• Sonuç bulunamadı

Mülkiyetin Neden Olduğu Dolayımın Ortadan Kaldırılması

8. İslam Ortaçağı

1.4. Mülkiyetin Neden Olduğu Dolayımın Ortadan Kaldırılması

Doğal durumda insanlar, doğa ile bir bütünlük içerisinde yaşıyorlardı. Ancak, günün birinde bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Bu, bana aittir!” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. (Rousseau, 2009: 133). Toprağın etrafını çitle çeviren, doğa ile insan arasında bir dolayıma neden olmuştur. Yapılacak olan sözleşme de, bu dolayımı ortadan kaldırmalıdır. Temel sözleşme, doğal eşitliği ortadan kaldırmak şöyle dursun, tam tersine, doğanın insanlar arasına koyduğu maddesel eşitsizlik yerine manevi ve haklı bir eşitlik getirir. İnsanlar güç ve zekâ bakımından olmasalar da sözleşme ve hak hukuk yoluyla eşit olurlar (Rousseau, 2007: 22). Bu nasıl gerçekleşecektir? “Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun.” İşte, toplum sözleşmesinin çözümünü bulduğu ana sorun budur (Rousseau, 2007: 14). Her birimiz bütün varlığımızı ve gücümüzü bir arada genel istemin buyruğuna verir ve onun bölünmez bir parçası haline geliriz. Herkes kendini tümüyle topluma verdiğinden, herkes aynı durum içerisinde olur ve başkalarına zarar vermekten kimsenin bir çıkarı olmaz.

179

“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama böyle sanması, onlardan daha da köle olmasına engel değildir. Bu değişme nasıl olmuş? Bilmiyorum. Bunu yasalaştıran nedir? İşte bu soruya karşılık verebilirim sanırım.” (Rousseau, 2007: 4). Uygar toplumda insan, köledir. Türlü boyunduruklar altındadır. Onun boynuna vurulan zincirlerin, rengini, kalınlığını ve uzunluğunu görebilmemiz için, kaypak kum yığınları üzerine kurulmuş gibi duran insan kurumlarını çevreleyen tozları ve kumları temizlenmeliyiz. Böylelikle o, doğa ile uyumlu şekilde yaşayan duygu varlığına ulaşırız.

Hobbes, insanı, kudret varlığı, Locke ise akıl varlığı olarak görmüştü. Rousseau (1712-1778) ise insanı, hem akıl varlığı hem de bir duygu varlığı olarak görür. İnsanın, toplumda yaşayabilmesi için, işlenmiş bir akla sahip olması gerekir. Doğal durumda ise o, bir duygu varlığıdır. Doğal dönemde, insan varlığının, akıldan önceliği olan iki yetisi vardır. Bunlardan ilki, insanın, refahını ve varlığını korumasıdır. Diğeri ise başka varlıkların, özellikle de hemcinslerimizin yok olmasını veya acı çekmesini görünce, duymuş olduğumuz hoşnutsuzluk duygusudur. Bu duygu, içgüdüseldir.

İnsanın bir duygu varlığı olmasının ilk öncülü –insanın kendi refahını ve varlığını korumayı amaçlaması- Hobbes’un düşüncelerine yakındır. Ancak Rousseau’ya göre, Hobbes, ikinci öncülü –diğerlerinin acı çekmesine karşılık duyulan hoşnutsuzluk duygusunu- ihmal etmiştir. Bu nedenle, onun insan tanımına katılmak mümkün değildir.

Doğal durumda, hiçbir ahlaksal ilke bulunmamaktadır. Ancak yine de, insanlar mutsuz değildirler. Nasıl oluyor da, hiçbir ahlaksal ilke olmadığı halde, insanlar arasında bir huzursuzluk gerçekleşmiyor? Çünkü bir duygu varlığı olan insanda, merhamet duygusu vardır. Merhamet, doğal bir duygudur. Bütün türün, karşılıklı olarak, kendini muhafazasına yardım eder. Acı çektiğini gördüklerimizin yardımına düşünmeden koşturan bu duygudur. Doğa halinde kanunların, törelerin, erdemin yerini, tatlı ve yumuşak sesine herkesin boyun eğmesi üstünlüğüne de sahip olarak bu duygu alır (Rousseau, 2009: 123). Ancak doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, çok önemli değişikliklere yol açmıştır. Davranışlarındaki içgüdüsel

180

yönü ortadan kaldırıp, onun yerine adaleti koymuştur. Ahlaksal değer ölçüsünü vermiştir.

Rousseau, toplumsal ve siyasal anlamda önemli dönüşümlerin gerçekleştiği bir dönemde yaşamıştır. Bu süreç, toplumun ve ona ait belirlenimlerin artık, geleneksel ve aşkın ilkelere referansla tanımlanmadığı bir dönemdir. Rousseau, Aydınlanma dönemi düşünürlerindendir.

Kant, 1784’teki yayınlamış olduğu“ “Aydınlanma nedir?” Sorusuna Yanıt” adlı yazısında, Aydınlanmanın parolasını bizlere verir: Sapere aude (Bilme ve tanıma yürekliliğini göster)! “1736 yılında Alman Aydınlanmasının önemli bir çevresini oluşturan “Doğrunun Dostları Topluluğu”nun benimsemiş olduğu bu özlü deyiş Romalı düşünür ve ozan Horatius’un uzun bir şiirinden alınmıştır” (Kant, 2008: 263):

Sapere aude; incipe! qui recte vivendi prorogat horam, rusticus expectat dum defluat amnis; at ille labitur et labetur in omne volubilis aevum

Yüreklice düşün; Gir bu yola seve seve! İyi yaşamayı sonraya bırakan kimse, Yolunda bir ırmakla karşılaşıp da akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer; Oysa ırmak hiç durmadan akıp gidecektir.

Hangi yol? Hangi cesaret? Bu, insanın kendi aklını kullanma cesaretinden kaynaklanan bir özgürlük yoludur. Onu sınırlandıran geleneksel otoritelerden uzaklaşıp, kendi özgürlüğünü inşa etme yoludur. Bir yandan aklın içine düştüğü

antinomiler’den, diğer yandan da olgusal gerçekliğin nedensel zincirlerinden

kurtarma ve insan onur ve saygınlığını kazandırma projesidir. Bu noktada, Descartes’in açmış olduğu çığırın önemli bir yeri vardır. Cogito, özne ile nesne arasındaki yeni bir ilişkinin ifadesidir. Nesnenin özneye tabi kılınmasının, varlığını ona borçlu olmasının dile gelişidir.

181

Descartes, Katoliklerle Protestanların amansız kanlı mücadelelerinin olduğu bir dönemde yaşar. Galileo, Engisizyon tarafından yargılanmaktadır. Kopernik’i destekleyen kimseler Kilise tarafından zulüm görmekte, Katolik Kilisesi yeni bilimsel ve felsefi fikirlere karşı insafsız baskılar uygulamaktadır. Bu dönemde, aynı zamanda, Rönesans’ın bilim, matematik, felsefedeki neden olduğu değişimlerin sonuçları da hissedilmektedir (Aczel, 2007: 5).

2. Aydınlanma Yolculuğu