• Sonuç bulunamadı

Kudret Varlığı ve Onun Erdemleri

2. Aydınlanma Yolculuğu

2.2. Erdem Kendini Koruma Çabasıdır

2.2.2. Kudret Varlığı ve Onun Erdemleri

Aristoteles’in belirlediği geleneksel anlayışta, insan, toplumsal bir varlık (zoon politikon) olarak görülüyordu. İnsan için en elverişli durum, toplum durumu kabul ediliyordu. Toplum öncesi bir durum kabul edilmiyordu. Bu anlayış, Cicero vasıtasıyla Aquinolu Thomas’a kadar gelmişti. İbn Haldun ve Machiavelli’de ilksel şeklini gördüğümüz, Hobbes’ta da gelişkin formuyla karşılaştığımız hak varlığı olarak insan tasarımı, varlığını Spinoza’da da korur: Tüm Doğanın ve dolayısıyla her

bireyin doğal hakkı, gücünün yettiği kadar uzanır. O halde, bir insan kendi doğasının

yasalarına göre yaptığı her şeyi doğanın egemen hakkı uyarınca yapar ve doğa üzerinde, gücü ölçüsünde, hakkı vardır (Spinoza, 2009b: 16).

Etik, insan davranış ve duygularını aşkın ahlak değerlerine başvurarak değil, öngördükleri ya da beraberinde getirdikleri var olma kiplerini temel alarak değerlendirir. Yapabildiğimiz her şeyi sonuna kadar yapma ilkesini benimserken Etik, bedeni moral olarak almaktadır (Bumin, 2010: 87). Etik’in bakış açısı şudur: Neye muktedirsin? Ne yapabilirsin? (Deleuze, 2008: 127). Bu bağlamda Spinoza, ahlakı değil, etiği savunur. Bizlere ne yapmamız gerektiğini sormaz. Neye muktedir olduğumuzu sorar. Ordine Geometrico Demonstrata Et In Quinque Partes

Dıstıncta’da (Geometrik Düzene Göre Kanıtlanmış ve Beş Bölüme Ayrılmış olan

Etika) ve Tractatus Politicus’ta (Politik İnceleme) bunların temel öncüllerini görüyoruz:

“Filozoflar, içimizde çırpışan duyguları, insanların kendi hatalarıyla içine düştükleri kötülükler olarak düşünürler, işte bu yüzden, onları alaya almayı, onlara hayıflanmayı, onları kınamayı ya da daha ahlaki görünmek istediklerinde onlardan nefret etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Böylece tanrısal biçimde hareket ettiklerini ve hiçbir yerde var olmayan bir insan doğasına her türden övgüler düzerek ve söylemleriyle gerçekte var olanı kötüleyerek bilgeliğin doruğuna çıktıklarını sanırlar. Onlar insanları aslında oldukları gibi değil, kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar…” (Spinoza, 2009b: 11)

Filozoflar, insan doğasını doğru algılamamışlardır. Onu, sadece, bir akıl varlığı olarak görmüşlerdir. Hâlbuki insan doğası, sadece, aklın buyruklarına göre yaşayabileceği şekilde düzenlenmemiştir. İnsanlar çoğu zaman akıldan ziyade kör

190

arzularına göre davranırlar. Bundan dolayı onların doğal hakkı, akılla değil, onları eylemde bulunmaya zorlayan kendilerini koruma çabası ile temellendirilebilir:

“Bize doğru hayat kuralları yazmış olan ve gayretleriyle sanatlarına çok şey borçlu olduğumuz tanınmış yazarlar vardır ki insanlara basiretle dolu öğütler vermişlerdir; fakat duygulanışlarımızın tabiat ve kuvvetini hele ruhumuzun onlar üzerindeki egemenliğini tespit etmiş olanını henüz hiç bilmiyorum. Gerçekten, tanınmış filozof Descartes insanı yetkin zannetmişse de, gene de, ben onun tutkularımızın ilk nedenlerine yükseldiğini ve onları baskıya alma araçlarını bize tanıtmaya çalıştığını da biliyorum.”

(Spinoza, 2009a: 129)

“Aslında, tüm insanların gösterdiği evrensel kendini koruma çabasından yola çıkıyorum. Öyle ki, ister bilge ister sağduyudan yoksun olsun, herkes aynı şekilde bu çabayı gösterir.” (Spinoza, 2009b: 32). Burada, hak varlığına yeni bir şey eklendiğini görüyoruz: Kendini koruma çabası. Bu anlayış, Hobbes’ta da vardı. Çünkü doğa durumunda, insan kendi canını korumak için elinden geleni yapmalıydı. Bu nedenle, kendini koruma duygusu yeni bir şey değildir.

İnsan, güvensiz bir durum içerisinde olursa, yaşamını sürdürebilmek için elinden gelen gücü sarf eder. İşte bu anlamda, insanın kendini koruma duygusu ile onun kudret varlığı olması arasında hiç bir uyumsuzluk söz konusu değildir. Kendini koruma duygusu, onun bir güç varlığı olmasının nedenidir. Dolayısıyla, birbirleri arasında bir uyumsuzluktan ziyade, neden sonuç ilişkisi vardır. Spinoza’da etiğin esas kaynağı da, işte bu kendini koruma arzusuna dayanır. Erdemler, kendini koruma duygusundan kaynaklanır: 1) Erdemin ilkesi, insanın, kendi varlığını koruması için çaba harcamasıdır. Üstün mutluluk, insanın kendi varlığını korumasından ibarettir. 2) Erdem, kendi kendisi için istenmelidir (yani erdem arzusu kendisi için olmalıdır) ve kendisine karşı iştah duyulması gereken ondan daha değerli bir şey yoktur. 3) Kendilerini ölüme bırakanların ruhları, güçsüzlüğe uğramıştır ve kendi tabiatlarıyla karşıtlık halinde bulunan dış nedenler tarafından yenilmişlerdir (Spinoza, 2009a: 212).

Spinoza, etiğiyle, Descartes’e karşı çıkmış ve ona karşı çeşitli eleştiriler yöneltmiştir. Önemli oranda, Hobbesçu anlayışı devam ettirmiştir. Hobbesçu argümanları, sadece etiğinde değil, politikasında da devam ettirmiştir.

191

Spinoza, geliştirmiş olduğu töz anlayışı ile de Descartes’ten önemli oranda ayrılmıştır. Descartes, önemli bir ayrıma varmıştı: Madde ve Ruh. Spinoza’daki

Natura Naturans ve Natura Naturate özdeşliği ise onların, tek tözde

birleşebileceğinin göstergesidir. Bu anlamda, Spinoza’nın, Descartes’in neden olduğu tözsel ayrımın birleştiricisi olduğunu söylemekte bir mahsur yoktur.

Ontolojik bağlamda, Descartes ve Kant, ikiliklere yol açan kimseler iken; Spinoza ve Hegel, onların neden oldukları ikilikleri ortadan kaldıran kimselerdir. Nasıl ki, Spinoza, Descartes’in neden olduğu ayrımı ortadan kaldırıp, onları tek bir şeyde tözde (Tanrı’da) ifade edilebileceğini göstermiştir. Aynı şekilde, Hegel de, Kant’ın numen-fenomen ayrımı’nı ortadan kaldıracaktır. Onları, “Gerçek olanın rasyonel, rasyonel olanın gerçek olduğu” ifadesi altında birleştirecektir.

Ahlaki bağlamda ise Kant, Hobbesçu ve Spinozacı anlayıştan bir geri dönüşü ifade eder. Geri dönüşü, olumsuz olarak anlamamalıyız. Onu, bir paradigma değişikliği olarak görmeliyiz. Ele alınan problemin, mevcut anlayışla değil de, ondan daha önceki bir perspektifle çözümlenmesi şeklinde düşünmeliyiz. İşte bu anlamda Kant’ta, insanın, bir akıl varlığı olarak tanımladığını ve geliştirilen ahlak teorisinin de ona dayandırıldığını göreceğiz.

Kant’ın dünyaya geldiği tarih olan 1724 yılında, Avrupa’da, oldukça hareketli günler yaşanır. Sanat tarihi bakımından, Batı Avrupa’da, yüksek Barok ve Fransız Rokoko üslubu egemendir. Bu yıllarda, Voltaire’in La Henriade adlı tarihsel destanı ile J. Swift’in ütopik romanı Güliver’in Gezileri yayımlanır. Yine aynı yıllarda, G. B. Vico’nun ve Ch. Wolff’un önemli yapıtlar vermişlerdir. Müzik alanında, modern formlara yönelen J. S. Bach, Fux ve Scarlatti’yi görüyoruz. Bilim alanında mikroskobik biyoloji araştırmalarıyla tanınan Antony von Leeuwenhoek ölür. İngiltere’de, ekonomi alanında, Liberalizmin önde gelen temsilcisi Adam Smith dünyaya gelir (Kant, 2008: 23). 1729’da, Gotthold Ephraim Lessing, Almanya’da Aydınlanmacı edebiyatın öncülüğünü yapmaktadır. Yine Moses Mendessohn, Aydınlanmacı bir filozof olarak çevresini etkilemektedir. J. S. Bach’ın Matteuspassion’u ilk kez icra edilir. Matematikçi Euler, Petersburg Akademisi’ne girer. 1727’lerde, ünlü matematikçi ve fizikçi Isaac Newton, 1731’lerde de yurttaşı

192

Daniel Defoe ölür. Aynı yıllarda, müzik alanında, J. Haydn ve F. Couperin’in dünyaya gelir. Operada, Buffo’nun öncülerinden Pergolesi’nin ünlü La Serva

Padrona’sı bu türün ilk örneği olarak icra edilir. Bu tarihlerde, J. S. Bach ve

Haendel, yaratıcılıklarının doruk noktasındadırlar. Aynı dönemde, kimya biliminde de ilerlemeler söz konusudur; İngiliz Joseph Priestley araştırmalarını sürdürür. İngiliz bilim ve felsefesinden etkilenen Voltaire, 1738 yılında, Newton Felsefesinin Unsurları’nı yazar. Bir yıl sonra, Aydınlanmacı felsefenin öncülerinden deneyci ve kuşkucu David Hume, İnsan Doğası Üstüne İnceleme’sini yayımlar (Kant, 2008: 23 - 24).