• Sonuç bulunamadı

Çeviri Faaliyetleri ve Kelamın Önemi

8. İslam Ortaçağı

8.1. Çeviri Faaliyetleri ve Kelamın Önemi

Farabi’den edindiğimiz bilgiye göre felsefi soruşturma, eskiden Irak halkı olan Kildaniler’de ortaya çıkmış, sonradan Mısır halkına ulaşmış, oradan Yunanlılar’a, Süryaniler’e ve son olarak da Araplar’a geçmiştir. Bu ilmin içerdiği her nesne, Arap diline geçene kadar Yunanca ve Süryanice’de anlatılmıştır. Bu ilme sahip olan Yunanlılar, ona, gerçek hikmet ve en yüksek hikmet derlerdi (Farabi, 2003: IV. 53).

Yunan felsefesi müfredatının Atina, İstanbul, Antakya ve İskenderiye okullarında devam ediyor olması, buraların fatihleri olan Müslümanların bu bilgileri almalarını kolaylaştırdı. Bu süre zarfında, rekabet halindeki Süryani kiliseleri, Nasturîler ve Yakubîlerin öğretisel anlaşmazlıklarını daha ileri götürmek için çeşitli felsefi metinleri kendi görüşlerine uyarladılar. Bunların aynı bölgelerde yaşayan

Müslümanlar tarafından alınmalarını sağladılar (Leaman, 2000: 24-25).2

Bir yandan yeni karşılaşılan Helen, İran, Hint ve diğer yabancı kültürlere karşı uyanan merakın giderilmesi diğer yandan da İslam’ın bunlardan üstün olduğu fikrinin pekiştirilmesi bakımından, bu kültürlerin son derece iyi bilinmesi, bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı. Bu kültürlere ait kitapların Arapçaya aktarılması, bunu sağlayacak en kestirme yol olarak görülmüştü. Bu faaliyetin ilk örneği, Halid b. Yezîd b. Muaviye’nin (Ö. 704) Grekçe ve Koptça’dan tıp, astronomi ve kimyaya (simya) dair bazı eserleri İskenderiyeli rahiplerden Staphon ve Maraianos’a tercüme ettirmesiydi. Daha önceleri, Emevî halifesi Mervân b. Hakem(684-685), Ömer b. Abdülaziz (717-720) dönemlerinde çeşitli tercümelerin yapıldığı bilinmekte ise de

139

bunlar, toplumun ihtiyacı dikkate alınarak yapılan ve tıp kitaplarıyla sınırlı kalan girişimlerdi.

İkinci Abbasi Halifesi Mansûr (754-775) dönemine gelindiğinde, bir taraftan tercüme faaliyetlerine hız verilirken diğer taraftan da çerçeve genişletilmişti. Bu gelişimde, Mansûr’un dini ilimler ve edebiyat dışında mantık, felsefe, matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akıl ve tecrübeye dayalı ilimlere karşı duymuş olduğu ilgi önemli bir etkendi. Tercüme edilen ve aralarında Aristo’nun Organon’unun ilk üç kitabının da bulunduğu çok sayıda eser için sarayda Hizânetü’l-hikme adı verilen özel bir bölüm tahsil edilmişti. Halife Mehdî (775-785) döneminde, birtakım zenâdika (zındık) ve melâhide (dinsiz) hareketlerinin baş göstermesi yüzünden gerektiği gibi yürütülemeyen bu önemli faaliyet, Hârûnürreşîd’in halifeliği (786-809) boyunca sürdürülmüş, bu arada bazı telif eserler de vücuda getirilmiştir. Artarak devam eden verimli çalışmaların ürünü olan eserlerin sığmaması üzerine, sürekli genişletilen Hizânetü’l-hikme, nihayet halife Me’mûn (809-833) döneminde bağımsız bir kurum halini alarak adeta bir ilimler akademisi hüviyetini kazanmış ve bu tarihten itibaren Beytü’l-hikme adıyla anılmaya başlanmıştır (Sarıoğlu, 2003: 2).

Roma İmparatorluğu’nda felsefe, pek çok eğitim merkezlerinde Platon, Aristo, Epikür ve Zenon gibi filozofların öğretileriyle sıkı bir ilişki içerisinde tedris edilirdi. Sadece Roma, Atina ve İskenderiye’de değil, imparatorluğun Pergamon (Bergama), Smyrna (İzmir), Apamea, Tarsus, Ege ve Afrodisias gibi doğu ya da Napoli ve Marsilya gibi batı bölgelerinde de bir “felsefe okulu”, Plâtonculuk, Aristotelesçilik, Stoacılık ya da Epikürcülük şeklinde yaygınlık kazanmıştır. Bu arka plana karşın, Plotinos’un düşüncesi hem Latin hem de Arap dünyasındaki felsefi faaliyetin ortaya çıkışında önemli bir yere sahip olmuştur (D’ancona, 2007: 11).

İslam felsefesi, genellikle, Hıristiyan kimselerce gerçekleştirilen tercümelere bağlı olarak Arap, Fars ve sonra da Türk, Hindu ve Malay vd. Müslümanlarca oluşturulmuş, Yunan felsefesinin yanında karşılıklı etkileşim yoluyla Hıristiyan ve Yahudi felsefesinden de etkilenmiş olan bir felsefedir (Nasr ve Leaman, 2007: 36).

Yunan felsefesi, İslam’da, Aristoculuk ya da Meşşailik akımını doğurmuştur ancak İslam’da felsefi düşüncenin kaynağını Yunan felsefesine dayandırmak bir

140

hatadır. Felsefi düşüncenin İslam’da asıl kaynağı, Yunan düşüncesi değil, Kur’an’dır (Açıkgenç, 1992: 79). İslam felsefesi ile İslam vahyi çerçevesinde teşekkül eden bilgi kaynakları arasındaki ilişkiyi anlamada bizatihi hakikat teriminin büyük bir önemi vardır. El-Hakika, hem gerçek hem de doğru (hakikat) anlamına gelir. Ayrıca terim, isimlerinden birisi Hakk olan Allah ile de alakalıdır. İslam felsefesinin amacı, Hakk’ın keşfedilmesidir. El-hakika, aynı zamanda, Kur’an’ın deruni gerçekliğini ifade eder ve bu derûnî gerçekliğe ancak Kutsal metnin anlamının hermeneutik bir tarzda ele alınmasıyla ulaşmak mümkündür. Tarihte çoğu kez bir İslam filozofu, İslam felsefesinin az da olsa farklı anlamlarına vurgu yapmak için kullanılan iki temel terim olan felsefe ya da hikmeti, Kur’an’ın merkezi bir kavramı olan hakikatle özdeşleştirmiştir (Nasr, 2007: 51). İslam kelamındaki felsefi sivrilmeler, felsefe ile doğrudan herhangi bir açık bağlantı olmaksızın, daha çok meşru akıl yürütmeye ilişkin uygun kuralların gelişmesi yoluyla oluşmuştur (Leaman, 2000: 27).

Müslümanlar, Batı’da İslam kaynakları vasıtasıyla çok iyi bilinen Hermes’i, Kur’an ve Hadis’in peygamberlik halkasına dâhil ettiği iki kadim peygamber olan İdris ya da Enoch ile özdeşleştirirler. Hz. İdris’e Ebu’l-hukemâ (filozofların babası) demek suretiyle onu, felsefenin ilk kaynağı olarak görürler. (Nasr, 2007: 52). El-

Hakîm (Bilge, hikmet sahibi), Allah’ın isimlerinden biridir ve aynı zamanda da

Kur’an’ın isimleri arasında yer alır. Birçok Müslüman filozof, Kur’an’ın 31. Suresine adı verilen Lokman’ı, peygamberden sonra kendisine –Müslüman filozofların hakiki felsefe olarak kabul ettikleri- hikmetin bahşedildiği bir hâkim olarak bakarlar.

İslam, Hint ve Farisi arka planından aldığı şeyleri, İslami olan yeni bir kalıp içerisinde dönüştürmüş ve hazmetmiştir. Nakledilen fikirler ve sistemler, bu kalıp içerisinde, farklı bir entelektüel sentezin bütünleyici unsurları olarak yeni şekillerde işlev görmüşlerdir. İslam düşüncesinin orijinalliğinin yattığı nokta da bu sentezdir (Hak, 2007: 89). Bu sentez, diğer uygarlıklardan alınan düşünsel ürünlerle İslam dininin usul ve kaidelerinin harmanlanmasıyla gerçekleşmiştir. Bu harmanlamada, aralarında çeşitli seviye farkları bulunsa da Gazali hariç diğer İslam filozofları önemli rol oynamışlardır. Onun görüşlerine geçmeden önce, sırasıyla Farabi ve İbn Sina’nın düşüncelerine yer vermeliyiz.

141