• Sonuç bulunamadı

Zayıflayan Geleneksel Yunan Ahlakı

2. Eski Hint Düşüncesi

4.1. Zayıflayan Geleneksel Yunan Ahlakı

56

Yunanlıların, M.Ö. 3. Milenyumda, kitleler halinde Balkan Yarımadası’nın güneyine göç ettiklerine inanılır. M.Ö. 23. ve 17. yüzyıllar, Proto-Grek dönem olarak adlandırılır. M.Ö. 1600’den 1100’e kadar olan dönem, Homeros’un epiklerinde masallaştırdığı Truva’ya karşı savaşan Kral Agamemnon’un başında olduğu Miken Yunan Çağı’dır. M.Ö. 1100’den M.Ö. 8. yüzyıla olan hiçbir yazılı eserin günümüze ulaşmadığı ve sadece yetersiz arkeolojik kalıntıların bulunduğu Karanlık Çağ olarak adlandırılır (Uslubaş-Dağ, 2007: 31). Geleneksel olarak Antik Yunan döneminin başlangıcı olarak M.Ö. 776’da yapılan ilk Olimpiyat Oyunları alınır. Bu anlamda Yunanistan’ın tarihi, Yunan Karanlık Çağları ile başlatılır. Ancak birçok tarihçi tarafından, Yunan tarihinin başlangıcı, M.Ö. 1000’lere kadar da götürülmektedir. Şimdi, bu dönemin, sosyo-ekonomik koşullarına bakalım. M.Ö. 1000-700 arası, Yunan Ortaçağı’dır. Yunan Ortaçağı’nda, tarım ve hayvancılık önemli rol oynar. Tarım, en çok ovalar ve vadilerde yapılmakta, tarlalar gübrelenmekte ve toprağın verimini korumak için bir yıllık aralıklarla ekim yapılmaktadır. En çok buğday, kızılca buğday ve arpa ekilmektedir. Yemeklerde buğday ekmeğinin yanında tatlı şarap da bulundurulmaktadır. Homeros, destanlarında üzüm bağlarından, meyve ve sebze bahçelerinden bahsetmektedir. Zeytinliklerin, Ege’nin büyük bir kısmına yayıldığı ve zeytinyağının gerek yemeklerde gerekse ışıklandırmada önemli bir yeri olduğu destanlardan anlaşılmaktadır (Mansel, 2004: 123).

Hayvancılığa önem verilmektedir. Aristokratların serveti keçi, koyun ve domuzlardan meydana gelen büyük hayvan sürülerine dayanmakta; köylülerin büyük kısmı da hayvancılıkla geçinmektedir. Elis (Mora Yarımadası üzerine kurulu bir kent) gibi düzlük bölgelerde boğa ve sığırlar yetiştirilmektedir. Bu hayvanlar özellikle çift sürmede ya da dini törenlerde kurbanlık olarak kullanılmaktadır. Spor faaliyetlerinde ve savaşta ehemmiyet arz eden at ise Argos, Tesalya ve Anadolu meralarında yetiştirilmektedir.

Yunan Ortaçağı’nın ilk dönemlerinde, toprak ürünlerinin değiş-tokuşu (trampa) üzerine kurulu bir sistem kullanılıp belirli bir miktar buğdaya karşılık belirli sayıda yumurta ya da çanak-çömlek alınırdı. M.Ö. 8. yüzyıla doğru ise değer ölçüsü kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte ilk zamanlar, ölçü olarak sığırlar kullanılırdı. Bu konuyla ilgili İlyada’da, Glavkos’un zırhlı gömleğinin değerinin 100 sığır,

57

Diomedes’inkinin ise 9 sığır olarak belirlenişini örnek verebiliriz. Sonraları kolayca taşınabilir ve malların değerini daha iyi gösterebilir bir ölçüye ihtiyaç duyulmuştur. Aranan bu ölçü, belirli ağırlık ve şekillere sahip çeşitli türden maden külçelerinde bulunmuştur. İlk zamanlar İtalya’daki gibi Yunanistan’da da daha çok bakır çubuklar kullanılmıştır. İlyada’da geçtiği üzere, Peleponnes’te Aka’ların bir miktar demir çubuğa karşılık sığır derisi ya da şarap satın almaları, demir çubukların değer ölçüsü olarak kullanıldığını gösterir. Fakat ticaretin gelişmesiyle birlikte Mezopotamya’da kullanılmakta olan gümüş ve altın külçeler, Yunan ticari hayatında da değer ölçüsü olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu değerli madenlerin ticaret hayatında kullanılmaya başlanmasıyla birlikte 7. yüzyıldan itibaren Mezopotamya ağırlık sistemi de Yunan ülkelerine girmiştir. Bu ekonomik gelişimin son evresi de sikkenin icadı olmuştur (Mansel, 2004: 126-127).

Tarım ekonomisinin, trampa ekonomisinin yerini denizciliğin alması, paranın icat edilmesi ve ticaret ekonomisinin hakim olması, 7. yüzyıldan itibaren gerçekleşmiştir. Bu durum, siyasal alanda da çeşitli dönüşümlere neden olmuştur. Derebeylik düzeninden, toprak soylularının hâkimiyetinden, ticaretin gelişimi nedeniyle burjuva hâkim konuma gelmiş ve demokrasiyi kurma teşebbüslerinde bulunmuştur.

Soyluların hiyerarşik dünya tasarımı, siyasi ilahi haklar kuramı, dinsel ahlakları, aşkıncı dünya görüşleri karşısına eşitlikçi dünya tasarımı, doğal haklar ve sözleşme kuramları, din dışı hümanistik ahlak, içkinci bir dünya görüşü almıştır. Batı Yeniçağında bütün bu değişme ve gelişmeler sonucunda Aydınlanma hareketi ortaya çıktığı gibi Antik Yunan’da da başlıca temsilcilerini Sofistlerin oluşturduğu zihinsel- kültürel bir hareket ortaya çıkmıştır ve bu hareket de birçok kültür tarihçisi tarafından bir aydınlanma, Yunan aydınlanması olarak görülmüştür (Arslan, 2006: 7- 8).

Demokrasinin gelişimi, her yurttaşın ödevlerini gereği gibi yapabilmesi, her şeyden önce halk meclislerinde iyi söz söyleyebilmesi ya da mahkeme huzurunda hakkını savunabilmesi için o zamana kadar olduğundan başka türlü bir eğitim görmesini gerekli kılıyordu. Okuma yazma öğrenmek, biraz edebiyat ve müzikle

58

uğraşmak ve idman yapmaktan ibaret olan eski eğitim sisteminin yetersizliği kendini açıkça gösteriyordu. Bu dönemde, bir insanın hayat mücadelesinde başarı sağlayabilmesi için mantıklı düşünmesi ve karşısındakini kandırabilecek kadar kolay ve düzgün söz söylemesi gerekiyordu. İşte bu yeni eğitim sisteminin yayıcısı olarak söz söylemekteki yetenek ve tartışmadaki ustalıklarına güvenerek şehir şehir dolaşan, oralarda genel konferanslar ya da gençlere para karşılığında ders veren insanlara Atinalılar, “sofist” adını vermişlerdi (Mansel, 2004: 343).

Sofistlerin Antik Yunan’daki üstlendikleri rol, Yunan sitesinin o zamana kadar kendine dayanak yaptığı ahlaksallığı, dinselliği ve siyaseti tahrip etmiştir. Sokrates ve Platon işte bu tahrip sonucunda ortaya çıkan toplumsal tablonun bilincinde olan filozoflar olarak işe koyulacak ve sadece varlık ve bilgi konularında değil, değerler konusunda da yeni bir bakış açısı sağlayıp yeni kavramlarla felsefeye yön vereceklerdir (Arslan, 2006: 78).

Sokrates öncesi filozofları birleştiren ortak paydanın onların doğanın bütününü açıklayacak evrensel ilkeleri bulma teşebbüslerinden ibaret olduğu söylenebilir. Günümüz terminolojisiyle ifade edildiğinde onlar “felsefe” kadar kozmoloji ya da bilimle ilgileniyorlardı. Sokrates, onlara karşı bilinçli bir başkaldırı içinde oldu. O, en çok bilme ihtiyacı duyduğumuz şeyin, doğanın nasıl işlediği konusu değil de, nasıl yaşamamız gerektiği hususu olduğunu ve dolayısıyla bizim öncelikle ve büyük ölçüde ahlaki problemleri ele almaya ihtiyaç duyduğumuzu öne sürmüştü (Magee, 2001: 5). Böylece evren sorunu yanında felsefede ikinci ana-konu olarak bilgi sorunu ve daha genel olarak insan ruhunun sorunları yer alıyor. Bununla biz özellikle Atina’da etkisini gösteren Sofistlik devrine, büyük fakat fırtınalı- tehlikeli fikir boğuşması devrine giriyoruz (Kranz, 1984: ). Kranz, Sofistlerin gelişiyle birlikte bilgi ve ruh sorununun ikinci plana geçtiğini düşünür. Hâlbuki Sofistlerle birlikte ikinci sırada yer alan insansal sorunların ön plana geçtiğini görüyoruz. Bu anlamda insana ve topluma ait sorunlar, Sofistlerle birlikte önem açısından ilk sıraya yükseliyor.

Sofistler hakkındaki ayrıntılı bilgileri, Platon’dan ve Aristoteles’ten öğrenmekteyiz. Platon’a göre Sofistlerin zararları genel olarak şunlardır: İlkin kendi

59

faydası için zengin delikanlılar peşinde koşan bir avcı gibidirler. İkinci olarak ruh ilimlerinde tüccardırlar. Üçüncü cephesi, aynı ilimlerde perakendeci olmalarıdır. Dördüncü cephesi de aynı ilimlerde hem yapıcı, hem satıcı olmalarıdır. Beşinci olarak, dövüş sanatında söz pehlivanıdırlar. Kendilerine tartışmayı sanat edinmiştirler. Altıncı çehresi veya şekli münakaşadır. Ruhu, ilme engel kanaatlerden temizlediğini söylemektedirler (Platon, 1997: 231d-231e). Ancak Sofistin bildiği şey,

evrensel ilmin kendisi değil, uydurma bir görünüşüdür (Platon, 1997: 233d).

Sofistler hakkındaki bahsedilen altı özellikten ilk dördü, onların hakikatin bilgisinden ziyade zannın, doğru olmayan bilginin sahibi olmaları ve bunu para karşılığında öğretmeleri yönündedir. Onlar tüccardırlar. Doğru olmayan, uydurma şeyleri perakende bir şekilde yurttaşlara satarlar.

Platon’un Sofistler hakkındaki bu tespitleri oldukça önemlidir. Ancak onun bu tavrı biraz abartılı görünmektedir. Çünkü Sofistlerin neden olduğu olumsuz şeyler olduğu gibi olumlu şeyler de vardır. Bunun en başında da sorgulamaların kozmostan insana dönüşünü sağlamaları gelir. Bu dönüşüm, aynı zamanda insanı ve ona ait sorunları öne alması bakımından olumlu bir değişimdir. Diğer yandan da onlar, bu dönüşümle birlikte karşılaşmış oldukları güçlükleri, aşkın ilkelere referanstan ziyade içkin olandan hareketle yanıtlamaya çalışmışlar, bunun için de bireysel insandan hareket etmişlerdir.

Aristoteles’ten edindiğimiz bilgiye göre ise Protagoras (M. Ö 482-411), bir şey hakkındaki öne sürülen iki karşıt düşüncenin de doğruluğunu savunmuştur. Örneğin, soğuk bir kış gününde, bir arkadaşımızla beraber gezintiye çıktığımızı düşünelim. Arkadaşımız, havanın soğuk olmadığını, giymiş olduğu giysilerin de gereksiz olduğunu söylesin. Biz de havanın soğuk olduğunu düşündüğümüzden elimize ne geçmişse giymişiz (kazak, palto… vb.) ve biraz yürüdükten sonra, daha kalın giyinmediğiniz için pişman olmuşuz. Protagoras’a göre, havanın soğuk olmadığını düşünen arkadaşımızın yargısı da bizim yargımız da doğrudur. Yani birimizinki doğru, diğerininki yanlış değildir. “Eğer durum böyleyse, bütün görüşlerin doğru olması gerekir. Çünkü doğru ve yanlış düşünceler, karşıt görüşlere sahiptirler. Eğer şeylerin kendileri sözünü ettiğimiz görüşün varsaydığı gibiyseler,

60

insanların tümünün doğru düşünmeleri gerekir.” (Aristoteles, 1996: 1009a10- 1009a20) Her insan, kendisi için doğru olanı yapar. Bir eylemde bulunmadan önce, eylemin doğruluğu noktasında kendini inandırır ve ondan sonra harekete geçer. Ancak bu durum, her insanın gerçekten doğru bir edimde bulunacağı anlamına gelemez. Çünkü o insanın kendini doğruluğuna inandırdığı eylem ile gerçekten doğru olan eylem arasında çok fark vardır. Bundan dolayı, toplumsal açıdan, suç ve suçlu kavramlarının varlığını kabul etmekteyiz. Her insanın yargısını doğru olarak kabul etmek, her insanın haklı olduğunu kabul etmektir. Burada yargı ile eylemin varlığını karıştırdığımız sanılmamalıdır. Yargı ile eylem arasında doğrudan bir özdeşlik ilişkisi kurmak mümkün olmasa da onların arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını savunmak da kabul edilemez. Yargı, gerçekleştirilecek olan eylemin belirleyicisidir. Eylemimizi gerçekleştirmek için kendimizi ikna etmede kullandığımız meşruiyet zeminidir. Bu bağlamda, eylemlerimiz, yargılarımızla yakından ilişkilidir. Birbiriyle çelişen iki yargının doğruluğu, her yargının doğruluğuna; her yargının doğruluğu da her eylemin doğruluğuna meşruiyet sağlar.

“Hasta için yemek acıdır ve onca böyledir; buna karşılık, sağlam bir insan için tam tersi doğrudur ve tersi görülür. Bu ikisinden hiçbiri daha bilgedir denemez…” (Platon, 1986a: 166e-167b) Plutarkhos’un aktardığı bir mızrak yarışmasında, bir seyircinin ölüm nedeninin tartışıldığı tatsız tartışma konusunda Protagoras, birçok farklı görüşün belirtilmesinin gerekliliği üstünde durur. Hekime göre mızrak, kesinlikle ölümün doğrudan nedenidir, yargıca göre ise tersine, mızrağı atan sorumludur, oradaki resmi görevliye göre de cezalandırılması gerekenler stat komiserleridir. Dolayısıyla, çözüm araştırmalarında her şeyden önce tümel görüş açısının terk edilmesi gerekir. Bu noktada Protagoras’a göre gerçek, yani doğru ve kesinlikle upuygun bir söylem olsa bile onu bulmak mümkün değildir. Böylece felsefeye görelilik kategorisi girmiş olur; bundan anlamamız gereken, gerçeğin ölçüsünün söylem olmasıdır (Dumont, 2007: 38).

Protagoras’a göre “her şeyin ölçüsü insandır, var olan şeylerin varlıklarının, var olmayan şeylerin yokluklarının…” (Platon, 1986a: 152-152b) Varlığın ve yokluğun ölçüsü insandır. Bu insan, tümel bir karaktere sahip değildir. O daha ziyade bireysel bir insandır. Yani Ali, Ahmet, Mehmet… vb. Bu durumda ontolojik olarak

61

bir şeyin varlığı bireysel insana indirgenmiş bulunuyor. Bir insanın duyumladığı şey, onun için var oluyor. Diğeri bunu duyumlamamışsa onun için böyle bir durum söz konusu olmuyor.

Diğer bir önemli Sofist olan Gorgias’a (M.Ö. 483-375) göre ise hiçbir şey var değildir; var olsaydı bile bilinemezdi; bilinebilseydi bile başkalarına anlatılamazdı (Skirbekk ve Gilje, 2000: 55). Gorgias’ın bu cümlesinin yorumu iki şekilde yapılabilir. Bunlardan biri varlığı inkâr etmek, diğeri de duyuların birbirine kapalı olması ve dolayısıyla da bilginin mümkün olmamasıdır.

Kuşkucu filozof Sextus Emipiricus aracılığıyla tanıdığımız, Gorgias’ın tek yapıtı, Parmenides’in şiiriyle aynı adı taşır: Yokluk ve Doğa Üstüne. Yokluk sözcüğü sadece Varlığın yerini almıştır. Gorgias’a göre her şeyden önce hiçbir şey yoktur. Buna göre, yokluk da yoktur çünkü yokluk olsaydı bunun sonucu olarak bir şey hem olacak hem olmayacaktı. Aynı şekilde, varlık da yoktur çünkü yaratılmamışsa eğer sonsuzdur ve eğer sonsuzsa hiçbir yerdedir. Nihayet varlık ne birdir ne de çoktur. Dolayısıyla hiçbir şey yoktur çünkü yokluk yoktur ve varlık bir yokluktur (Dumont, 2007: 36).

Protagoras, insanlara iyi bir yurttaş olmak için gerekli olan ahlaki ve siyasi erdemleri öğrettiğini iddia ediyordu. Gorgias ise sadece bir hitabetçi olduğunu, işinin sadece sözler olduğunu, amacının da yalnızca söz ustalığı veya sözün iktidarını sağlamak olduğunu söylemektedir. O varlıkla yokluk arasında bir ayrım yapmadığı gibi bireysel ve öznel de olsa bilginin imkânını reddetmektedir. O varlık ve bilgi konusunda gerçekten bir “hiççi”dir (Arslan, 2006: 51).

Sofistlerle beraber insan artık, bilen değil irade sahibi bir varlık haline dönüşmüştür. Onun sahip olduğu bu irade, bütün insanlar için aynı değildir. Daha çok bireyseldir. İradenin bireysel olması, bir insanın istediğini diğerinin istememesine neden olabilir. Birisinin tatlı dediğine diğeri acı diyebilir. Onların bu göreli durumu, toplumun hayatta kalması ve kendi varlığını devam ettirebilmesi için gerekli olan norm ve değerlerin de genel-geçerliğini ortadan kaldırmakta, onu etkisizleştirmektedir. Bunun temel nedeni, esasında, irade kavramından kaynaklanır. Sofistler, irade kavramını esas aldığından göreceli bir yaklaşımı savunmak

62

durumunda kalmışlardı. Eğer onlar aklı merkeze almış olsalardı, insanların üzerinde uzlaşabileceği, herkes için genel geçer ilkelere ulaşabilirlerdi. Çünkü aklın işleyişi doğası gereği var olan tikel şeylerin üstüne çıkıp genel yargıya ulaşmayı amaçlar. Bu durum, tam da Platon ve Aristoteles’in önemini ortaya koyar. Onlar, ortaya koydukları görüşlerle, akıl kavramından hareket etmişler ve Sofistlerin bireysel ve göreceli tezlerinin yerine daha genel, evrensel teoriler ortaya koymayı başarmışlardır.

Norm ve değerlerin önemlerini kaybetmeleri, bireylerin davranışta bulunurken merkeze aldıkları ölçütlerin ortadan kalkmasına, isteyenin istediği gibi davranmasına neden olur. Varılan bu sonuç norm ve değerler üzerinde önemli tahribatlara neden olur, toplumsal alanı kaosa sürükler. Sofistlerin işlevi de norm ve değerlerin geçerliliklerinin ortadan kalkmasına, ahlaksal bağlamda gençlerin yozlaşmalarına neden olmuştur. O dönemde, alışılmış yaşam kurallarına ayak uydurmak çok güçleşmiştir. Bu değer anarşisi içinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyordu. Diğer yandan demokratik gelişme bir savaşmaya, yarışmaya yol açmıştı. Böyle bir durumda bilgili olanın yeterli, üstün olabileceği anlaşılmıştı. İşte Sokrates, bu kanıyı ahlaka aktarmakla, duruma en keskin anlatımını kazandırmıştı. Ahlakta da üstün olmak, erdemli olmak, bilgiye bağlıdır. Yalnızca doğru bilgi, doğru eyleme vardırır. Böylece ahlaklı olmanın özü, “iyi”yi bilmek oluyordu (Gökberk, 2007: 46).