• Sonuç bulunamadı

BARIŞ KONFERANSLARI VE BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DÖNEM

I. Dünya Savaşının sonunun yaklaştığı sıralarda önceki büyük devletlerin kontrolü altında olan topraklarda yeni devletlerin kurulması, barış konferanslarında alınan kararların sonucuydu. Savaşın sona ermesiyle birlikte, müttefikler, self determinasyon ilkesini barış konferanslarında rehber edineceklerini ilân etmiş ve bunun sonucu olarak Orta ve Doğu Avrupa’da yeni ulus devletler kurularak, Avrupa’nın politik sınırlarının büyük oranda değişeceği ve halen süren milliyetçi sorunların çözüleceğine yönelik inanç oldukça yaygınlaşmıştı306. Hatta devlet ve hükümet resmilerinin Versailles sarayında Avrupa’nın yeni haritasının sınırlarını tartışmaya başlamasının az öncesinde bile, milliyetler, kendi devletlerini kurmak suretiyle barış konferansında devlet olarak tanınmak ve kabul görmek peşinde olmuşlar. Bu durum, doğal olarak konferansta milli meselelere ideal çözümler arayışını içinden çıkılmaz hale getirmekteydi307.

Müttefik devletler tarafından savaş sırasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Rusya gibi Avrupa’nın doğusunda yer alan büyük merkezi devletlerde pasif ve aktif direnci kışkırtarak iç istikrarı bozmak amacıyla, değişik milli unsurlara, kendi kendini yönetme hakkı verileceğine dair sözler verilmişti. Bu verilen sözler, bahsi geçen devletlerde ayrılıkçı ve dağıtıcı hareketler için uyarıcı faktör rolünü oynamıştır308. Sonuç itibariyle, savaş sonrası sınırlar, Müttefik Devletlerin, özellikle de Amerika Birleşik Devletlerinin teklifleriyle üst üste düşmeyecek bir şekilde çizilmiştir.

Wilson, milli self determinasyonu savaş sonrası Avrupa için mutlak bir ilke olarak beyan etmiş olsa da, barış konferansında ilkenin tutarsız uygulanmasının önüne geçememiştir. Başka

305DOĞAN, s. 2. 306 MUSGRAVE, s. 26. 307BAILEY, s. 319; RAIC, s. 188. 308HEATER, s. 47.

66

bir ifadeyle, Wilson, Paris barış konferansında verebileceğinden fazlasını taahhüt etmiştir. Barış konferansında, neredeyse milli hareketlenmelerin olduğu bütün etnik grupların temsilcileri, siyasi destek alabilmek ve sempati toplamak amacıyla, müttefik devletlerin resmi temsilcileriyle sık sık görüşmüş, fakat birçoğu bekledikleri desteği alamayınca hayal kırıklığına uğramışlar309. Böyle bir durumun ortaya çıkması, Wilson’un self determinasyon kavramını geniş ve herkese uyarlanabilecek şekilde açıklayarak, dünyanın değişik yerlerinde azınlık gruplara umut olması olmuştur. Ancak barış konferanslarında, bu grupların çoğunun self determinasyon hakkının kullanıcısı olabilmek gibi ayrıcalıklı kategoriye ait edilmemeleri, söz konusu gruplar için hayal kırıklığı sonucunu doğurmuştur310.

Wilson, self determinasyon kavramını dünya barışının temel taşlarından biri olarak teklif ederken, kavramın başka ilkeler ve menfaatlerle çakışacağını ve barış görüşmelerinde kendi kavramına karşı özellikle Fransa tarafından muhalefet edileceğinin çok iyi farkında olmuştur311. Aslında bir taraftan bu etken diğer taraftan da stratejik ve ekonomik menfaatler onun kararlarını etkilemiş ve iddialarını küçültmek zorunda bırakmıştır. Wilson’un bazı konularda taviz vermesinin diğer bir nedeni de On dört Noktasını kabul ettirerek Milletler Cemiyetinin kurulması amacına ulaşabilmek olmuştur. Bununla, kendi kendini henüz yönetemeyecek durumda olan sömürge toprakları üzerinde, Milletler Cemiyeti aracılığıyla vesayet sistemi kurulması ve sonuç olarak, uzun vadede de olsa, sömürge halklarının da self determinasyon hakkını elde etmeleri sağlanacaktı312. Ancak özellikle milli self determinasyon hakkı ilkesi açısından, sadece kazananların adaletinin uygulandığı bir barış konferansında onun verdiği tavizlerden daha fazla, engel olabildiği adaletsizlikler önem taşımıştır313.

Ancak Wilson’un tekliflerine itiraz sadece Fransa’yla sınırlı kalmamış savaştan galip olarak çıkan başka bir devlet, Britanya da kendi idaresi altında olan halkların bağımsızlık isteyeceğinden çekinerek bu fikirlerin kabul edilemez olduğunu savunmuştur. Ekim 1918'de Britanya Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklama bu görüşü yansıtmıştır: “Amerikalı zencilerin, Güney İrlandalıların veya Katalanların, kendi devletlerinin temsilcileri olarak devletlerarası toplantılara katılma istekleri doğrultusunda atılacak en küçük bir adım bile tavsiye edilebilir

309HEATER, s. 47-77. 310COBBAN, s. 65. 311 HEATER, s. 44. 312MANELA, s. 25. 313HEATER, s. 120; KNOCK, s. 250.

67

değildir. Eğer bu hak, Makedonlara veya Alman Bohemyalılarına verilecek olursa, en ufak millete bile vermemiz gerekmektedir314”.

Böylece, barış görüşmelerinde self determinasyon ilkesi Müttefikler tarafından keyfi bir şekilde uygulanmış ve siyasi, stratejik ve ekonomik menfaatlerin gölgesinde kalmıştır. Polonyalılar, Yugoslavlar, Romanyalılar, Çekler ve Slovaklar gibi savaş sırasında müttefik devletlere sadakat sergilemiş olan halklara kendi devletlerini kurmaları için imkan sağlanırken, diğer iddialar görmezden gelinmiştir. Diğer yandan, uygulanabilirlik bakımından değerlendirdiğimizde tüm arzuların karşılanması da mümkün değildi. Avrupa’da devlet sınırlarının yeniden düzenlenmesinin sadece self determinasyona ve etnik açıdan homojen devletlerin kurulmasına hedeflenmiş bir görüşe dayandırılması, hem demografik hem de kartografik açıdan imkansızdı. Eğer bu sınırsız uygulansaydı, birtakım azınlık sorunlarının çözümü, kendi içinde çatışma, isyan ve savaş barındıran yeni birtakım azınlık sorunlarının başlamasına sebebiyet verebilirdi ki, bu da katiyen istenmeyen ama bir o kadar da kaçınılmaz bir sonuç olabilirdi315.

Bütün bu bahsettiğimiz siyasi, stratejik ve diğer engellerin sonucunda, self determinasyon kavramı, Paris Barış Konferansında, sadece ihtiyaç duyulan durumlarda bazı yeni devletlerin kurulmasını meşrulaştırıcı araç olarak kullanılmıştır. Bunun yanında da bazı farklı milliyetler içerikli karmaşık arazi düzenlemelerinde halkın istemini belirlemek amacıyla plebisitlere başvurulması, self determinasyonun yansıması olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu bağlamda da self determinasyon tutarsız uygulanmış ve bazı plebisitlerin sonuçları, halka aldırış etmeden geçersiz sayılmış veya müttefiklerin menfaatlerine uygun olmadığından iptal edilmiştir316. Sonuç olarak, otuz milyon insan, kendisinin baskın halkın temsilcisi olmadığı devletlerin topraklarında, Avrupa’da üç milyon alman Çek yönetimi altında, bir milyondan fazla alman ise Polonya’nın yönetimi altında bırakılmıştır317.

Wilson’un 17 Eylül 1919’da San Francisco’da yaptığı şikayet dolu konuşmada, self determinasyon ilkesini yenilgiye uğrayan devletlerin toprakları dışında uygulamak barış konferanslarının öncelikleri arasında maalesef yer almıyor demesi aslında her şeyi anlatır

314

MUSGRAVE, s. 27. 315RAIC, s. 190.

316MCCORQUODALE Robert, “Self Determination: A Human Rights Approach” International and Comparartive

Law Quarterly, Vol. 43, No. 4, October 1994, s. 870.

317SHARP Alan, The Versailles Settlement: Peacemaking After The First World War 1919-1928 (TheMaking of the

68

niteliktedir318. Böylece, yeni devletlerin oluşumu, tartışmalı arazilerin yeniden düzenlenmesi ve azınlıkların korunmasının güvence altına alınması gibi sorunların çözüme kavuşturulması sürecinde birçok azınlık gruplar hayal kırıklığına uğramış ve sonuçlardan memnun kalmamıştır. Bunun sonucunda müttefik devletlerin devlet ve hükümet başkanlarını çifte standart uygulamakla suçlamışlar319.

Aslında, müttefik devletlerin self determinasyon ilkesini sadece yenilmiş devletlerin topraklarında uygulamaya koymakla tatbik ettikleri çifte standart, geride, self determinasyonla ilgili birtakım sorular bırakmıştır. “Eğer self determinasyon savaş sonrası barışın temininde bir ilke olarak kabul edilmişse, neden sadece yenilmiş devletlerin topraklarında yaşayan halklara tanınmış da kazanmış devletlere uygulanmamıştır? Ya da self determinasyon hakkının kullanıcısı olan topluluğu belirlemek işi sadece müttefik devletlerin sorumluluğunda mı olmalıydı?320” Bu ve benzeri sorular, barış konferanslarında self determinasyonun barışı sağlayacak bir ilke olmaktan daha fazla müttefik devletlerin siyasi amaçlarını yerine getirecek bir araç olarak kullanıldığını ortaya koymuştur.

Teorik olarak, self determinasyon kavramının esasen hedefinde olan devletler, belli bir düzeyde kendi kendini yönetme geçmişi olan, daha sonra fetihler ve ilhaklar nedeniyle bu statüsünü kaybetmiş olan, etnik bakımdan neredeyse homojen denilebilecek toplumlardan321 oluşan imparatorluklar ve büyük devletler olmuştur. Pratikte ise, sadece savaşta yenilmiş devletlere uygulandığından dolayı self determinasyonun uygulama alanı coğrafi açıdan çok sınırlı kalmıştır322.

Bu dönemde, self determinasyon ilkesinin uygulanması ile kurulan yeni devletler için en önemli husus, ekonomik dayanıklılık ve milli savunma açısından yeterli hale gelebilmek olmuş ve bu yüzden, ayrıldıkları ülkelerden bazı kritik toprak parçalarını talep etmişlerdir. Talep ettikleri bu zengin topraklarda ise, genelde birçok halk karışık şekilde bir arada yaşamaktaydı. Self determinasyon hakkının uygulanmasındaki bu zorluklar ve müttefiklerin isteksizlikleri azınlık hakları sisteminin gelişmesine sebep olmuştur. Ancak, azınlık hakları sistemi, sadece

318CASSESE, s. 26.

319RAIC, s. 192. 320

RAIC, s. 192.

321Polonyalılar, Bulgarlar, Sırplar ve Hırvatlar gibi. 322COBBAN, s. 18-19.

69

Orta ve Doğu Avrupa devletlerine uygulanan, Batı Avrupa’yı içine almayan, oldukça seçici bir sistem olarak karşımıza çıkmıştır323.

Özetle, Avrupa’da Polonya bölünmelerinden II. Dünya Savaşına kadar geçen dönemde, self determinasyon hakkının tanınmış olduğu toplumlar iki grupta kategorize edilebilir. Bunlar; uluslar olarak adlandıra bileceğimiz bağımsızlığını elde etmiş siyasi bilinçli etnik gruplar ve milliyetler olarak adlandıra bileceğimiz öncelikli olarak dil ve kültür bakımından bir bütün olarak tanımlanabilen ortak değerlere ve ortak kimliğe sahip olan etnik gruplar olmuştur. Sonuç olarak, istisnaları olmakla beraber, özellikle devlet oluşturulması için meşrulaştırıcı temel olarak kullanılan self determinasyon hakkının süjesi, barış konferansının tanımladığı gibi ülkesel olmaktan daha fazla etnik olmuştur. Hem bu nedenle hem de self determinasyon kavramının milliyetçilik teorisinden etkilenmiş olması nedeniyle bu dönemde kavram daha fazla “milli self determinasyon” şeklinde kullanılmıştır324.