• Sonuç bulunamadı

Büyüme Teorilerinin Genel Bir Değerlendirmesi

BÖLÜM 1: EĞİTİM HARCAMALARI, EKONOMİK BÜYÜME VE GELİR DAĞILIMININ KURAMSAL TEMELLERİ GELİR DAĞILIMININ KURAMSAL TEMELLERİ

1.2. Ekonomik Büyümeye İlişkin Kuramsal Açıklamalar

1.2.4. Büyüme Teorilerinin Genel Bir Değerlendirmesi

Klasik ekonomistlerden Adam Smith (1776), David Ricardo (1817), Thomas Malthus (1789), Frank Ramsey (1928), Allyn Young (1928), Frank Knight (1944), ve Joseph Schumpter (1924) gibi yazarlar modern büyüme teorisinin oluşumuna birçok temel katkı sağlamışlardır. Tarihsel olarak bakıldığında modern büyüme teorilerinin başlangıç noktasını Ramsey (1928)’in yazdığı ve çağının çok ilerisindeki ”A Mathematical Theory of Saving” isimli klasik makalesi oluşturmaktadır. Ramsey’in hane halkının dönemler arası optimizasyon kararları ile ilgili önerileri günümüzde Cobb-Doglas üretim fonksiyonunda kullanılmaktadır.(Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 16,17)

Harrod-Domar girdiler arasındaki ikame oranının küçük kabul edildiği bir üretim fonksiyonunu kullanarak kapitalist sistemin kararsız bir yapıya sahip olduğunu belirtmişlerdir. Zamanında birçok çalışmanın yapılmasını tetikleyen bu düşünceler günümüzde çok az analizde rol oynamaktadır.(Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 17)

38

“Schumpeter’a göre kapitalist sistemin uzun süre ayakta kalmasını sağlayan mekanizma yeni üretim yöntemlerinin, yeni piyasaların, yeni ürünlerin girişimler tarafından sürekli biçimde ortaya konulmasıdır. Her yeni, kendinden öncekini ortadan kaldırarak ekonomiye sunulur ve bu süreğen biçimde gelişir”.(Schumpeter, 1981, ss.140-149’den aktaran Ateş, 1998: 46)

75

Daha sonraki yıllarda Solow (1956) ve Swan (1956) tarafından modern büyüme teorisine önemli katkılar yapılmıştır. Solow büyüme modelinin temelini neoklasik üretim fonksiyonu oluşturmaktadır. Burada girdilerin azalan verimlere sahip olduğu ve ölçeğe göre getirinin sabit olduğu varsayılmaktadır. Bu üretim fonksiyonu, ekonominin son derece basitleştirilmiş bir genel denge modelini kurmak için sabit tasarruf oranı kuralıyla birleştirilmiştir.(Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 17) Neoklasik büyüme yaklaşımı olarak adlandırılan bu modele göre, başlangıçta GSYİH’leri göreli olarak düşük olan ülkeler, daha büyük büyüme oranlarına sahip olacaklardır. Bu sonuca, sermayenin azalan verimlere tabi olarak çalıştığı varsayımından hareketle ulaşılmaktadır. Yani işgücü başına daha az sermayeye sahip olan ülkeler, daha yüksek sermaye getiri oranına ve dolayısıyla büyüme oranına sahip olacaklardır ve gelişmiş ekonomilerin ulusal gelirlerine yakınsayacaklardır.(Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 17, Ateş, 1998: 9) Bu yakınsama (convergence), şartlı yakınsamadır, çünkü sermayenin kararlı-denge hali ve işçi çıktı düzeyi, Solow-Swan modelinde, tasarruf oranı, nüfusun büyüme oranı ve üretim fonksiyonunun durumuna bağlıdır (Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 17). 1980’lerden sonraki çalışmalarda, R.J. Barro, W.J. Baumol gibi ekonomistler modellerine başlangıç beşeri sermaye stoku ve hükümet politikaları değişkenlerini de dâhil etmişlerdir (Ateş, 1998: 9). Solow-Swan modelinin bir diğer varsayımı, teknolojik gelişmelerde sürekli gelişmelerin sağlanamaması durumunda, kişi başına büyümenin eninde sonunda duracağıdır. Bu varsayım Ricardo ve Malthus’un azalan verimler varsayımına dayandırılabilir (Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 17).

Neoklasik büyüme modelinde teknolojik gelişme dışsaldır ve modelin dışında belirlenmektedir. Cass (1965) ve Koopsman (1965) Ramsey’in tüketim optimizasyonu (consumer optimization) analizini tekrar neoklasik büyüme modeline geri getirmişler ve bu şekilde tasarruf oranının modelde içselleştirilmesini sağlamışlardır. Bu yeni yaklaşım, gelişmiş ekonomilere doğru yapılan geçiş sürecini ve dinamiklerini kavramada yeni bir boyut getirmiş fakat koşullu yakınsama anlayışını aşamamıştır. Ayrıca tasarruf oranının içselleştirilmesi, uzun dönemli kişi başına büyümenin, dışsal teknolojik gelişmeye bağlılığı tezini ortadan kaldıramamıştır (Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 18).

76

1960’lı yıllarla beraber temel neoklasik kuram, teknolojik gelişmenin ”yaparak öğrenme” ve ”yıllanma (vintage) modelleri” gibi yaklaşımlarla teknolojiyi içselleştirmeye çalışmıştır. Özel bir öneme sahip olan Arrow’un (1962) çalışmasında her bireyin buluşunun, teknolojinin bir rekabetçi mal olmamasından ötürü, tüm ekonomiye hızlıca yayıldığı belirtilmektedir. Fakat buluşların ekonominin tümüne yayılması çok yavaş gerçekleşirse ve buluşlar araştırma-geliştirme (AR-GE) sektörünün bir ürünü haline dönüşürse, ekonomi tam rekabetin sahip olduğu bir yapı yerine, aksak rekabetin geçerli olduğu bir yapıya dönüşecektir. Bu türden gelişmelerin yaşandığı bir modelde, neoklasik büyüme modelinde bazı değişikliklerin yapılması kaçınılmaz olacaktır. Bu konuya, 1980’lerin ortalarında P.M. Romer el atıncaya kadar, ekonomistler bir açıklama getirmemişlerdir.(Ateş, 1998: 10)

1970’li yıllara gelindiğinde iktisat teorisi büyüme tartışmalarından büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Bu yıllarda daha çok iktisadın mikro temelleri ve kısa dönemli salınımlar sorgulanmaya başlanmış ve Parasalcı, Yeni Keynesyen ve Rasyonel Beklentiler gibi makro teoriler tartışma gündemini oluşturmuştur (Ateş, 1998: 10).

1980’li yılların ortalarından sonra, Romer (1986) ve Lucas (1988)’ın çalışmalarıyla beraber, ekonomik büyüme üzerine yapılan çalışmalarda bir patlama yaşanmıştır (Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 19). Özellikle P.M. Romer, R.E. Lucas, S. Rebelo, P. Aghion, P. Howitt, E. Helpman, G.M. Grossman gibi ekonomistlerin çalışmalarıyla büyüme teorisi, fiziksel ve beşeri sermaye, AR-GE sektörü, dışsallıklar ve aksak rekabet konularını tartışma gündemine almışlardır. İçsel Büyüme Teorileri olarak isimlendirilen bu gelişmeler, teknolojiyi (bilgi stokunu) AR-GE ve beşeri sermaye kanalıyla içselleştirmektedir.(Ateş, 1998: 10)

Aslında içsel büyüme kuramlarının köklerini ve orijinal versiyonlarını A. Smith, Ricardo ve özellikle Marks gibi klasik iktisatçılarda, daha sonraları da Schumpeter’de bulmak mümkündür (Gürak, 2009: 16). Genel anlamda bakıldığında Neoklasik büyüme teorilerinde ya beşeri sermaye olgusuna yer verilmediği, ya da teknolojinin cennetten tüm bireylere gelen bir meyve gibi değerlendirildiği görülmektedir. Bu noktaya karşı çıkış ve iktisat politikalarının uzun dönemli büyümeyi etkileyebileceği tezi, içsel büyüme modellerini, Neoklasik yaklaşımlardan ayırmıştır.(Ateş, 1998: 10)

77

Neoklasik ve İçsel büyüme modelleri arasındaki en önemli fark, sermayenin getirisine ilişkin kabul ettikleri varsayımdan kaynaklanmaktadır. Neo-Klasik büyüme modelleri sermayenin azalan getirisini kabul ederken, içsel büyüme modelleri beşeri sermayeyi de kapsayan sermayenin artan getirisinin olabileceğini ve bu artan getirinin de uzun dönemde büyümeyi azaltmayacağını kabul etmektedirler. İçsel büyüme modellerinde, ekonomik büyümenin içsel iktisadi temelleri olacağı söylenmekte ve ülkelerin gelir seviyelerinin kendiliğinden birbirine yaklaşacağı tezi yıkılmaktadır. Neo-Klasik modelin aksine, az gelişmiş ülkeler eğer gerekli önlemleri almazlarsa gelişmiş ülkeler ile arasındaki fark daha da artacaktır. Yeni büyüme modellerinde teknoloji içselleştirilmekte ve kamu politikalarının ekonomik büyümeyi etkileme mekanizmaları öne çıkartılmaktadır. Sabit ya da artan getiriye kaynaklık edecek değişik öneriler bulunmaktadır.(Kar ve Taban, 2003: 149)

Mankiw, Romer ve Weil (1992) tarafından sermaye konsepti genişletilerek beşeri sermayenin de ekonomik büyümeye katkı yapacağı Neo- Klasikler tarafından ileri sürülmektedir. Bu araştırmacılar, bulgularının Solow’un öngörülerini destekler sonuçlar elde ettiklerini ve geliştirdikleri modelin ülkelerin kişi başına gelir farklılığının % 80 ini açıklayabildiğini savunmaktadırlar.(Kar ve Taban, 2003: 148)

İçsel büyüme teorisinin bu çıkışına tepki olarak Mankiw, Romer ve Weil (1992), Neoklasik büyüme teorisini beşeri sermayeyi de içine alacak şekilde genişleterek ampirik olarak test etmişlerdir. Yazarlar, beşeri sermaye ile genişletilmiş Neoklasik büyüme teorisinin gerçek hayatı açıklama gücünün büyük ölçüde arttığını ifade etmektedirler. Barro (1991) ise, artan getiri olmadıkça beşeri sermayenin modele dâhil edilmesinin Neo-klasik teorinin sonuçlarını ve öngörülerini değiştirmediğini ifade etmektedir. Dolayısıyla içsel büyüme teorilerinin iddiası, üretim fonksiyonuna beşeri sermayenin basitçe dâhil edilmesinden ziyade, beşeri sermaye birikiminin öğrenmeyi, yeteneği, bilgiyi ve bunların sonucu olarak da verimliliği artıracağıdır.(Taban ve Kar, 2006: 163)

İçsel büyüme teorilerinin en tanınmış olanı beşeri sermaye birikiminin temel alındığı Lucas’ın modelidir. Lucas, Solow gibi üretim sürecinde sermaye birikimi (K) ve işgücünde (L) ölçeğe göre sabit getiri olduğunu varsaymaktadır. Ancak, Lucas, Solow’dan farklı olarak ayrı bir üretim faktörü olan beşeri sermayenin üretim

78

fonksiyonuna dâhil edilmesiyle birlikte üretim sürecinde artan getirinin geçerli olduğunu da varsaymıştır. Bir anlamda Lucas, Solow büyüme modelinde dışsal olarak belirlenen uzun dönemli ekonomik gelişmenin temel dinamiği olan verimlilik artışını daha somut bir gösterge olan beşeri sermaye ile ilişkilendirmektedir. Bu modelde sermaye birikimi ve işgücü ayrı ayrı azalan marjinal verime sahipken, beşeri sermayenin azalan verime konu olmadığı varsayılmaktadır (Türkmen, 2002: 66,67).

Neoklasik modelde tam rekabet piyasası varsayımı varken içsel büyüme kuramında eksik rekabet piyasaları modele dâhil edilmiştir. İçsel teknolojik gelişmenin ve yeniliğin bir özelliği de piyasaların optimalin altında olmaları sonucunu yaratır olmasıdır. Bunun nedeni yeniliğin oluşabilmesi için monopolistik piyasalar gerekmesidir. Yeniliğin sağlandığı monopol karı firmaları daha fazla yenilik yapmaya yöneltecektir.(Han ve Kaya, 2004: 295,296)

İçsel büyüme ve neoklasik büyüme kuramları arasında temel fark başta sermaye ve yatırım kavramlarını tanımlanmasında ortaya çıkmaktadır. İçsel büyüme modelinin temel kaynakları; teknolojik gelişme, bilgi ve insan sermayesidir. Bu yaklaşımda her yeni yatırımın yenilikler ve bilgi sağladığı düşünülmektedir. Fiziksel sermayeye yapılan her yeni yatırım, üretimin artmasına neden olduğu gibi insan sermayesinin de artışını sağlamaktadır. İşgücünün daha fazla sermaye ile çalışması, bilgi ve becerilerini artıracaktır. Bu bağlamda, hem fiziksel hem de insan sermayesinin artması azalan verimlerin ortaya çıkmasını engelleyecektir.(Han ve Kaya, 2004: 295,296)