• Sonuç bulunamadı

İslamiyet Öncesi Türklerde Sanat

4. İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK KÜLTÜRÜ

4.7. İslamiyet Öncesi Türk Sanat ve Edebiyatı

4.7.1. İslamiyet Öncesi Türk Sanatı

4.7.1.1. İslamiyet Öncesi Türklerde Sanat

Güney Sibirya'daki Altay Dağları eteklerinde, Pazırık'da Rus arkeologu Rudenko tarafından açılan M.Ö. IV. ve III. yüzyıldan kalma kurganlarda, Hunlar'a ait birçok eşya ile buzlar içinde bozulmayan insan ve hayvan ölüleri bulunmuştur. Leningrad Ermitage Müzesi'nde saklanan bu eserler arasında halı, kumaş, renkli keçe, aplike örtüler gibi, hayvan kavgaları ve insan figürleri ile süslü çok zengin tekstil işleri yanında, atlı araba ve çeşitli eşyalar bulunmaktadır. Ölülerle beraber atlar da gömülmüştür. Atlardan bazıları geyik ve ren maskeleri taşımaktadır. İkinci kurgandaki mumyalanmış ölünün vücudu dövmelerle kaplıdır. Tamamıyla hayali hayvan figürlerinden oluşan bu dövmeler sırtta, kollarda ve sağ alt bacakta sağlam olarak kalmıştır (Ögel, 2003, 125– 132).

Bu kurganlardan çıkan halı ve tekstil işlerinin Hun sanatı bakımından ayrı bir önemi vardır. Bunlardan bazılarında Ahameniş sanatı etkileri açıkça görülmekle beraber, keçe üzerine ince ve renkli deriler yapıştırmak suretiyle süslenen bir grup kumaş işleri, tamamıyla orijinal Hun yöntemini ortaya koymaktadır. Bunlar, eyer örtüleri (belleme) olarak yapılmıştır. Böyle keçeden bir belleme üzerinde renkli derilerden kesilerek yapıştırılmış parçalarla bir dağ keçisine saldıran kartal grifonu gösteren bir hayvan kavgası canlandırılmıştır. Çok realist ve ölüme yaklaşan keçinin ürpermelerini tüm kuvvetiyle gösteren sahne, simetrik olarak arka arkaya iki defa tekrarlanmıştır. Bu durum Hun sanatı için çok belirgin bir yöntemi göstermektedir. Selenga nehrinin Baykal gölüne aktığı yerin yakınında Noin Ula bölgesinde, üç grup halinde 212 kurgan bulunmaktadır (Esin, 1996, 35).

Açılan kurganlarda etrafı kalın kütüklerle çevrili, ağaç direkler üzerine çatısı olan, beş metre uzunluğunda, üç metre kadar genişliğinde ve bir buçuk metre kadar yüksekliğinde olan ağaç direkli mezarda tahtadan bir tabut bulunmuştur. Ölü, itinalı bir şekilde giydirilmiştir. Mezar odasının etrafı, tavan ve yer ipek, keçe ve yün örtülerle kaplıdır. Bu örtülerden birçoğu ve hayvan figürleriyle işlenmiş gümüş levhalar, eyer takımları, üçayaklı masalar, çeşitli ağaç eşya, silindirik ayaklı kulplu tunç kazanlar, yerli seramik, renkli cam boncuklar, çatal gibi kullanılan çubuklar, Çin yapımı aynalar, araba tekerlekleri, mücevherler, saç örgüleri, elbiseler gibi Hunlara ait birçok eşya bulunmuştur (Aslanapa, 1992, 75).

Kök-Türklerde ise Orhun Abidelerinin yeri çok önemlidir. Bu abideler Türk dilinin bugün bile fazla zorluk çekmeden anlaşılan (şimdilik ulaşılan) en eski yazılı ve edebi metinleri, aynı zamanda Türk tarihinin taşa yazılmış en eski kaynakları olarak zamanımıza gelmiş hazineleridir. Bunlarda kullanılan yazı da en eski Türk alfabesidir. Yenisey bölgesinde bunların altı ve yedinci yüzyıllardan kalma daha eski öncüleri vardır. Orhun yazıtlarından birincisi Bilge Kağan'ın veziri, devlet adamı Tonyukuk'un hizmetlerini belirtmek üzere dikilmiştir. Bu yazıtı Tonyukuk kendisi yazmıştır. Bilge Kağan'ın tahta çıkmasında kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Kültegin'in büyük gayreti olmuş, onun yardımı ile ordusunu derleyip düşmanlarını yenmiştir.

Buna karşılık, Bilge Kağan kardeşini ordularının komutanı yapmış, ölümünden bir yıl sonra da 732'de bir anıt taşı diktirip, büyük bir mezar anıtı yaptırarak Kültegin'in adını ölümsüzleştirmiştir. Bunlar tarihi mezar yazıtlarıdır. Orhun yazıtlarının en önemlileri olan Kültegin ile Bilge Kağan yazıtlarının metinlerini yazan ve yaptıran, onların kız kardeşlerinin oğlu prens Yuluğ Tegin olmuştur. Türk edebiyatında onun ayrı

bir yeri vardır. 1958 yılında Çekoslovak Arkeoloji Enstitüsü adına Lumir Jisl başkanlığında Orhun vadisinde yapılan araştırma ve kazılar sonunda büyük Türk kahramanı Kültegin'in mezar anıtından kalan kısımlar ve heykeller meydana çıkarılmıştır.

Anıt, tahrip edilmiş vaziyette ve heykeller parçalanmış, çoğu kaybolmuş halde bulunmuştur. İkiye bölünmüş olarak Kültegin'in başı ile hanımına ait heykelin oturmuş halde gövdesi ve kırılmış başının burun, ağız ve çene kısmı bulunmuştur. Tang sülalesi günlüğünde, yapılması için altı sanatçının da gönderildiği kaydedilmektedir. Mermer heykellerde Çinli sanatçılar çalışmıştır. Fakat balbalların Kök-Türk heykel sanatı, özgün ve bir dereceye kadar portre özelliği taşıyan eserlerdir. Kök-Türkler zamanından kalan sayısız balbalların çoğu zamanla parçalanmış veya kaybolmuştur (Aslanapa, 1992, 82).

Uygurlarda ise Mayunçur adına bugünkü Moğolistan'ın kuzeyinde Şine-Usu köyü kıyısında bir yazıt dikilmiştir. Bu uzun yazıtta, Uygur devletinin kuruluşu, genişlemesi, kendisi ve babası Kutlug Bilge'nin zaferleri yazılıdır. Uygurlarda en çok sevilen din Budizmdir. Kök-Türk alfabesi ile Uygurca aynı zamanda Çince ve Soğdça olarak yazılmış olan 732 tarihli Karabalgasun yazıtında, devletlerinin büyüdüğü bir döneminde Uygurların, Mani dinine girdiği ve eski dini tasvirleri yaktığı, 762'de Bögü Kağan'ın bunu devlet dini haline getirdiği belirtilir (Esin, 1996, 45).

Burada, Kök-Türk alfabesi ile yazılan yazıt silinmiş olduğundan onun pek az kısmı okunabilmektedir. Çince ve Soğdca olanlar daha iyi durumdadır. 840'da başkentleri Karabalgasun, Kırgızlar'ın eline geçtiğinden Uygurların büyük kısmı tarım bölgesine geçip, Hoço'da yeniden devlet kurmuşlardır. Burada Uygurların tekrar Budizme döndüğü anlaşılmaktadır. Turfan resimlerinde ve sonraki Uygurca yazmalarda pek az Maniheist metin vardır. Buda dini Uygurlarda edebiyatı da geliştirmiştir. Sanskritçe, Toharca, Soğdca ve Çinceden metinler tercüme edilmiştir. Tercüme için bir tek orijinal metinle yetinilmeyip, Budizm'in klasik dillerindeki çeşitli tekrarları karşılaştırılmıştır.

Mani dini metinleri aynı derecede ayrıntılı ve dikkatle Türkçeleştirilememiştir. Kök-Türk yazısından sonra Uygur yazısı kullanılmış, Budist metinler bu yazı ile yazılmıştır. Uygur yazısı iyice geliştirilmiş halde, tüm Türk boyları tarafından kullanılmıştır. Moğollar ve İlhanlılar zamanında da aynı yazı kullanılmıştır. Moğollar, Uygurlara son vermekle beraber onların güçlü kültürlerinden etkilenerek, Uygur yazısını almışlardır. Uygur kâtipleri ve devlet adamları tüm sivil yönetimi ellerine geçirmişlerdir. Moğollar Türkleşmeğe başlamış ve kısa zamanda tamamen

Türkleşmişlerdir. Timur'un tüzüğü ve Altınordu Yarlıkları hep Uygur yazısı ile yazılmış, onbeşinci yüzyıl sonuna kadar resmi ve devletlerarası yazışmalarda, paralar üzerinde Uygur yazısı devam etmiştir. Uygurların kitapları kâğıt üzerine yazılıp basılmıştır. Bu, Çin kâğıdından farklıdır. Uygurlar'ın kendi kâğıt üretim yerleri bulunmaktadır.

Yazı aleti kamış kalemdir. Daha önemsiz yazılar Çin fırçası ile yazılmıştır. Budist metinlere ihtiyaç fazla olduğundan baskı da kullanılmıştır. Uygurlar IX. ve X. yüzyıllarda, Çinlilerin blok baskı ile çoğaltma tekniğinden farklı bir baskı sanatı bulmuşlar, sert ağaçtan, tek tek, hareketli Uygur harfleri ile kitap basmayı ilk olarak gerçekleştirmişlerdir. Kazılar sonunda torbalar içinde böyle harfler bulunmuştur (Aslanapa, 1992, 85).

Uygurlarda pandomim, bale, şan, orkestra ve ilkel şekilde tiyatro da vardı ki, o zaman için Çinlilerin de dikkatini çekmiş ve etkilenmişlerdir. Hikâye anlatma sanatı da çok ileridir. Yazılış şekillerden anlaşıldığına göre, bunların Türkçe olanları Çince olanlardan çok daha üstündür.

Uygurlarda müzik sanatı çok gelişmiştir. Müzik aletlerindeki yenilikler, yeni yöntemlerin geliştirilmesi bu dönemde olmuştur. Müzik salonları kurulmuş, müzisyenlere ayrı önem verilmiştir. Asya’nın müzik yapısının yönlendirilmesi, Uygurlar tarafından olmuştur (Finch, 2006, 14).

İslamiyet Öncesi Türklerde sanat, genelde dinsel öğeler üzerine kuruludur. Resim, müzik, mimari, tiyatro dinsel ayinlerin bir parçasıdır. Uygurlardan önce törensel şekilde, doğa olaylarına karşı saygıyı belirtmek için yapılan ayinler, savaş öncesi savaşçıları hazırlamak için yapılan, müzikli, görsel hareketler sanatsal bir davranış olarak tanımlanmıştır. Uygurlarla birlikte bu davranışlar, yeni görsel öğeler ve yeni müzik aletleri kullanılarak, tam bir sanatsal yapıya dönüşmüştür. Dini simgesellik sürdürüldüğü gibi, artık toplumsal yaşamı da ele alarak daha geniş bir bakış açısı yakalanmıştır.