• Sonuç bulunamadı

İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRKLERDE EGEMENLİK KAVRAM

Devlet gücü ülke içinde en üstün güçtür. Bu güç, devletin emredici maddi gücüdür. Devletin varlığı için emredici güç ve iktidar zorunludur. Böyle maddi bir güce sahip olmayan örgüt devlet niteliği taşıyamaz. Devlet iktidarının maddi gücü silahlı kuvvetler ayrıcalığına sahip olmasıyla belirlenir. Ancak iktidarın, devleti karakterize edebilmesi için kamu yararına kullanılması gerekmektedir.

Modern hukukta egemenlik, devletin kayıtsız şartsız bağımsızlığına sahip olması, diğer devletlerle hukuken eşit durumda bulunması ve sahip olduğu üstün güce ülke içinde rakip olabilecek veya karşı gelebilecek başka bir gücün bulunmamasıdır (Taneri, 1993, 83).

İnsan kitlelerinin belirli bir kültür etrafında bir araya gelmesiyle meydana gelen en büyük topluluk ulustur. Öte yandan, insan topluluklarının kurdukları en büyük kurum ise devlettir. Türklerde ulus ve devlet düşüncesi çok erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Türkler, Orta Asya'yı tümüyle kontrol eden büyük devletler kurdukları gibi, zaman zaman Orta Asya'nın dışına taşarak gittikleri yerlerde de yeni yeni siyasi oluşumlar meydana getirmişlerdir. Türkler tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamışlardır. Çünkü Türkler devletin, var olmanın vazgeçilmez bir kurumu olduğunun daima farkında ve bilincinde olmuşlardır (Koca, 2002, 825).

Eski Türklerde devlet kavramı "İl" (el) sözcüğü ile anlatılmıştır. İl'in gerçek anlamı örgütlenmiş siyasi toplum ve devlettir. İslam öncesi Türk düşüncesinde İl kavramı; kurumsallaşma, bağımsızlık ve egemenlik kavramlarını içine alır. Egemenliğin hedefi her yerde güvenliği sağlamaktır. Orhun yazıtlarında, Kutluk ve onun veliahtları tarafından bir halkın egemenlik altına alındığı yazılıdır. "O, halk içinde barış ve güvenliği sağladı" cümlesiyle de, Türk devlet geleneği içerisinde fethedilen topraklarda adalet anlayışının hemen kurulduğu anlatılır. Buradaki barış ve güvenliğin sağlanmasından amaç, “Türk İli”nin devamlılığıdır (Atalay, 2002, 869).

Türklerin dünya egemenlik düşüncesi ilk olarak, büyük bir Türk devleti kuran Hunlar ile başlar. Hun hükümdarları mektuplarının başında “Tanrının tahta çıkardığı Hun ulusunun büyük Şan-yu"su sözünü kullanırlar. Bu da egemenliğin tanrısal kaynaklı olduğuna inanıldığını gösterir. Hun hükümdarları "Tengrı kutu" ünvanını taşımıştır. Hunlar, Uzak-Doğudan Batıya kadar tüm Türk ve Asya kavimlerini birleştirmiş, birçoklarını göçe zorlamışlardır (Turan, 2002, 845).

Türk devlet ve egemenlik kavramının temelinde evrensel, yani tüm dünyayı içine alan bir devlet düşüncesi bulunur. Türk dünya egemenliği anlayışının biri kuramsal, diğeri uygulama olmak üzere iki yönü vardır. Kuramsal yön, dört yön üzerinde Türklerin kutsal egemenliği sağlamalarıdır. Uygulama cephesi ise, "güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar" her tarafı Türk yönetimi altına almaya çalışmalarıdır. Türk düşüncesinde büyük devletin de yeryüzünde bazı görevleri olmalıdır. Yani bu savaşçı kavmin görevi sadece kılıç sallayıp, savaş yapmak değildir. Onun başlıca görevleri, Tanrı'nın verdiği devlet ve güç ile Tanrı adına dünya düzenini sağlamak ve Türk adaletini dünyanın her tarafına yaymaktır. Bu, Türk devletinin başlangıcından bu güne kadar devam etmiş bir dünya görüşüdür.

Avrupa Hunları da bu amacı göç ve istilaları ile birlikte Avrupa’ya götürmüştür. Atilla da diğer Türk kağanları gibi kâhinlere çok önem vermiştir. Bir çoban tarafından bulunup kendisine verilen efsanevi kılıcı da Tanrı'nın bir hediyesi saymıştır. Hunlar hükümdarlarının Tanrı tararından gönderildiğine nasıl inanmışlarsa, Avrupalılar da onları "Tanrının kılıcı” saymış ve günahlarından dolayı kendilerini cezalandırmak için gönderildiklerine inanmışlardır (Turan, 2002, 846).

Devlette egemenlik iki şekilde kendini göstermektedir. Bunlardan birincisi iç egemenliktir. İç egemenlik, devletin sahip olduğu topraklar ve bu topraklarda

yaşayan halk üzerinde hukuki bakımdan emretme hak ve yetkisini tam olarak kullanması demektir. İç egemenliğin sağlanabilmesi için bu da yeterli olmamakta,

halkın yönetenleri meşru güç olarak kabul etmeleri ve itaat etmeleri de gerekmektedir. Devlette egemenliğin ikinci şekli ise tam bağımsızlıktır. Türkler, bağımsızlıklarına düşkün bir ulustur (Koca, 2002, 828).

Türklerde egemenliğin kaynağı ilahidir. Tanrı, egemenlik hakkını doğrudan Türk Kağanına vermiştir. Bu duruma göre, Türk Kağanına devlet yönetme güç ve yetkisi, Tanrı tarafından bağış olarak verilmektedir. Aynı şekilde, Türk Kağanı da kendisini Tanrı tarafından seçilmiş ve bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış bir kimse olarak görmekte ve kabul etmektedir. Aynı inanışa halk da sahiptir (Avcıoğlu, 1999b, 563–564).

Tanrı bağışı olan bu güç ve yetenekler Kök-Türk yazıtlarında, Kut (siyasi iktidar), Ülüg veya ülüş (kısmet, nasip, pay) ve Küç (güç) kavramları ile anlatılmıştır.

Tanrı, "kut" bağışı ile Türk Kağanını "yönetme ve hükümdarlık güç ve yetkisi", yani "siyasi iktidar" sahibi kılar. Türk Kağanı da Tanrıdan aldığı siyasi iktidarla Orta Asya'daki boyları bir devlet çatısı altında toplamıştır.

"Ülüg ve ülüş" kelimeleri Türkçe "ülemek (dağıtmak, üleştirmek) veya "üleşmek" fiillerinden çıkmış birer isimdir. "Pay, hisse, nasip, kısmet" demektir. Tanrı, "ülüg veya ülüş" bağışı ile Türk ülkesinde bolluk ve bereketi artırmış, Türk Kağanına ekonomik bir güç kazandırmıştır. Türk Kağanı bu gücü halkın lehinde kullanmak zorundadır. Yani, elde ettiği maddi varlığı adil bir şekilde halka dağıtır.

Tanrı Türk Kağanı'na verdiği "küç" ile de onun savaş yeteneğini artırır. Bu inancın doğal sonucu olarak, Türk Kağanları savaşlarda elde ettikleri başarıyı hep Tanrının kendilerine verdiği "küç"’e bağlarlar (Divitçioğlu, 2005, 65–80).

Türk Kağanı Tanrı tarafından bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış olmasına rağmen, hiçbir zaman olağanüstü varlık, yani bazı eski uygarlıklarda olduğu gibi "tanrı-kral" sayılmamıştır. Onun diğer insanlardan farkı sadece ilahi bağışa sahip olmasıdır. İktidarını Tanrıdan aldığına inanan Türk Kağanı da, kendisini daima bu iktidarın kaynağına karşı sorumlu saymıştır. Ayrıca, Türk Kağanının sorumlu olduğu ikinci bir yer daha vardı ki, o da yazılı olmayan kanun durumundaki Türk töresidir. Temelde tüm uygulma ve faaliyetlerini Türk töresine uygun bir şekilde yürütmek zorundadır. Bu da gösteriyor ki, Türk Kağanı'nın iktidarı sadece ilahi değil, aynı zamanda hukuki bir temele de dayanmıştır (Koca, 2002, 829).

Türk egemenlik anlayışına göre, Tanrı sadece siyasi iktidarı vermez, aynı zamanda verdiği iktidarı geri alabilir. Tanrının bu gücü Türk hükümdarlarının üzerinde daima siyasi bir baskı aracı olmuştur. Bundan dolayı, Türk hükümdarları Tanrı'nın verdiği siyasi iktidarı ellerinde tutabilmek için yönetimde sürekli başarılı olmak zorundadır. Türk hükümdarları, ancak hükümdarlığa layık oldukları sürece işbaşında kalabilmişlerdir.

Hakan adayı olabilmek için kut verilmiş aileye mensup olmak gerekir. Hakan egemenliği elinde bulundurmuş, kanun (töre) koyabilmiştir. Bununla birlikte, tüm monarşilerde olduğu gibi hakana bağlı olarak bu egemenliğin beylerle ve halkla (budunla) paylaşıldığı, onlara danışıldığı olmuştur.

Türklerde devlet anlayışının daha çok konfederasyon şeklinde olduğu görülür. Bunun nedeni, egemenlik anlayışı ve egemenliğin ülkeyi yönetme hakkına sahip olan ailenin bireyleri arasında paylaştırılmasından kaynaklanır (Kaşıkçı, 2002, 889).

Eski Türk devletlerinde taç baş değiştirirken, ilahi bağış olan "kut" (siyasi iktidar), hanedan üyeleri arasında birinden diğerine kan yoluyla geçmektedir. Fakat Tanrı, hanedan üyeleri arasında seçimini ve tercihini sadece biri lehinde kullanmaktadır. Bu seçim ve tercih de, genellikle hükümdarlığa en çok layık ve yetenekli bir hanedan üyesi

üzerinde olmaktadır. Tanrının iradesinin hangi hanedan üyesi üzerinde olduğu da, ancak taht için yapılan bir mücadele sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden eski Türk devletlerinde taht miras hukuku son zamanlar hariç hiçbir zaman belirli kurallara bağlanamamıştır. Bunun doğal sonucu olarak da, hanedan üyeleri arasında taht kavgaları daima kaçınılmaz olmuştur. Hükümdarın, daha sağlığında şehzadelerden birini kendisine veliaht tayin etmesi bile diğer şehzadeleri durduramamaktadır.

Türk kağanları, Sadece Türk topluluklarını değil, yabancı soydan kavimleri de bir devlet çatısı altına toplamayı kendilerine görev edinmişlerdir. Tüm dünyayı ülke olarak kabul etmişlerdir. Türk kağanları, dünya egemenliğinin Tanrı tarafından bir görev olarak kendilerine verildiğine inanmışlardır (Koca, 2002, 834).

Türk devletinde, devletin en yüksek makamından en aşağıdakine kadar büyük bir emir-komuta zincirinin var olduğu göze çarpmaktadır. Karizmatik egemenliğin başlıca özelliklerinden biri de kağanın, görevine uygunluk göstermediği takdirde karizmatik otoritesinin de kaybolmasıdır. Yani, kağanlar Tanrı tarafından, Tanrı'nın izniyle tahta çıkmışlardır.

Eski Türkler, dört ana yön için “tört bulung” deyimini kullanmışlar ve yönleri yüzlerini doğuya çevirerek saymışlardır. Bu yönlere göre, kağan devletin merkezinde yer alıyordu. Doğuya ve batıya ise teginler tayin edilirlerdi. Başlangıçta doğuya atanan tegin, Tölös, Şad ünvanını alırken, batıya tayin edilen tegin de Tarduş, Yabgu ünvanını almıştır (Gültepe, 2002, 869).

Diğer yönlerdeki halklara, merkeze bağlı İlteber, Çor ve İrkin gibi yönetici ünvanları taşıyan kişiler atanmaktadır. Bunlar halk içinden, erdem sahibi kişilerdir. Yani yabgu ve şadların dışındakilerin hanedan üyesi olması mutlak koşul değildir.

Türklerde kağan karizmatik bir yapıya sahip olmakla beraber, devletin ve ulusun geleceğinde tek başına karar verme yetkisine sahip değildir. Kağanı da denetleyen bir hükümetin mevcudiyeti artık kabul edilmektedir

Hiç şüphesiz kağan, hatun, yabgu ve şadlar hükümetin doğal üyeleridir. Kağan aynı zamanda, hükümet toplantılarına da başkanlık etmiştir. Yazıtlarda bakan anlamına gelen, "buyurmak, emretmek" fiilinden gelen buyruk kelimesine rastlanır. Yazıtlar, hükümette dokuz bakanın olduğunu göstermiştir. Bu sistem Türklerden Tibetlilere de geçmiştir (Gömeç, 1997, 105–108).

Türklerde 31 tane ünvan ve rütbe bulunmaktadır. Başbakanlar Tun Bağa Tarkan zamanına kadar, hep A-shih-te ailesinden gelmiştir. Tonyukuk da bu aileye mensuptur

ve onun nesilleri, Uygur çağının sonlarına kadar Türk devletinde hep yüksek görevlerde bulunmuştur.

8. İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK DEVLETLERİNİN BENZERLİKLERİ