• Sonuç bulunamadı

Bulgular Ve Yorum 1 Emanetçi Sıtkı

DEĞERLER EĞİTİMİNE YÖNELİK OLARAK AHMET MİTHAT EFENDİ’NİN ÖYKÜLERİNDE YER ALAN ÖNERİ VE ÖĞÜTLER

2. Bulgular Ve Yorum 1 Emanetçi Sıtkı

Bu çalışma için önce” Emanetçi Sıtkı” adlı öyküden söz edilecektir. Ahmet Mithat, anlatacağı öykünün gerçek olduğunu belirterek söze başlar. Çünkü yazara göre, bir olay gerçek olmayıp da hayal ürünü olduğu zaman romandır. Olay, gerçekten olmuş bir olaysa o zaman ortaya çıkan anlatı hikâye-öykü olmayıp bir tarih eseridir.

Yazar, anlatacağı olayın çok önemli olduğunu, hatta genç kızların bu olayı okumaktan pek hoşlanmayacaklarını, delikanlıların da sevip sevmeyeceklerinden kuşkulu olduğunu, ancak hikmet sahibi kimselerin bu öyküyü önemseyerek okuyacaklarını belirterek söze başlar.

Ahmet Mithat, yine pek çok öyküsünde olduğu gibi öyküsünde geçen bazı durumlarla ilgili olarak okuyucusunu aydınlatmayı dener. O dönemde “Emanetçi” bir bakıma bu günün kargo taşıyan kuruluşları gibi, kendilerine para ve kıymetli mal emanet edilen güvenilir kişi/ulak

demektir. Böylece yazar, çoğu öyküsünde olduğu gibi, araya girerek ayrıntılı bir açıklama ile okuyucusunu aydınlatır ve bir süre sonra da, “Görüyorsunuz ya, emanetçilik bir nev’ postacılık demektir.” diye belirtip postacılığın geçmiş dönemlerdeki durumunu ve II. Mahmut tarafından düzenlenişini adeta bir ansiklopedik bilgi gibi tarih bilgisini okuyucularına aktarır (Ahmet Mithat. 2001, 734). Yazarın belirttiğine göre, emanetçiler toplumun güven duyduğu, belli bir maddî varlığı olan kişilerdir. Çünkü kendisine emanet edilen bir nalın kaybolması hâlinde, onu ödeyebilecek bir güç de gerekecektir.

Yazar bu öyküsünde, her yönüyle toplum içinde kendisine güven duyulan, ağır başlı, hâlim selim bir kişi olan Sıtkı Efendi’nin neden evlenemediğinden yola çıkarak, bu gerçekliğin altındaki gizli aşk öyküsünü mektup tekniğinden yola çıkarak anlatmaya çalışır. Böylece yazar, evlenmeyişiyle ilgili olarak kendini haklı göstermeye çalışan Sıtkı Efendi’nin tezini kendi düşünceleriyle çürütecek, evli olmanın, aile kurmanın ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışacaktır.

Sıtkı Efendi daha beş yaşındayken anne ve babasını kaybetmiştir. Böylece kimsesiz kalan Sıtkı’yı konak sahibi, varlıklı bir kişi olan Dimyatizade olarak anılan biri himayesine alır. Onu haremine kadar dâhil edip evlatlık olarak yetiştirir. Dimyatizade’nin o sıralar Ayşe Şeref adında daha yeni doğmuş bir kızı vardır. Sıtkı ile Ayşe Şeref bir arada büyür. Sıtkı abilik edip ona kendi öğrendiklerini öğretir. Bu konağa daha sonra yine anne babası ölen ve Dimyatizade’nin bir akrabasının çocuğu olan Rıza’da alınır. Böylece konakta üç çocuk birlikte büyütülüp eğitilirler. Sıtkı ağırbaşlı ve uyumlu tavırlarıyla konakta güven sağlamıştır. Hatta giderek büyüyen Ayşe Şeref’e eş olacağının düşlerini bile kurmaktadır. Ancak bu durum, Dimyatizade’nin hanımından kaynaklanan bir düşünce ile sona erer. Önce Sıtkı haremden ve konaktan çıkarılıp dışarda bir eve yerleştirilir. Ayşe Şeref de Rıza ile evlendirilecektir. Sıtkı yine Dimyatizade’nin işlerinde çalışıp gündüzleri konağa gelip gitmektedir.

Ayşe Şeref on üç yaşına geldiğinde Rıza ile evlendirilir. Babasının sağlığında konakta yine işler iyi gidiyordur. Ancak Dimyatizade’nin üç beş yıl içinde ölmesiyle işler değişir ve Rıza idareyi eline alır. Kısa süre içinde zevk sefa düşkünü, kumar meclisleriyle konağa olmadık kişileri toplayan savruk bir kişi olur. Bu durum Ayşe Şeref ve annesinin hoşuna gitmese de karşı çıkamayıp kabullenmek zorunda kalırlar. Konakta düzen giderek bozulur, çalışanların maaşları bile ödenemez.

Artık Sıtkı da konakta değildir. Konaktan ayrılmış ve kendi işini (Emanetçilik) kurmuştur. Konakta ise para edecek şeyler giderek satılıyor, çalışanlar da dağılıyordur. En sonunda da konak satılıp borçlar ödenmiş, kalan kısmıyla da kiralık bir eve çıkılmıştır. Duruma çok üzülen Anne ve Ayşe şeref Rıza’nın savrukluğuyla ilgili hiçbir şeyi değiştiremezler. Böylece huzursuzluk ve parasal sıkıntı içinde yaşarlarken Rıza’nın beklenmedik biçimde ölümü anne ve kızı için adeta bir kurtuluş olmuştur.

Artık Ayşe Şeref, annesi ve kalfası Pembegül’le birlikte hiç de alışık olmadıkları bir biçimde yaşamaya başlarlar. Geçimlerini nasıl sağlayacakları konusunda düşünmeye başlarlar. Önce bir yerlerde temizlik de dâhil çalışmaya karar verseler de de bunu yapamayacaklarını düşünürler. Sonunda önceden iyi bildikleri el örmesi işler yapıp bunları satarak para kazanmaya kara verirler. Ancak başlangıçta işler iyi gitmez. Masraflarını bile zor çıkarırlar. Buna rağmen direnirler ve ürettikleri daha güzel işlerle kendilerine bir piyasa edinirler. Böylece ürettiklerini daha iyi fiyatlara satıp geçimlerini sağlayacak kadar bir gelire sahip olurlar.

Ancak bir süre sonra Ayşe Şeref annesini kaybeder. Bu arada annesinin yerine, daha çok iş üretmek üzere konaktan ayrılma bir Çerkez cariye aklına gelir. Nerede olduğunu bilmediği bu Cariye’yle iletişim kurmak için aklına Sıtkı Efendi gelir. “Bunu da ancak Sıtkı bilir.” düşüncesiyle Sıtkı’ya bir mektup yazar. Mektubu mahalle bekçisi aracılığıyla mektubu Sıtkı’ya ulaştırır. Sonunda evlenmiş olan Çerkez cariye ve kocası Sarı Mustafa Ayşe Şeref’in evine yerleşip örme işlerine yardımcı olurlar.

İşte bu mektup Emanetçi Sıtkı adlı öyküde işlenecek olan aşk temasını başlatmış olur. Başlangıçta Ayşe Şeref, Sıtkı’nın kendisine cevap yazmayışına hem üzülür hem de kızar. Sıtkı ise cevap yazmasa da Ayşe Şeref’in örme işlerinin satılması ve daha çok para kazanmaları için gizlice onlara yardımcı olur. Öykü bundan sonra Ayşe Şeref’le Sıtkı’nın duygu dolu yazışmaları ve gizli kalmış duyguların dışa vurulmasıyla devam eder.

Öyküde yer alan kişiler genellikle birbirlerine saygılı ve kişisel olarak onurlarına düşkün insanlardır. Ayşe Şeref bir bakıma bir kadın olarak namuslu kalmanın ve namuslu bir hayat sürmenin zorluk ve tuzaklarla dolu İstanbul yaşamına karşı nasıl direnileceğinin bir simgesidir. Sıtkı da yine aynı biçimde, bekâr olarak yaşamını sürdürmesine karşın son derece ağır başlı, işine sadık, toplumun değer yargılarının dışına çıkmayan örnek bir kişiliktir.

Ahmet Mithat bir bakıma kişileri aracılığıyla içinde bulunduğu topluma nasıl bir insan tipi özlediğini vurgulamak ister. Bu nedenle kişilerine adeta “Meryemane” bir saflık (Meryemana saflığı) bir namus özelliği yükler. Bu amaçla Sıtkı Efendi’nin Ayşe Şeref Hanım’a yazdığı mektuba şu satırları koyacaktır:

“Sizi Meryamane bir iffetle mutaassıf olmak üzere takdir etmiş idim, doğru çıktı. Hazret_i Eyüb sabrına, Sıddîk kanaatine malik diye takdir etmiş idim, doğru çıktı. İzzet-i nefsinizi, vakarınızı en büyük beliyatla dahi duçar-ı zillet etmezsiniz diye takdir etmiş idim, doğru çıktı. Elhâsıl şayan-ı perestişbir meleksiniz diye takdir etmiş idim, doğru çıktı. İşte bu tahatturat hem meziyatınızı nazar-ı hayretimde bir vakit daha i’la ederek beni sevindirdi, güldürdü hem de böyle camiatül-meziyat olduğunuz hâlde feleğin zulmü muktezasıyla bahtiyar olamadığınızı göstererek ağlattı. … (Ahmet Mithat. 2001, 757).”

Ayşe Şeref Hanım da Sıtkı Efendi’nin kendisiyle ilgili yazdıklarından sonra şöyle düşünecek ve böylece Ahmet Mithat’a sevginin, dostluğun insan düşüncelerini nasıl temizleyeceğine ilişkin fırsat verecektir:

“Ayşe Hanım Sıtkı’nın bu mektubu üzerine gönlünde büsbütün bir eser-i mağlubiyet hisseyledi. Kendi kendisine bir muaheze olmak üzere ‘Vefakârlığı, ulüvv-i cenab-ı biz ne zannediyor muşuz Sıtkı nasıl icra etmiş ve diyor! Ben Sıtkı’nın yerinde olsa idim gönül verdiğim zat başkasıyla izdivaç eyledikten sonra ondan müteneffir olarak her ne suretle olur ise olsun intikama bile kıyam eyler idim. O ise böyle bir zille-i intikamı kabul şöyle dursun, hâlâ kendisini bana kul köle olmak için takdim eyliyor. … ” (Ahmet Mithat. 2001, 759).”

Yine de duygularını bu kadar yalın ve açık biçimde belirtmiş olan Sıtkı Efendi’ye kızacak ve “Evet, ayaklarına kapanıp aman diler isem yeri vardır. Herif benim için bir gençlik feda etmiş olduğu hâlde, işte hâlâ müsaade etsem o benim ayaklarıma kapanarak aman dileyecek. Erkekliğin şanıyla o bu kadar hilm ve tevazu gösterdiği hâlde ben kadınlık şanıyla tekebbür ve imtinada mı bulunmalıyım.” Dedi ve bu mülâhaza-i hakimane neticesinde şeytana uymayıp rahmana uymayı tercih eyledi. ” (Ahmet Mithat. 2001, 757).

Ayşe Şeref Hanım Sıtkı’nın kendisiyle ilgili çekingen tavrına karşılık rahatsız olur. Hatta, evlenmeyle ilgili niyetini Sıtkı’ya bizzat-kendisi açmak ister. Bu konudaki düşüncelerini, birlikte yaşadıkları Çerkez cariyenin kocası Sarı Mustafa’ya açar. Sarı Mustafa da bu durumun uygun olmadığını, içinde yaşadıkları toplumun adet ve gelenekleriyle uyuşmayacağını belirterek Ayşe Şeref’e karşı çıkar. İster ki evlenme önerisi bir şekilde Ayşe Şeref’in değil Sıtkı Efendi’den gelsin. Kısacası Mustafa, çok eğitimli bir kişi olmamasına karşın, içinde yaşadığı toplumun değer yargılarından uzaklaşılmamasını, evlilikte önerinin “kız isteme” biçiminde mutlaka erkek tarafından yapılmasını ister. Böylece Türk toplumunda o yıllarda Batılı ülkelerden bize aktarılan ve batılı yaşam biçiminin dayattığı evlilik ya da kız isteme tutumuyla ilgili durumlara karşı tavrını da belli etmiş olur.

Ben süre nedeniyle Emanetçi Sıtkı ile ilgili söyleyeceklerimi bitiriyorum. Biraz da seçmiş olduğu Bekârlık Sultanlık ve Teehhül adlı öykülerden söz edeceğim.

2. 2. Bekârlık Sultanlık mı Dedin?

Aynı cüzdeki Bekârlık Sultanlık mı Dedin? adlı hikâye ise Ahmet Mithat Efendi’nin ve Tanzimat Dönemi romanının en çok işlediği konulardan biri olan yanlış Batılılaşma veya alafrangalık üzerinedir. Dolayısıyla mekân Beyoğlu’dur ve Mihnetkeşan’da bir yüzünü gördüğümüz ve Felatun Bey’le Rakım Efendi’de daha ayrıntılı tanıdığımız, sefahatla karışmış, eğlence hayatına bir süre için kapılıp yaşadıklarından sonra aklını başına toplayarak düzenli bir aile hayatına kavuşan bir genç adamın hikâyesidir. Felatun Bey’in bu âlemde her şeyini kaybetmesine ve bir memuriyete razı olarak İstanbul’dan ayrılmasına karşılık, bu hikâyenin kahramanı Süruri Efendi, on beş yıl kadar Anadolu’da çeşitli yerlerde memuriyetlerde bulunduktan sonra biriktirdiği parayla Beyoğlu’na gelir. Felatun Bey gibi bir mirasyedi değildir. Onun kadar genç ve tecrübesiz de değildir. Bu yüzden bir müddet bu dünyanın içinde yaşadıktan sonra, başlangıçta evliliğin aleyhinde olduğu ve aile hayatını insana büyük sorumluluklar yükleyen bir yük olarak gördüğü hâlde, sonunda saadetin ancak evlenip bir aile kurmak suretiyle mümkün olabileceğini anlar. Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarındaki erkek kahramanların birçoğu böyle bir tecrübe yaşadıktan sonra “ıslah-ı nefs” ederler. Söz gelişi Müşahedat’ın kahramanı Refet, uzun süre sefahat âlemlerinde yaşayıp bu hayatın çirkinliğini gördükten sonra olgunlaşmış ve âdeta mükemmel bir genç örneği olmuştur. Çengi’de Cemal Bey, bütün servetini sefahat âlemlerinde tükettikten sonra hatasını anlamış; sonunda dürüst, namuslu, emeğiyle geçinen ve kazandığı kadar harcayan biri olmuştur. Gerçi Cemal Bey sonunda yine servetine kavuşmuş ve çalışmaya ihtiyacı kalmamıştır. Ama yazar bu gibi sürpriz sonların ancak romanlarda görülebileceği, gerçek hayatta ise bir kez servetini kaybettikten sonra onu geri kazanmanın âdeta imkânsız olduğu konusunda okuyucularını uyarmayı ihmal etmez.

Süruri Efendi’yi, hesabını bilmesi ve kazancı ile giderinin denk olmasına özen göstermesi bakımından Rakım Efendi’ye, Beyoğlu hayatına özenmesi ve bir süre bu hayatın içinde yaşaması dolayısıyla da Felatun Bey’e benzer özellikler gösteren bir tip olarak değerlendirebiliriz.

Bekârlık Sultanlık mı Dedin?, anlatıcı-yazar ile okuyucu arasındaki diyalogun başarılı bir şekilde yürütüldüğü bir eser oluşuyla da dikkati çekmektedir. Hikâye boyunca okuyucu, yazar- anlatıcıya eşlik eder. Süruri Efendi’nin davranışlarının bir süre sonra onu hangi noktaya götüre- ceğini tahmin etmeye çalışan, yer yer yazara itiraz eden veya onun fikirlerine katılan biri olarak okuyucu sürekli anlatının içindedir. Yazar-anlatıcının, “Bu hesabı da beğendiniz ya!”, “Hakkı da yok mu ama?” gibi okuyucuyu muhatap alan cümleleri veya “Aman, Allah’ı severseniz, evlenmeye mi karar verdi?”, “Vay! Demek oluyor ki Süruri Efendi hâlâ bekârlığın sultanlık olmasına kanidir!” gibi okuyucudan yazar-anlatıcıya yöneltilen ifadelerle yazar anlatımı monotonluktan kurtarmıştır. Ahmet Mithat Efendi’nin birçok roman ve hikâyesinde başvurduğu, Batılı romantik yazarların eserlerinden gelen bu yöntem onun okuyucuyla yakınlık kurmasını sağlamıştır.

Şimdi de bu öyküden iki alıntıyla sözlerimi sürdüreceğim.

Öykü kahramanı Sururi Efendi aslen Bab-ı Ali’de yetişmiş, yirmili yaşlarının başlarında iken Anadolu’ya memur olarak gitmiştir (Kastamonu). Daha o yaşlarda iken çevresinde hiç kimseden böyle bir söz duymadığı hâlde, “Bekârlık Sultanlık” demiş ve bu konudaki düşüncesini aradan geçen on beş seneye karşın değiştirmemiştir. Hatta düşüncelerini “Adam nene lâzım, dertsiz başını derde mi sokacaksın? Çoluk çocuk ne imiş? Beni âdem sülalesini muhafaza etmeyi sen deruhte etmedin ya! Şimdiki hâlde henüz gençsin. … “ sözleriyle de düşüncelerini pekiştirir.

Ahmet Mithat bu sözleri söyleyen Sururi Efendi’yi “… bekârlıkta olan sultanlığa o kadar inanmış ve bunun mukabili olmak üzere teehhül âleminde gördüğü dağdağadan o kadar ürkmüş idi ki …diye tanımlar (s. 269). Sonunda Sururi Efendi bekâr yaşamam için ne kadar planlar yapsa da bir türlü dengeli bir bütçe ve dengeli bir yaşam kuramamıştır. Her seferinde yaptığı hesaplar boşa çıktıukça Ahmet Mithat yine öteki öykülerinde olduğu gibi, evliliğin, özellikle insan soyunun devamında şart olduğunu ileri sürer. Öykünün sonuna doğru da araya girerek şu sözlerle düşüncelerini belirtir:

“Bekârlık sultanlık mı dedin? Böyle rezilâne tard edildiği bir mahalle artık bir daha ayak atmayacağını anladıktan sonra zavallı Süruri Efendi kendisine daha muvafık bir suret-i maişet tayinine mecburiyet gördü. Bu kere verdiği kararın içinde kendisini şu hotellerle yaşamak namıyla enva’-ı sefalet içinde yuvarlanmaktan kurtarmak dâhi dâhil idi. … (279).

Sonunda Süruri Bey karşılaştığı olumsuzluklarla baş edemeyip Cihangir’de bir ev açnış ve evliliği, aile yaşamını tercih etmiştir. Bütün olanlardan sonra da Ahmet Mithat, tezinin gerçekleşmiş olmasının rahatlığıyla şu sözleri söyleyecektir:

“İşte bu mesut damat dâhi bizim Süruri Efendi’dir ki bekârlık sultanlıktır sözündeki hükmün derece-i kuvvet ve isabetini bekârlıktan çıkmayınca ve dünya evine girmeyince anlayamamıştır.”

2. 3. Teehhül

Teehhül hikâyesinde yine evlilikle ilgili, iki gencin intiharıyla sonuçlanan bir olay anlatılır. Ailesinin isteklerine karşı çıkamadığı için sevmediği bir kızla evlenmek zorunda kalan Mazlum adındaki genç, sevgilisinin kendisine gönderdiği ve intihar edeceğini bildiren bir mektup üzerine onunla aynı kaderi paylaşmak için bileklerini keserek hayatına son verir. Böylece hem Mazlum Bey’in ve sevgilisinin ailesi yanlış tutumları dolayısıyla çocuklarının ölümüne neden olur hem de Mazlum’un istemeden evlendiği Sabire Hanım genç yaşında dul kalacaktır.

Öyküde Ahmet Mithat’ın, toplumun değer yargılarına ve genel kabullerine ters düşecek olan bu evliliğini eleştirmiş, gençlerin birbirini namus ve iffet dairesi içinde kalmak koşuluyla tanıyarak evlenmeleri gerektiğini olumsuz bir örnekten yola çıkarak anlatmaya çalışmıştır. Dahası öykünün sonunda, Mazlum’un ölümüyle ilgili duygularını Sabire Hanım’a üzülerek şu sözlerle bildirir:

“İşte kızım, düğüne gidememekliğimin sebebi budur. Herhangi gelini görsem, kendisini bir büyük mülhikeye ikna ediyor zannıyla ve o dahi benim gibi olmasın havfıyla merakım kalkıyor. Artık sen git. Beni kendi hâlime bırak. İstediğim gibi ağlayayım.” diye başını iki yastığın arasına soktu ve kız dâhi kendisini böyle ağlar iken bırakıp gitti.”

Böylece Osmanlı toplumunda o gün yorumlanan biçimiyle dinin ve geleneğin, birbirinin mahremi olmayan kadın ile erkeğin bir arada bulunmasını yasaklamış olması, Tanzimat dönemi roman ve hikâyesinde önemli bir problem olarak ortaya çıkan durum, başka romancılarda olduğu gibi, Ahmet Mithat’ın eserlerinde de tema olarak işlenmiştir.