çıkar ve uzunca bir eğitim alır. İlk dönemlerden itibaren jimnastik ve beden eğitimi sonraları edebiyat, müzik, matematik, geometri gibi eğitimler alır. İlerleyen yaşlarda ise diyalektik eğitimi alır. Bunların yanında, onun sahip olduğu arzu ve isteklere yönelik tutumunun da değişmesi, onlara fazla ehemmiyet vermemesi için de çeşitli testlerden geçirilir ve duygularını kontrol altına almış olan, aklın isteklerine uygun bir yaşayış sergileyen yönetici yetişmiş olur.

Bekçiler sınıfı ise ülkeyi iç karışıklıklara, düşman saldırılarına karşı korur. Yönetici kimse kadar ciddi ve uzun süreli bir eğitimden geçmese de ondan kalır yanı yoktur. Onlar da bedensel ve zihinsel gelişim için çeşitli eğitimler alırlar. Bunu yaparken de yasayı gözetirler. Onlar cesur olmalıdırlar, deli değil! Cesur olmak, karşı karşıya kalınan tehlike ne olursa olsun onu etkisiz hale getirmek değildir. Bu delice bir şeydir. Cesur olmak, nelerden korkulması gerektiğini nelerden de korkulmaması gerektiğini yasayı da gözeterek öğrenmek, farkında olmaktır. Bu bağlamda, bekçilerin cesaret erdemini temsil ettiğini söyleyebiliriz.

Üreticiler, devletin işlerinin yürütülmesi, düzen ve birliğin sağlanması için gerekli olan ekonomik kaynağı sağlarlar. Onlar halkın kendisini temsil ederler. Üreticilerin özel mülkiyete sahip olma hakları olmalıdır; ancak bekçiler için böyle bir şey söz konusu olamaz. Çünkü onlar arasında özel mülkiyet olması durumunda, onlar, sahip oldukları şeyleri daha çok arttırmaya çalışacaklar, kendi görevlerini savsaklayacaklardır. Gerek kendi aralarında gerek de halkla olan münasebetlerinde sürekli çekişmeler, hırslar doğacaktır. Bu durum da devletin birliğine zarar verecektir. Bu nedenle, onların yaşaması gereken hayat şu şekilde olmalıdır:

“Öncelikle hiçbirinin zorunlu ihtiyaç maddeleri dışında, özel mülkiyeti olmayacak. Sonra hiçbirinin,başkalarının girip çıkamayacağı bir barınağı veya kileri olmayacak. İhtiyaçları savaşa hazırlanan ölçülü ve cesaretli savaşçılara yetecek düzeyde karşılanacak. İhtiyaçları, yaptıkları hizmetin karşılığı olarak diğer yurttaşlardan aldıkları düzenli maaşlarla ne bir fazla ne bir eksik karşılanacak. Bu ücretler öyle bir düzeyde olacak ki, yıl sonunda ne borçlu çıksınlar ne de para biriktirmiş olsunlar. Yemeklerini aynı karavanadan yiyip, aynı kampta hep birlikte yaşayacaklar. Onlara diyeceğiz ki, sizin diğer insanların vereceği altına, gümüşe ihtiyacınız yok; siz zaten tanrılar tarafından size bahşedilen

75

kutsal altın ve gümüşe sonsuza kadar sahipsiniz. Sahip oldukları ilahi altını, dünyevi olanla karıştırdıklarında tanrıya saygısızlık etmiş olacaklar. Herkesin sahip olduğu dünyevi altın için insanlar birbirini yerken, onların sahip olduğu ilahi altın tertemizdir. Diğer insanlardan ayrı bir konumda bulunan kişiler olarak, onların dünyevi altın ve gümüşlere dokunmalarını, onları kullanmalarını, içinde altın ve gümüş bulunan bir çatının altında bulunmalarını, onlardan yapılmış süs eşyalarını takmalarını ve altın ve gümüşten yapılmış taslardan su içmelerini yasaklayacağız. Bu kurallara uydukları sürece hem kendilerini hem de devletimizi kurtarmış olurlar.” (Platon, 2006: 416d-417b)

Platon’un bekçiler arasında ve yöneticide özel mülkiyetin olmaması gerektiği anlayışının temelinde devletteki olması gereken birlik ilkesini korumak vardır. Aristoteles’e göre, özel mülkiyeti kaldırmakla devlette en aşırı birliği sağlamaya çalışanlar, bu yararların hepsini yok etmektedir (Aristoteles, 1975: II.5). Birey mülkiyette cisimleşir, kendi tözünün bilincine varır. Bu yönüyle, mülkiyet var olmaklığımızın, bireyselliğimizin somutlaştığı yerdir.

Platon’a göre mülkiyete sahip olamayacak kimseler sadece bekçiler değildir. Yönetici de bu haktan mahrum kalmalıdır. Çünkü yönetici özel mülkiyete sahip olursa devleti kendi çıkarları doğrultusunda yönetecek, devletin ve milletin yararını gözetmeyecektir.

Üreticilerin bu haktan (özel mülkiyet) yoksun kalması durumunda ise devletin gelişimi yavaşlayacak, hatta duracaktır. Ama onlar mülkiyet sahibi olurlarsa onu arttırmak için çalışacaklardır. Kendileri kazanırken, devletin gelişmesini sağlayacaklardır.

Üretici sınıf sürekli olarak kazanacağından, zenginleşeceğinden, onlar için gerekli olan erdem, ölçülülüktür. Bu erdem sayesinde üreticiler, yeme-içmelerinde ve eğlencelerinde aşırıya gitmeyip arzu ve isteklerinin kölesi olmayacak, onları kontrol altında tutabileceklerdir.

Adalet erdemi ise herkesin kendine ait olana sahip olması ve üzerine düşen işi yapmasıdır (Platon, 2006: 434a). Toplum, ihtiyaca bağlı olarak oluşmuştu. Bu toplumda herkesin bir işi vardı. Bir insan tek bir işi icra etmeliydi. Çünkü o insan birden çok işle uğraşırsa, yaptığı işte uzmanlaşamayacak ve verimli bir çalışma ortaya koyamayacaktı. Bu nedenle, herhangi bir kimse, bir işten fazlasıyla uğraşmayacaktı. İşte, herkesin kendi işini yapması, başkasının işine karışmaması

76

adalettir. Eğer bu denge bozulursa kimse hak ettiği yerde olamayacak, o toplum iyi yönetilemeyecek ve bir zaman sonra da çökecektir.

Saymış olduğumuz erdemleri, şimdi de, bireyin üzerinde (daha küçük bir ölçekte) görmeye çalışalım. İnsan ruhunun üç yönü vardır. Bunlar ruhun akılsal, hazsal ve öfkeli yönleridir. Platon’un, Sokrates’in “erdemin bilgi olduğu” tezinden vazgeçtiği yer de, işte burasıdır. Her ne kadar erdemli olmak için bilginin denetimi ya da yönetimi altında olmak gerekse de erdemin bilgiden daha fazla bir şeyler içerdiği ortaya çıkar. Bilginin ruhtaki rasyonel olmayan faktörleri denetleyebilen ve denetlemesi gereken bir şey olduğu düşüncesi de bilginin yönetici ya da denetleyici güç olduğu bir toplum düşüncesini mümkün hale getirir. Böylelikle de bir toplumdaki yeni ve daha iyi bir yaşam biçimini tanımlayan bir siyaset teorisine ulaşırız (Magee, 2001: 17).

Akılsal yön, insanın davranışlarını akılsal ölçütlere bağlı olarak düzene sokar. Ruhun geçici hazlar peşinden koşmasına engel olur. Büyük ölçekte farkına varmış olduğumuz bilgelik erdemi, ruhun akılsal yönüyle ilişkilidir. Hazsal yön ise ruhun, sürekli olarak çeşitli arzu ve isteklerin peşinde koşturmasına neden olur. Bu işlev onu zor duruma sokar. Birçok zarar görmesine neden olur. Ruhun bu kısmının ölçülülük erdemine ihtiyacı vardır. Ancak Platon, yığının -o ana erdemi, bütün erdemlerin kendisinde birleştiği gerçek bilgiye dayanan o erdemi- yani felsefi erdemi hiçbir zaman edinemeyecekleri düşüncesine varmıştır. Ona göre insanların çoğunda, para kazanmayı, maddi hazları amaç bilen ruhun aşağı itkileri egemendir ancak bu itkilere karşı durabilen az sayıda insanda şeref duygusu ağır basar ve ancak bir avuç insan nesneleri düşünce ile kavramak, eylemi akla dayatmak, kısaca felsefi bir hayat yaşamak gereksinimini duyar (Gökberk, 2007: 60).

Öfkeli yön ise ruhun saldırgan yanını ifade eder. Ruhun sinirli yönüdür. İnsanın çeşitli kızgınlıklardan ötürü istenmeyecek şeyler yapmasına, kendisinin ve başkalarının zarar görmesine neden olur. Ruhun geçici heva ve heveslere meyletmemesi, herhangi bir kızgınlık durumundan ötürü yanlış şeyler yapmaması için akılsal yönünün dışındakiler (yani hazsal ve öfkeli yön) akla itaat etmelidir.

77

Ruhun hazsal ve öfkeli yönünün kendi üzerlerine düşeni yapmaları, aklın buyruğu altına girmeleri ise adalet erdemine karşılık gelir.

“Adalet” formunun analizi bizi organizma ve işlev kavramlarına getirir. İnsanın amacının haz değil, mutluluk olduğu, insanın, çeşitli işlevleri dengeye ve uyuma sokulmak zorunda olan bir organizma olduğu olgusundan çıkar. Bunlar sadece kişisel kanılar değillerdir; Platon’a göre, insan doğasına ilişkin nesnel olgulardır. Sofistler ya insan doğasını anlamadıklarından ya da bunları kasıtlı olarak görmezlikten geldiklerinden iyinin doğasını yanlış tanımışlardı (Jones, 2006a: 242).

4.3.2. Haz-İyi Ayrımı

Platon, ortaya koyduğu ahlak anlayışıyla genel olarak hazzı hor görüp onu tasvip etmemiştir. Bu noktada, onun tavrı serttir. Sokrates’ten daha radikaldir. Sokrates, abartılı olmadığı müddetçe, hazza karşı soğuk bakmamıştır. Belli ölçüde gerekliliğine de inanmıştır. Platon ise Sokrates’ten daha farklı bir anlayışa sahiptir ve kendini hazza karşıt olarak konumlandırmıştır. İyi’nin hoş olandan kesin bir şekilde ayrılışı, Philebos’ta gerçekleşir. Haz, çoğunlukla acıyla karışıktır; çoğunlukla hataya, sapmaya dayanır; varlık dünyasına değil, değişim dünyasına aittir; onun savunucuları, hayvanları, “gerçek tanık” sayarlar (Vorlander, 2004: 127).

Platon’un hazza yönelik duruşunu Gorgias’ta da görmek mümkündür. Orada, haz ile iyi arasında ayrım vardır. Haz iyi, acı kötü değildir. İyi diye bir şey vardır ve haz diye bir şey vardır. Haz iyi ile aynı şey değildir ve onların her biri için biri haz arayışı, öteki iyi arayışı olmak üzere peşinden koştukları belli bir şey ve bu şeyi edinme süreci vardır (Platon, 1998: 497e).

Gorgias’ta Sokrates, Kallikles’e, bedende kaşınan bir yeri kaşımanın haz

verdiğini; eğer tek kaygımız haz olsaydı, kaşınma ve kaşımayla geçen bir hayatın en yüksek mutluluk olacağını gösterir. Kallikles bile bunun saçma olduğunun kabul etmek zorunda kalır. Bundan şu çıkar ki hazlar nitelik bakımından çeşitlidir ve buradan hareketle de seçim için salt haz miktarından başka bir ölçüt vardır (Jones,2006a: 236). Gorgias’ta, Platon, ikinci bir argüman daha verir: İyi ve kötü karşıttır; karşıtlar aynı nesnede aynı zamanda bir arada var olamazlar; bununla

78

birlikte, haz ve acı aynı zamanda aynı nesnede var olur. Bundan dolayı, haz iyi ve acı da kötü olamaz (Platon, 1998: 497a).

Mutluluk, hazza dayalı bir hayat olmaktan ziyade, sakin ölçülü bir hayattır. Dinginlik insana huzur verir. Arzu ve istekler ise insanı sürekli olarak geçici zevklerin peşinde koşturur. Faydadan çok zarar sağlar. İnsanın huzurlu bir yaşam sürmesi için ihtiyaç duyduğu şey orta yoldur. Doğru yaşam ne haz peşinde koşmak olmalı ne de kesinlikle acıdan kaçınmak, tersine az önce dinginlik diye adlandırdığımız orta yolu bulmak olmalıdır. Bir kehanet sözüne göre, çok yerinde olarak tanrının da durumu budur (Platon, 1994: 792e). Platon’un, yaşlılık döneminde, hazza yönelik tavrında biraz yumuşama olduğunu görüyoruz. Onun daha önceki dönemlerinde, ahlakında hiç yer tutamamış olan haz düşüncesinin, Yasalar’la birlikte, az da olsa bir öneme kavuştuğunu görüyoruz.

Geleneksel anlayışta, orta yol düşüncesi, Aristoteles’e atfedilir. Halbuki orta yola verilen önem, ne Platon ne de Aristoteles ile başlar. Çok daha öncelerine kadar uzanır. Orta yol, haz ve acı gibi aşırı uçlardan uzak bir hayat sürmektir. Bir anlamda, ölçülülüktür. Bu anlayış, bütün Grek düşüncesinde geniş yer kaplamış, Grekler tarafından sophrosyne (itidal-ölçülülük erdemi) ve Romalılar tarafından temperanina olarak adlandırılan güzel karakterdir (Taylor, 1955: 47). Önemle durulması gereken nokta ise Aristoteles’in bu kavramı alıp işlemiş olması, kendi ahlakını temellendirmede başköşeye koymuş olmasıdır.

4.4. Olduğundan Başka Türlü Olabilen Nesnelerin Olduğundan Başka Türlü