• Sonuç bulunamadı

8. İslam Ortaçağı

1.3. Mülkiyet Sözleşmesi

175

Locke (1632-1704)’a göre, doğal durumda insanlar, doğanın verdiği ürünlerden eşit şekilde yararlanıyorlardı. Ancak zamanla, onun ürünleri, yetersiz hale gelmiştir. İnsanlar, ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmişler ve bir savaş, çatışma durumu oluşmuştur. Bu çatışmayı ortadan kaldırmak için de, insanlar, bir araya gelip sözleşmeyi, yasayı tesis etmişlerdir. Locke’taki sözleşme, Hobbes’taki gibi bir devir sözleşmesi değildir. Bireylerin haklarını güvence altına alan, anayasal bir sözleşmedir. Sözleşmeyi yapanlar da uyruk değil, yurttaştırlar. Hükümetin anayasaya uygun davranıp davranmadığını denetleyebilmektedirler.

Locke’un politik düşüncelerini anlayabilmemiz için onun özne tasarımından hareket etmeliyiz. “Bütün ideler Duyumdan ya da Düşünümden gelir.” (Locke, 2004: 97). “…bütün bilgilerimizin daha önce sözü geçen iki kaynağından, yani düşünüm ve duyumdan edindiğimizin açık olduğunu sanıyorum.” (Locke, 2004: 165) İnsan, duyular vasıtasıyla edinmiş olduğu basit ideleri karşılaştırır, ayrıştırır ve birleştirir. Böylece bilgiye ulaşır. Bilginin, duyusal olanla sınırlı olması gerekir. Ancak bilgiye, sadece, duyular yoluyla ulaşamayız. Bunun için, aklın soyut işleyişine de ihtiyacımız var. “Bir türün özü ya da ölçünü diye kabul edilen bir soyut ideye göre düşünmeden, doğadaki tikel varlıklar arasında özsel bir ayrım yapmaya yeterli olabilecek şeyin ne olduğunu birine sormayı çok isterdim” (Locke, 2004: 317).

Locke’ta bilgiye ulaşmanın gerekli koşulu, hem duyularımız hem de aklımızdır. İki yetinin bir arada işleyişini en güzel şekilde ortaya koyan süreç de,

deneyimdir. Deneyimin vazgeçilmez iki koşulu, duyulardan edinilen basit ideler ve

bu ideler üzerinde çalışacak olan akıldır. Duyular yoluyla edinmiş olduğu ideler üzerinde, insanın aklını çalıştırması, bilgiye ulaşılmasını; doğadaki işlenmemiş bir nesneye yönelmesi, onun üzerinde emek harcaması da mülkiyete erişilmesini sağlar. İnsanların bir araya gelerek tesis ettikleri yasa da, onların, doğal varlıklar üzerindeki sarf ettikleri emeğin güvencesini sağlar. Öznenin kendisinin kıldığı varlık üzerinde, bir başkasının irade kullanımını kısıtlar. Onun üzerinde tasarrufta bulunmasını engeller.

Hobbes, insanı, bir kudret varlığı olarak tanımlanmıştı. Locke ise insanı, akıllı bir varlık olarak tanımlar. Aristoteles, Cicero ve A. Thomas çizgisine, aşkın insan

176

tasarımına döner. Ona göre, akıl, insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli yetidir. Ahlakın kaynağı da, bu aşkın insanın, onu diğer varlıkların üstüne çıkartan niteliğine dayanır.

Locke, ahlakı kesin bir bilim olarak kurmanın, mümkün olduğunu düşünür. Ona göre, ahlaki ilke ve kaideler, matematikte olduğu gibi, gerçekle bağlantısı olmayan soyut ve ideal kavramlardır. Adil olan ile olmayanın hakiki ölçüsünü, matematikteki kadar zorunlu ve itiraza yer bırakmayan sonuçlara varacak şekilde tümdengelim yoluyla çıkarmada hiçbir sorun yoktur (Didier, 2009: 57-58). Locke’taki bu düşünce, Sokratesçi ahlak anlayışını andırır. Sokrates de, ahlakı bilim olarak görmekteydi. Ancak Locke ve Sokrates arasında, bunun nasıl olacağına dair önemli farklılıklar vardır. Sokrates, doğuştan, bazı ahlaki idelere sahip olduğumuzu savunuyordu. Locke’un epistemolojisi ise, insanın zihninin, doğuştan boş olduğu (tabula rasa) emprist görüşe dayanır. İnsan, doğuştan hiçbir ideye sahip değildir. O, deneyim sayesinde bilgiye ulaşır. Bu nedenle, “ahlak kuralları bir kanıt gerektirirler, doğuştan değildirler.” (Locke, 2004: 86).

Doğuştan ahlaksal ilkelere sahip olsaydık, suç, suçlu diye bir şey de olmazdı. Çünkü herkesin içine, bu ilkeler kazınmış olurdu. Oysa içinde yaşadığımız toplumda ve başka toplumlarda, birçok suç ve ceza ilişkileriyle karşılaşmaktayız. Suç ve ceza kavramlarının varlığı, onlara duyulan ihtiyaç, her insanın doğuştan ahlaki ilkelere sahip olmadığını, onları daha sonra kazandığını kanıtlar.

İnsan eylemlerinin doğruluğunu belirleyen, üç temel yasa vardır. İnsanlar, eylemlerini yorumlarken, bu üç yasaya göre değerlendirmede bulunurlar: 1) Tanrısal

yasa, 2) yurttaşlık yasası ve 3) sonuncusu da kanı ya da saygınlık yasası’dır. İnsanlar

bunlardan birincisine bağlı olarak eylemlerinin günah mı yoksa sevap mı olduğuna, ikincisine göre suç olup olmadığına, üçüncüsüne göre de erdem mi yoksa kötülük mü olduğuna karar verirler (Locke, 2004: 246)

İlk yasa, Locke’un teolojiyle olan bağını yeterince koparamadığını gösterir. Ona göre Tanrı, eylemlerimizi iyiye yöneltecek kadar iyi ve bilgedir. Öteki dünyadaki sonsuz ağırlıklı ve sonsuz süreli ödül ve cezalarla bunu sağlayacak kadar güçlüdür. Bu yasaya göre, insan eylemlerinin hak ettiği iki sonuç vardır: Günah ve

177

sevap. Kötü eylemlerde bulunmuş kimseler, öte dünyada, yaptıkları eylemin kaçınılmaz sonuçlarıyla karşı karşıya kalırlar. İyi eylemlerde bulunmuş insanlar ise bu dünyadaki yaşamış oldukları çeşitli sıkıntılara, zorluklara göğüs gerdiklerinden dolayı, diğer dünyada bunun mükâfatını alırlar. Suçluluğun ve masumiyetin ölçüsü ise yurttaşlık yasası’dır. Yurttaşlık yasası, toplumun kendi bireylerinin eylemleri için koyduğu, onların eylemlerinin suç olup olmadığını saptamak üzere bunları kararlaştırdıkları, bir başka yasadır. İnsanların, sözleşmeden sonra geliştirmiş oldukları kurallar ve yükümlülükler, yurttaşlık yasası’nı oluşturur. Üçüncüsü ise erdemle ilgili olan yasadır. Erdem ya da erdemsizlik olarak kabul edilen şeyin ölçüsü, övgüye ya da yergiye dayanır. Her toplumda, bu ölçülerin, aynı nitelikte olduğu söylenemez. Ancak her toplumda tasvip edilen ya da edilmeyen davranış örüntüleri de bulunur. Hangi eylemin övgüyü hangisinin de yergiyi hak ettiğini bilemesek de, onların eylemlere yönelik aldıkları tavır (beğeni ya da hoşnutsuzluk), erdemin ölçüsünü oluşturur. Erdem, her yerde övülmeye değer görülen şeydir. Yalnızca kamunun saygısını sağlayan şeye erdem denir.

Locke’un ahlakı, geleneksel unsurlar içermesine rağmen, yeni ve özgün şeyleri de kendi içinde barındırır. Buna gösterilebilecek en iyi örnek, onun sözleşme kuramından hareketle okunması gereken yurttaşlık yasası’dır. Bu yasa, oldukça önemlidir. Günümüzde, sadece ahlaksal açıdan değil, özellikle de hukuksal açıdan yasaların bağlayıcılığı bu anlayışın ürünüdür: İnsanlar sözleşirler ve yasayı oluştururlar. Yasa, bireyin eylemlerinin iyi mi yoksa kötü mü olduğunun belirleyicisi olur. Yasaya uygun olan iyi, ona uymayan, aykırı olan ise kötüdür.

İyi ve kötünün belirleyicisi olan sözleşmenin tesis edilişine, sadece modern dönemde rastlamıyoruz. Antik Yunan’daki bazı Sofistler (Hyppias ve Antiphon) de, doğa-yasa ayrımı yapıyorlardı. Doğa, zorunlu olanı ifade ederken; yasa, uzlaşımsal olanı ifade ediyordu. Bu düşünceden hareketle, köleliğin de doğal olmadığını, yapay bir şey olduğunu söylüyorlardı: Doğal olarak bütün insanlar eşittir. Herhangi bir insanın, bir başka insan üzerinde üstünlüğü yoktur. Birilerinin köle, diğerlerinin efendi olmasının tek nedeni olabilir. O da, uzlaşıdır. Ancak bu doğaya aykırıdır. İlk defa, Hyppias ve Antiphon gibi Sofistler tarafından savunulan bu düşünce, bütünüyle olmasa da, modern düşünürlerin görüşleriyle önemli benzerlikler içerir. Ancak

178

Sofistler doğal olana, modernler ise uzlaşımsal olana vurgu yaparlar. Modern olup da, doğal olana vurgu yapan aykırı bir ismi de zikretmek mümkündür. Bu, Rousseau’dur. O, doğal olmayanın ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermeyi başarmış, ender şahsiyetlerden biridir.

Locke’un politik teorisinin kurucu kavramı olan mülkiyete, Rousseau şiddetle karşı çıkar. Çünkü mülkiyet kavramı, doğa ile insan arasındaki ilişkiye zarar vermiş, onlar arasındaki bütünlüğü koparmıştır. O, doğa ile insan arasında bir dolayıma neden olmuştur ve artık insanlar, bizin değil, benin dilini konuşur hale gelmişlerdir. Yapmamız gereken şey de, insanı, bu dolayımdan kurtarmak ve doğa ile onun arasındaki bütünsel ilişkiyi yeniden tesis etmektir.