• Sonuç bulunamadı

Plotinosçu Metafizik ve Ahlak İlişkisi

6. Hıristiyan Ahlakına Geçişin Belirtileri

6.2. Bir’e Ulaşma

6.2.1. Plotinosçu Metafizik ve Ahlak İlişkisi

Plotinos’un varlık anlayışı hiyerarşiktir. Bu hiyerarşinin bir ucunda madde, diğer ucunda ise Bir bulunur. Madde, hiçbir biçime sahip değildir. O, tüm kötülüğün kaynağıdır. Bunun nedeni onun, Bir’in nurundan hiç feyizlenmemesidir. Onun hemen üstünde cisim bulunur. Çoğunlukla cisim ile madde kavramları, eş değer olarak görülür. Ancak Plotinos’ta, cisim ile madde aynı şey değildir. Çünkü cisim, bir biçime sahiptir. Madde ise bundan yoksundur.

Plotinosçu metafizikte, cisimden sonra ruh gelir. Platon’da olduğu gibi burada da ruh, maddeyi biçimlendiren, onu örgütleyen bir varlıktır. Ruh, bölünemez birliktir. Kendi kendisiyle özdeştir. Hatırlamaları yüzünden hep kendi kendisiyle bir ve aynı kalır. Oysa cisim durmak bilmez bir akış, bir değişme içindedir. Ruh, cisimsel olmayan bir varlık biçimidir. Plotinos’un ruh anlayışı, Aristoteles’in

entelekheia’sından farklıdır. Entelekheia, bir şeyin formu, onun işlevidir. Bir baltanın entelekheia’sı, onun kesmesidir, gözünki görmektir, insanınki ise akıllı bir varlık

113

olmasıdır. Tüm bunlarda ruh, maddeden ayrı bir gerçekliğe sahip değildir. O, bedenle birlikte vardır. Beden yok olduğunda, o da yok olur. Bu nedenle, ruh ölümsüz değildir. Ancak Platon’da olduğu gibi Plotinos’ta da ruh, gayri maddidir ve aşkın bir gerçekliğe sahiptir. O bedenden ayrıdır. Ondan önce vardır ve ondan sonra da var olacaktır.

Ruh’un üstünde ise Nous yer alır. Nous, düşünülen dünyadır. Bu aşamada, idealar ile bunları düşünen Nous vardır. Bütün her şeyin üstünde ise Bir bulunur. O, bütün varlıkların kendisinden çıktığı ilkedir. Var olan her şey, ondan bir taşma (sudûr) sonucunda meydana gelmiştir. Madde hariç diğer varlıklar, onun ziyasından etkilenirler.

Plotinos'ta, aşağı basamaklardaki varlıkların Bir'e dönebilmeleri için arınmaları, maddenin egemenliğinden kurtulmaları gerekmektedir (Güzel, 2002: 143). Bir, ne bilimle ne de düşünceyle kavranamaz. O, bütün varlıkların mutlak ilkesidir. Bu ilke, mükemmel biçimde basittir. O bölünemezdir, sonsuzdur. Bir, tümüyle aşkın olarak düşünülen İyi’dir. Bir’le birleşebiliriz. Aktüel varlığımızda gerçekleşen bir anlık bu birleşme kesin olabilir. Tanrı ile bir olmak gerçek hayattır. Biz Tanrı ile birleşecek durumdayız. Çünkü O, bütün varlıklarda bulunur. Tanrı ile birleşmek için, Tanrı’ya benzer olmak yeterlidir. Bu birleşme, tanrıların hayatını yaşamadır; tanrısal ve mutlu insanların hayatıdır. Onu sözle anlatamayız çünkü o, vecd halidir; kendinden vazgeçmedir ve kendini bağışlamadır (Plotinos, 2006: 13). “Manevi güzergâh” olan vecd, ruhun kendini arıtmasıdır. Bir, basit bir varlık değildir: O basitliktir. İnsan onunla özdeşleşmek isterse, kendini arıtmalıdır. “Ruh kendine döndüğü anda, Tanrıda’dır: İnsanın Tanrı’ya ilerlemesi, bir imgenin modeline doğru gitmesine benzer ve yolculuk temaşa ile sonuçlanır. Mutluların hayatı şöyledir: Bu dünyanın nesneleriyle bağını koparmak, sadece bir tek olana doğru kaçmak.” (Plotinos, 2006: 34).

Maddeye giren insan ruhu, bu girişi, bir düşüş olarak yaşar. Ruhun toza ya da çamura bulandığı bu dünya kötü bir dünyadır. Ne var ki bu düşüş bir deneydir, ruhu olgunlaştırır. Zaten ruhun maddeye bulanışı da geçicidir. Plotinos’ta ruh göçü vardır.

114

Ruh bedenden kurtulunca düşünülür dünyaya gider. Ruhun tutumu onun sonsuza kadar düşünülür dünyada kalmasını sağlayabilir; bir hayvanın bedenine girmesini de neden olabilir. Bu yolda ruh her zaman, duyulur dünyadan düşünülür dünyaya yönelmelidir. Bu çabada ruh, tanrısala ulaşamasa da onunla bir an birleşmiş gibi olur. (Timuçin, 2006: 373). Görevimiz, yüce kaynağımızın hatırasını koruyarak, bu cisimselliğe inerken terk ettiğimiz asıl vatanımıza bütün güçlerimizle yeniden erişmeye çalışmak, benliğimizin yüce olan bölümünü, kendimizde duygusal eğilimleri öldürerek, duyulur şeylerden vazgeçerek kurtarmaktır. Ancak ruhumuzda böyle bir arınma süreci, bir temizlenme (katharsis) sayesinde en yüksek mutluluğa erişebiliriz. (Vorlander, 2004: 219).

Plotinos’un sadece ahlak anlayışı değil, daha birçok düşüncesi de Ortaçağ düşüncesine giden yolu açmıştır. Bunlara yönelik olarak, Bir ve Nous ilişkisini, yabancılaşmayı, ruhun ölümsüzlüğünü ve arınma kavramlarını öne sürebiliriz.

Her şeyden aşkın olan Bir, Hıristiyanlıktaki Tanrı kavramıyla yakından ilişkilidir. O, bütün her şeyin varlığının kaynağıdır. Bölünemez bir bütünlüktür. Hıristiyanlığın resmi öğretilerini savunan kimselerin, Tanrı’ya yükledikleri sıfatlarda, onun bölünemez bütünlük olduğunu, bu anlamda da Bir olduğunu savunduklarını göreceğiz. Ancak var olan şeyler, Plotinos’ta, bir taşma ile meydana gelir. Hıristiyanlıkta ve diğer ilahi dinlerde varlık, bir yaratma edimi sonucunda (ex nihilo) meydana gelir. Bu ayrımın da göz önünde tutulması gereklidir.

Philon, Tanrı’nın Logos aracılığıyla evreni meydana getirdiğini savunmuştu. İşte ondaki Logos, Plotinos’taki Nous kavramına karşılık gelir. Platon’daki Demiorgos da, Philon’daki Logos’a, Plotinos’taki Nous’a, Hıristiyanlıktaki Oğul’a (İsa’ya) karşılık gelir. Platon’da her şeyin üstündeki İyi İdeası ise, Plotinos’taki Bir’le, Philon’daki ve Hıristiyanlıktaki Tanrı ile önemli oranda benzerliklere sahiptir:

PLATON PHİLON PLOTİNOS HIRİSTİYANLIK

İyi İdesi Tanrı Bir Tanrı

115

Yabancılaşma kavramı ise ruhun düşüşüyle ilişkilidir. Ruh, bir beden içine hapsolmakla bulunduğu o yüksek yerden aşağıya düşmüştür. Madde ile birlikte olmasından ötürü kirlenmiştir. Bu durumdan kurtuluş ise nefsin isteklerini dizginlemeyle olacaktır. Bir tür arınma ile gerçekleştirecektir. Bu düşünce orijinalliğini Plotinos’a borçlu değildir. Ondan öncesine uzanır. Asıl önemli olan, yabancılaşmanın ilerde eskatolojik bir hayat görüşüne neden olmasıdır.

Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi, ilahi kaynaklı dinsel içerikli perspektiflerde, oldukça önemli bir yere sahiptir. Çünkü ilahi kaynaklı dinsel düşünce, iki dünya metaforuna başvurur. Bu dünyalardan ilki içinde yaşadığımız fani evrendir. Diğeri ise bu geçici dünyadaki gerçekleştirdiğimiz eylemlerin sonucuna göre, ölümden sonraki sonsuz hayatımızı süreceğimiz yerdir. Ölümden sonraki yaşayacağımız yerler, Cennet ve Cehennem olmak üzere iki temel mekândan oluşur. Hayattayken iyi eylemlerde bulunmuş, Tanrı’nın emir ve yasaklarını gözetmiş ve insanları sevmiş biri Cennet’e giderken ömrü boyunca ya da çoğunlukla Tanrı’nın emirlerine uymamış, yasaklarını gözetmemiş ve insanlara türlü türlü zararları dokunmuş kimseler ise Cehennem’e giderler.

Ortaçağın düşünsel anlamdaki ön koşulları bunlardır. Onları daha anlaşılır kılmak için, o dönemin sosyal koşullarına da yer vermeliyiz. M.S. 3 yüzyıl civarında hayat değişmişti. İnsanlar –Ana Tanrıçanın gizemleri yoluyla, İsis tapımı yoluyla, Mitra desteği yoluyla, Nasıra’lı İsa’ya iman yoluyla- kesinlik arayışındaydılar. Bu ezici kesinlik arzusu, Yeni-Plâtoncular’ı da etkisi altına aldı ve tıpkı kuşkucular gibi onlar da hakikate akıl yoluyla ulaşabileceğine ilişkin eski Yunan kanaatini terk ettiklerinden hakikati, aklı aşan bir yöntemle bulmaya çalıştılar (Jones, 2006b: 16).

Dördüncü ve beşinci yüzyıllar boyunca, Hıristiyan Batı Roma’sı Vandallar, Gotlar, Vizigotlar, Hunlar ve diğerlerinin istilalarının baskıları altında düşüşe geçip dağılıyorlardı. Öğrenme merkezleri tahrip edildi ve Avrupa, bir tür doğru adlandırma olmayan “Karanlık çağlar” dönemine girdi. Doğu Hıristiyan dünyası ise Bizans İmparatorluğu olarak, on beşinci yüzyıla kadar var olmaya devam etti (Popkin, 1999: 140).

116

Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçü’nün, Akdeniz çevresinde ve içerlerinde yüzyıllar sürmüş bir politik düzene son verecek olan bu dev kımıldanışın seli altında ezilip yıkılınca bilimsel kültür de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Avrupa’da Eski Dünyanın yıkıntıları içinde, Antikçağ’ın kültürel değerlerini ele alıp ilerisi için kurtaran Kilise olmuştu (Gökberk, 2007: 129). Roma İmparatorluğu yıkıldığı zaman ayakta kalmış tek büyük güç Hıristiyan Kilisesi idi. Hıristiyanlık, birkaç yüzyıl içinde başlangıçtaki küçük cemaatten koca bir örgüt geliştirmişti. Ayrıca, bütün insanlığa “Kurtuluş”u sağlamayı özel görevi saydığından, barbarların din bakımından yetişmesini, eğitilmesini üzerine almak, Kilise’nin özünde bulunan bir işti. O sıralarda elde bu yetiştirme işine temel olabilecek Augustinus’un birliği olan öğretisi de vardır. İşte, barbar Cermen ve Roma Kavimleri Antikçağ’ın kültür mirasını bu yoldan edinmişlerdir (Gökberk, 2007: 129).

Kilise’nin antik kültürden kendine uygun bulup aldığı düşünceler ayakta kalabilmiş, Kilise’ye aykırı olanlar da dışarıda bırakılmıştır. Bu yüzden antik kültürün birçok değeri karanlıklara gömülmüştür. Bunlar, sonra uzun yüzyıllar içinde binbir zahmetle –Renaissance’ta- yeniden gün ışığına çıkarılacaktır (Gökberk, 2007: 129).

Kitab-ı Mukaddes hakikatin kıstası olarak görüldüğüne göre, en azından yüzeysel olarak bunun doğrularıyla uzlaşmaz durumda olan birçok Yunan düşüncesi saf dışı edilmişti. Bununla birlikte çok sayıda Hıristiyan, inançlarını doğru yaşama biçimine ilişkin Hıristiyanlık ve Yunan izahları arasında bir süreklilik düşüncesini koruyabilecek şekilde ifade etmek yanlısıydı. Nihayet Hıristiyan vahyi, Tanrı’nın tarihte belirli bir kavimle yani Yahudilerle ve eski ahit yerine kendisiyle yenilerini kurduğu, onların manevi halefleri durumundaki Hıristiyanlar’la olan ilişkisine ait bir anlaşmadır. Bu ilişkinin tarihi temelinin hususiliği, evrensel akıl yürütme kurallarından ibaret olan felsefenin genel özellikleriyle, açıktan açığa çatışmasıdır. Hıristiyanların, dünyayı kendi dinlerine döndürme ve böylece Tanrı ile kendi kavmi arasındaki hususî ilişkiyi herkesi kuşatacak şekilde genişletmeye çalışmış olmaları olgusu, onların dini akidelerini mümkün olduğu kadar evrensel bir form içinde takdim etmeye koyuldukları anlamına gelmektedir (Leaman, 2000: 25).

117

Yeni-Platonculuk zamanın önde gelen felsefi teorisi olduğu için, Hıristiyanlık kendi geleceği açısından onu da hesaba kattı. Hıristiyanlığın en erken biçimleri, gizem kültleri gibi, büyük oranda eğitimsiz, okuma-yazma bilmeyen kitleye yönelikti. Daha sonraları, Hıristiyanlık toplumsal olarak saygın hale gelip, felsefi bir akılsal zemin edinme özlemi içerisine girdiğinde, Yeni-Platonculuk hem bir model hem de bir tehdit unsuru oluşturdu. Yeni-Platonculuğun aşkınlığa eğilimi, çileciliği (ascetizm), akıl değersizleştirmesi ve gizemcilik deneyiminin merkeziliğini vurgulaması doğal olarak güçlü bir cazibe uyandırıyordu. Fakat Hıristiyanlar aynı zamanda onun tümtanrıcılığından (pantheism) ve kötünün gerçekliğini reddinden kaçınmak durumundaydılar (Jones, 2006b: 35).

Antikçağ felsefesi ile Ortaçağ felsefesi arasındaki büyük bağlantı yolu, Kilise Babalarından geçer. İsa’nın doğumunu izleyen ilk yüzyıllarda yaşamış, dogmatik tutumlarıyla ve günahtan uzak yaşamlarıyla Kilise’nin takdirini kazanmış olan Hıristiyan yazarlara “Kilise Babası” denir (Jeauneau, 2003: 16). Kilise Babalarının Ortaçağ felsefesine iki şekilde hizmet ettiği söylenebilir. 1) Onlar, Ortaçağ felsefesine Antikçağ düşüncesinin zenginliklerinin dikkate değer bir bölümünü aktardılar. 2) Ortaçağın felsefi düşünüşünün üzerinde çalışmak durumunda olduğu sorunların birçoğunu ortaya koydular.

İlk Hıristiyanlar kayıtsız ve hatta düşman bir imparatorluk içerisinde yalnızca çok küçük bir azınlık olduklarından kıyamet gününün çok yakın olduğunu yalnız onlar öngördüklerinden, kadîm dünyanın toplumsal, politik ve kültürel ilgilerinden yoksundular. Onlar, kendi kurtuluşlarıyla ilgiliydiler ve bu kurtuluşun İsa’ya, yeryüzüne doğmuş Tanrı’ya iman yoluyla sağlanacağına inanıyorlardı. Bu Hıristiyanlar, yalın dindarlığın artık kendilerini doyurmadığını keşfettiklerinde ve

anlama arzusu yeniden canlandığında Ortaçağ felsefesi doğdu. Bir Hıristiyan

felsefesinin sorunsuz gelişimi adına talihsiz bir şekilde, Hıristiyanların inançları fiilen çeşitli kaynaklardan doğdu – Yahudi mirası, İsa’nın öğrettikleri, ilk havarilerin deneyimleri, gizem kültleri (Ana Tanrıça ve İsis, Osiris, Mitra) ve Hellenistik dönemin sonuna özgü bir düşünce örtüsü. Bu kopuk düşünceleri tutarlı bir öğreti bütünlüğü içerisinde düzenlemek son derece zordu ve Hıristiyanlığın biçimleniş

118

yılları sapkınlığı ortadan kaldırmaya ve ortodoksiyi tesis etmeye yönelik bir dizi mücadelenin baskısı altındaydı (Jones, 2006b: 1).

7. Batı Ortaçağı