• Sonuç bulunamadı

İbn Haldun'un insan düşüncesi ve medeniyet algısı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İbn Haldun'un insan düşüncesi ve medeniyet algısı"

Copied!
203
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

FELSEFE GRUBU EĞİTİMİ BİLİM DALI

İBN HALDUN’UN

İNSAN DÜŞÜNCESİ VE MEDENİYET ALGISI

DOKTORA TEZİ

Hazırlayan

AYTEKİN DEMİRCİOĞLU

ANKARA Mayıs – 2013

(2)

EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ

FELSEFE GRUBU EĞİTİMİ BİLİM DALI

İBN HALDUN’UN

İNSAN DÜŞÜNCESİ ve MEDENİYET ALGISI

DOKTORA TEZİ

AYTEKİN DEMİRCİOĞLU

Danışman: Prof. Dr. EMEL KOÇ

ANKARA Mayıs – 2013

(3)

I

Aytekin DEMİRCİOĞLU’nun “İBN HALDUN’UN İNSAN DÜŞÜNCESİ VE MEDENİYET ALGISI” başlıklı tezi 30/05/2013 tarihinde, jürimiz tarafından Felsefe Grubu Eğitimi Bilim Dalında Doktora Tezi olarak kabul edilmiştir.

Adı Soyadı İmza

Başkan: Prof. Dr. İbrahim ARSLANOĞLU ...

Üye (Tez Danışmanı): Prof. Dr. Emel KOÇ ...

Üye : Prof. Dr. Veli URHAN ...

Üye : Prof. Dr. İsmail KÖZ ...

(4)

II

Medeniyet, çok farklı unsurların, bireylerin, toplumların katkı sağlayarak oluşturdukları ve belli bir tarihsellik içerisinde var olabilen oldukça geniş kapsamlı bir kavramdır. Düşünürler, olaylar, toplumlar ve süreçler adeta bir halıya atılan ilmekler misali, medeniyet örüntüsüne dahil olurlar. Bu yolla hem medeniyeti var ederler, hem de kendilerini onunla birlikte var kılarlar. Ancak, medeniyetin öznesi konumundaki insan, onun varlığına katkı sağladığı gibi, yıkılmasına da etki etmektedir. Bu nedenle medeniyetlerin yükselişinden, ilerlemesinden söz edilebildiği gibi yıkılışından ve gerilemesinden de söz edilebilmektedir.

Banisi insanoğlunun etkileri sebebiyle döngüsel bir yapıya bürünen medeniyet olgusu, gerek coğrafi ve tarihsel, gerekse dini ve kültürel gerekçelerle daha spesifik alt paydaşlara ayrılabilmektedir. Bu bağlamda medeniyet kavramının içerisinde, kendi iç dinamiklerinin benzerliği nedeniyle İslam medeniyeti, Batı medeniyeti veya Roma medeniyeti gibi özel medeniyet türleri kendisine yer bulabilmektedir.

Her medeniyet kendi var edicisi konumundaki insanla birlikte vardır. Diğer bir deyişle herhangi bir medeniyet, onu var eden insanların ona sahip çıkmasıyla varlığını sürdürebilir. Aksi takdirde zamanla etkisini yitirir ve nihayetinde yok olup gider. İbn Haldun, bizim de bir parçası olduğumuz İslam medeniyetinin oluşmasına katkı sağlayan, ona ilmek atan ve sahip çıkan en önemli figürlerden biridir. Bu çalışma özellikle İbn Haldun’un insan ve medeniyet kavramlarını nasıl kurguladığını tartışmaya dönüktür. Bu tartışmayla İbn Haldun’un daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamak ve kültürel mirasımıza bir nebze de olsa sahip çıkmak hedeflenmektedir.

Tezler yoğun ve meşakkatli bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan ürünlerdir. Bu tür bilimsel çalışmalar, İbn Haldun’un deyimiyle “hocalar ve üstadlar” olmadan yürütülemez. Bu bağlamda yetişmemde emeği olan tüm bölüm hocalarıma ve bilhassa tez danışmanım Prof. Dr. Emel KOÇ hanımefendiye teşekkür ederim. Ayrıca varlığıyla hayatımı aydınlatan biricik aileme, her zaman en büyük destekçim olan hayat arkadaşım Devrim’e, ihmal edildikleri halde şikâyetçi olmayan oğlum Tarık Enes’e ve kızım Elif Su’ya sonsuz minnetlerimi sunarım.

Aytekin DEMİRCİOĞLU Mayıs 2013, Ankara

(5)

III

İBN HALDUN’UN İNSAN DÜŞÜNCESİ ve MEDENİYET ALGISI DEMİRCİOĞLU, Aytekin

Doktora, Felsefe Grubu Eğitimi Bilim Dalı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Emel KOÇ

Mayıs – 2013, 195 sayfa

İbn Haldun siyasetten ekonomiye, eğitimden tarihe kadar birçok alanda orijinal fikirler sergilemiş olan bir düşünürdür. Bu çalışmada genel anlamda İbn Haldun’un insan düşüncesinin ve medeniyet algısının tanıtılması amaçlanmıştır. Çalışmanın içeriği bu doğrultuda kurgulanmıştır.

Bu çalışma üç ana bölümden oluşmaktadır. Ön bölümde araştırmanın amacı, konusu, yöntemi, ilgili literatür ve İbn Haldun’un hayatıyla ilgili bilgi verilmiştir. Bilgi ve bulguların tartışıldığı ana bölüm üç alt başlıktan oluşmuştur. Birinci alt başlıkta insan düşüncesine genel bir bakış, İbn Haldun’un insan anlayışı, İbn Haldun’a göre farklı insan tipleri ve insanın özellikleri gibi konulara yer verilmiştir. İkinci alt başlıkta medeniyet kavramına genel bir bakış, İbn Haldun’un medeniyet algısının temel unsurları, medeniyete ilişkin temel kavramlar, farklı medeniyet örüntüleri, şehir medeniyet ilişkisi, medeniyete organizmacı yaklaşım ve medeni toplumdaki kurumlar yorumlanmıştır. Üçüncü alt bölümde ise İbn Haldun’un hakkında söylenenler ile hem İslam Dünyasındaki, hem de Batıdaki etkileri hakkında bilgi aktarılmıştır. Son bölümde bulgular tartışılmış ve kaynakçaya yer verilmiştir.

Bu araştırmada, kaynak – belge tarama ve buna bağlı olarak içerik yorumlama yöntemi kullanılmıştır. Bu bağlamda İbn Haldun’un kendi eserleri ve özellikle Mukaddime temel kaynak olarak kullanılmıştır. Mukaddime’nin çeşitli baskıları arasında oldukça ciddi farklar mevcuttur. Bunlardan, Süleyman Uludağ’ın hazırladığı İstanbul baskılı Mukaddime’yi çalışmamızda temel kaynak olarak kullandık.

(6)

IV

IBN KHALDUN’S THOUGHT OF HUMAN BEING AND THE CONCEPT OF CIVILIZATION

DEMIRCIOGLU, Aytekin

Doctorate, Department of Philosophy and Related Fields Thesis Supervisor: Prof. Dr. Emel KOC

May – 2013, 195 page

Ibn Khaldun who is a thinker exhibits original ideas in many ways from politics to economy and from education and history. In this study, it is aimed to introduce Ibn Khaldun’s human thought and perception of civilization. The thesis content was constructed in this perspective.

This study consists of three main sections. In the intorduction section, information about the aim of the study, subject, method, literature and general information about Ibn Khaldun’s life is given. The main section which information and findings are discussed consists of three sub-title. In the first sub-section; human thought is discussed in a general perpective and Ibn Khaldun’s thought of human beeing, the features of human being and different types of human being according to Ibn Khaldun was discussed. In the second sub-section; the perception of civilization is discussed in a general perspective too. In this section, the basic elements of Ibn Khaldun’s concept of civilzation, other basic concepts of civilization, different patterns of civilization, the relation between city and civilization, different theories, like organismism, social instuitions in civic societies were interpreted. In the third sub-section the literature about Ibn Khaldun in Muslim World and in the West and his impacts in western countries is given. In the last part, findings are discussed and bibliography is given.

In the current study, literature rewiev and content analysis method were used. In this context, Ibn Khaldun’s studies especially the Muqaddimah was used as the main source. There are differences in the various editions of the Mugaddimah. In this study, Muqaddimah, which was translated by Suleyman Uludag and printed in Istanbul was used as the main source.

(7)

V ÖN BÖLÜM

JÜRİ ÜYELERİ İMZA SAYFASI I

ÖNSÖZ II ÖZET III ABSTRACT IV İÇİNDEKİLER V GİRİŞ BÖLÜMÜ 1. GİRİŞ 2 2. AMAÇ 4 3. ÖNEM 4 4. YÖNTEM 5 5. SINIRLILIKLAR 6 6. KISALTMALAR 7 7. İLGİLİ LİTERATÜR 8 8. HAYATI 12 ANA BÖLÜM

1. İNSAN DÜŞÜNCESİNE GENEL BAKIŞ 17

1.1.KAVRAMSAL ANALİZ 17

1.2.DİNLER AÇISINDAN İNSAN 20

1.2.1. Hıristiyanlık Düşüncesinde İnsan Anlayışı 20

1.2.2. İslam Düşüncesinde İnsan Anlayışı 22

1.3.İBN HALDUN’UN İNSAN ANLAYIŞI 26

1.3.1. İbn Haldun’a Göre Farklı İnsan Tipleri 26

1.3.1.1.Peygamber Olarak İnsan 26

1.3.1.2.Halife Olarak İnsan 28

1.3.1.3.Hükümdar Olarak İnsan 31

1.3.1.4.Kul Olarak İnsan 34

1.3.1.5.Tarihçi Olarak İnsan 35

1.3.1.6.Tüccar Olarak İnsan 39

1.3.1.7.Öğrenci Olarak İnsan 41

1.3.2. İbn Haldun’a Göre İnsanın Özellikleri 44 1.3.2.1.Medeniyetin Kurucusu Olarak İnsan 44 1.3.2.2.Düşünen Bir Varlık Olarak İnsan 47 1.3.2.3.Tarihsel Bir Varlık Olarak İnsan 49 1.3.2.4.Ahlaksal Bir Varlık Olarak İnsan 51 1.3.2.5.Diyalektik Bir Varlık Olarak İnsan 52 1.3.2.6.Evrim Geçiren Bir Varlık Olarak İnsan 54

1.4.BİR İNSAN OLARAK İBN HALDUN 56

2. İBN HALDUN’UN MEDENİYET ALGISI 69

(8)

VI

2.2.2. İklim Bölgeleri 78

2.2.3. Devlet ve Mülk 84

2.3.MEDENİYETE İLİŞKİN TEMEL KAVRAMLAR 92

2.3.1. Umran ve İlm-i Umran 92

2.3.2. Asabiyet 97

2.4.FARKLI MEDENİYET ÖRÜNTÜLERİ 107

2.4.1. Bedevilik 107

2.4.2. Hadarilik 110

2.5.MEDENİYETİN TEMEL GÖRÜNTÜSÜ OLARAK ŞEHİR 114

2.5.1. Şehir ve Özellikleri 114

2.5.2. Şehir ve Medeniyet İlişkisi 119

2.6.MEDENİYETE ORGANİZMACI YAKLAŞIM 121

2.7.MEDENİ TOPLUMDA KURUMLAR 125

2.7.1. Din 125 2.7.2. İlimler ve Eğitim 129 2.7.3. Felsefe 135 2.7.4. Sanatlar 140 2.7.5. İktisat 145 2.7.6. Siyaset 151 3. İBN HALDUN’UN YANSIMALARI 155

3.1.İBN HALDUN HAKKINDA SÖYLENENLER 155

3.1.1. Lehinde Söylenenler 155

3.1.2. Aleyhinde Söylenenler 161

3.2.İBN HALDUN’UN ETKİLERİ 166

3.2.1. İslam Dünyasındaki Etkileri 166

3.2.2. Batı Dünyasındaki Etkileri 171

SONUÇ BÖLÜMÜ

1. SONUÇ ve TARTIŞMA 179

(9)
(10)

1. GİRİŞ

İbn Haldun, 1332’de Tunus’ta doğmuş, 1406’da Kahire’de ölmüş, yirmili yaşlardan ölümüne kadar çalkantılı bir hayat sürmüştür. İlim ve tedrisat işiyle küçüklüğünden itibaren meşgul olan düşünür siyasi danışmanlık, yargıçlık ve medrese hocalığı gibi çeşitli vazifeler yürütmüştür. Yürüttüğü bu görevler sebebiyle de başı dertten kurtulmamış ve kendisini sık sık aleyhine düzenlenen entrikaların içinde bulmuştur.

İbn Haldun gerek kendi sağlığında gerekse ölümünden sonra, hem yaşadığı coğrafyada hem de uzak diyarlarda oldukça geniş bir etki bırakmıştır. Henüz sağlığındayken gittiği bazı şehirlerde törenlerle karşılanacak kadar büyük bir üne kavuşmuştur.

İslam dünyasında kendi yaşam öyküsünü kaleme alan ender düşünürlerden biri olan İbn Haldun temel düşüncelerini Mukaddime adlı eserinde dile getirmiştir. Esasen müstakil bir eser olmayan Mukaddime, adından da anlaşılacağı üzere bir başka esere (Kitabü’l-İber) giriş mahiyetinde kaleme alınmıştır. Buna karşılık Mukaddime sıradan bir girizgâh olmayıp İbn Haldun’un tüm görüşlerinin derli toplu olarak dile getirildiği oldukça kapsamlı bir eserdir.

İbn Haldun sanattan siyasete, insanın evriminden devletin zorunluluğuna, iklimlerin insan üzerindeki etkisinden toplumların tekâmülüne varıncaya dek birçok konu üzerinde derinlemesine tahlillerde bulunmuştur. Bu tahlilleri esnasında birçok soruna değinmiş, betimlemelerde bulunmuş ve çözüm yolları önermiştir. Ele aldığı bazı konular oldukça orijinaldir. Örneğin devletlerin ortaya çıkışı, yükselişi ve yok oluşları ile insan organizması arasında kurduğu paralellik birçok çevre tarafından ilgi çekici ve etkileyici bulunmuştur.

Bununla birlikte ele aldığı konu ve problemlere kendine özgü bir yöntem ve ilimle yaklaştığını dile getirmesi onu orijinal kılan bir başka özelliğidir. O ‘umran’ adıyla kendine özgü yeni bir ilim dalı kurmuş ve ilmi yöntem geliştirmiştir.

Öte yandan İbn Haldun’un ilgilendiği ve ele aldığı bütün problemlerin ‘insan’ kavramı etrafında şekillendiği söylenebilir. O insanı dini, toplumsal ve tarihsel bir varlık

(11)

olarak ele almıştır. Dolayısıyla devlet, medeniyet, yönetme – yönetilme ilişkileri, şehir yaşamı ve bunlarla ilintili davranış biçimlerinin hepsi ‘insan’dan türeyen ikincil meselelerdir.

Bu bağlamda İbn Haldun çevresinde gözlemlediği veya bir şekilde ilişki kurduğu birçok insan modeli üzerinde görüş bildirmiş ve bu insan tiplerini ayrıntılı bir irdelemeye konu etmiştir. O, yaşamı ve yerine getirdiği görevler itibariyle her daim iktidara ve siyasilere yakın olmuştur. Bu nedenle, İbn Haldun’un en çok gözlemlediği ve haklarında en geniş görüş bildirdiği insan modelleri siyasetçilerdir. Bu anlamda, bir insan modeli olarak ‘hükümdar’ tiplemesine ayrı bir önem veren İbn Haldun, ‘halife’ ve ‘reis’ gibi modelleri ele alırken de bu makamlarda bulunan kişilerin siyasi taraflarına vurgu yapmış ve yürüttükleri görevlerin onların kişilikleri üzerindeki etkisini hesaba katmıştır.

Siyasetçiler dışında, tarihçiler ve tüccarlar gibi meslek sahiplerini de inceleme kapsamına alan İbn Haldun, bu mesleklerle ilintili olarak yapılan yanlışların büyük çoğunlukla, bu meslekleri icra eden insanların kişiliklerinden kaynaklandığı tespitinde bulunmuştur. İbn Haldun, bu türden tespitlerinin hepsinde insanı, varoluş ve kişilik özellikleriyle birlikte bütün olarak ele almıştır.

İbn Haldun düşüncesinde insan, ontolojik açıdan değerlendirildiğinde, yaşadığı çevreye uyum sağlamaya çalışan, diğer insanlarla ilişki kuran, diyalektik olarak değişen, evrim geçiren, göç eden, toprağa yerleşen, şehirler kuran, mal alıp – satan, bunları düzenleyen yasalar ve kurumlar oluşturan, kısacası medeniyetler var eden bir varlık olarak kabul edilmiştir.

İşte, tekil insanın medeniyete ulaşma serüveni bu araştırmanın ana konusunu teşkil etmektedir. Bu bağlamda insan, medeniyetin kurucusu olarak kabul edilmekte olup insan – medeniyet ilişkisi ve bu ilişki ile ilintili kavramlar araştırmanın ana gövdesini oluşturmaktadır.

(12)

2. AMAÇ

Bu çalışmada genel olarak ‘İbn Haldun’un insan ve medeniyet konularındaki görüşlerinin tanıtılması’ amaçlanmıştır. Bu genel amaca bağlı olarak şu alt amaçlar sıralanabilir:

 ‘İnsan’ kavramının etimolojik açıdan analiz edilmesi.

 Düşünce tarihinde ‘insan’ kavramının nasıl ele alındığının tartışılması.  ‘İnsan’ kavramının, kişinin yaptığı işle ilintisi bakımından değerlendirilmesi.  İbn Haldun’a göre insanın özelliklerinin tanıtılması.

 İbn Haldun’un farklı insan tiplerine dair değerlendirmelerinin analizi.

 İbn Haldun’un kendi kişisel özelliklerinin, düşüncesinin oluşumuna etkilerinin analiz edilmesi.

 ‘Medeniyet’ kavramının etimolojik açıdan analiz edilmesi.  Medeniyetin temel unsurlarının ve alt kavramlarının tanıtılması.  Medeniyet – şehir ilişkisi ve medeni toplumlardaki kurumların analizi.

 İbn Haldun’un medeniyetlerin doğuşu ve yok oluşu ile ilgili olarak geliştirdiği organizmacı yaklaşımın tartışılması.

3. ÖNEM

Bu çalışmanın önemi, bizzat İbn Haldun’un veya onun düşüncelerinin taşıdığı önemle paraleldir. Bununla birlikte, İbn Haldun’un insan düşüncesi ve insanın medeniyetin oluşmasında üstlendiği rol hakkındaki düşünceleri herhangi bir tezde veya kitapta derinlemesine ve birlikte işlenmemiştir. Bu çalışma böyle bir alandaki boşluğu doldurabilecek müstakil bir eser olması yönüyle önemlidir.

Çalışma literatürde dolduracağı boşluğun yanı sıra İbn Haldun’u önemli kılan diğer bazı özellikleri ve düşünceleri de ihtiva etmektedir. Bunlar şöyle dile getirilebilir:  Toplumu bir olgu olarak ele alan ilk düşünürdür. Bu açıdan sosyoloji biliminin asıl

(13)

 “İlm-i Umran” adıyla yeni bir bilim dalı ve araştırma yöntemi kurmuştur. İlim dalı olarak, umrana (sosyal yapı ve ilişkiler) arız olan halleri inceleyen bir alandır. Yöntem olarak da bilimleri, özellikle tarih bilimini hurafelerden ve öznellikten arındırmayı hedefleyen bir yaklaşımdır.

 Ekonomik görüşleri oldukça değerlidir. Bir hizmetin ya da ürünün değerini belirleyen şeyin, onun üretilmesi için harcanan emeğe bağlı olduğunu söylemesi ve artı ürün, emeğin sömürülmesi kavramlarını ekonomi literatürüne sokması sebebiyle Marksist teoriyi öncelediği belirtilmektedir.

 İklimlerin ve yaşanılan coğrafi bölgelerin insanların karakterleri ve davranışları üzerinde etkili olduğunu belirtmesi orijinal bir yaklaşımdır.

 İslami devlet anlayışının en güçlü olduğu dönemlerde yaşamış olmasına rağmen, devlet yönetiminin dini bir yapı olmadan da sağlanabileceğini söylemesi tarihsel açıdan cesur ve bilimsel bir yaklaşımdır.

 Maliki baş kadılığı yapmış biri olarak insanların evrim geçirebileceğini ve bunun İslamî bir yorumla açıklanabileceğini dile getirmiştir.

 Eğitimin kolaydan zora bir yol izlemesi, ezbercilikten kaçınılması gerektiği, dayağın yanlış olduğunu, eğitimin süresinin değil kalitesinin ve işlevinin önemli olduğunu söylemesi vb. görüşlerinin bugün bile geçerliliğini koruması onun eğitim açısından da önemine işaret etmektedir.

 Devletlere ömür biçmesi ve medeniyetleri organizmacı bir açıdan yaklaşması da onun orijinal sayılabilecek görüşleri arasındadır.

4. YÖNTEM

Bu çalışma teorik nitelikte bir çalışmadır. Bu nedenle araştırmamızda temel yöntem olarak kaynak – belge tarama ve buna bağlı olarak içerik yorumlama yöntemi kullanılmıştır. İçerik çözümlemesi; belgelerdeki bakış açıları, felsefeler, dil, anlatım, vb. özelliklerin derinliğine anlaşılabilmesi için belli ölçütlere göre yapılan bir taramadır (Karasar, 1999: 184).

Araştırmada mümkün olduğunca birinci el kaynaklardan yararlanılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda İbn Haldun’un Mukaddime adlı eseri temel kaynak olarak kullanılmıştır. Mukaddime’nin çeşitli baskıları arasında oldukça ciddi farklar mevcuttur.

(14)

Satı el-Husri’ye (2001: 17) göre Mukaddime’nin farklı baskıları kıyaslandığında aralarındaki farkın altmış sayfadan fazla olduğu tespit edilebilmektedir. Örneğin VI. Bölümün ilk altı başlığı Mısır ve Beyrut baskıları ile tercümesini bu baskılara dayandıran Z. K. Ugan’ın hazırladığı Mukaddime’de yoktur. Buna karşılık, bahsi geçen bu bölümler Paris baskısında, Pirizade, Cevdet Paşa ve Uludağ’ın hazırladığı Mukaddime’lerde bulunmaktadır. Bu Mukaddimeler arasında kapsamı ve şerhleriyle, Süleyman Uludağ tarafından hazırlanan Mukaddime’yi çalışmamızın oluşturulmasında en uygun basım olarak bulduğumuz için ana kaynak olarak bu eseri kullandık. Kur’ân’dan yapılan alıntılarda Diyanet İşleri Başkanlığının ve Ali Bulaç’ın tercümeleri kullanılmıştır.

Araştırmamızda içeriğin çözümlendiği, bilgi ve belgelerin irdelendiği ana bölüm, kendi içinde iki bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde, ‘insan’ kavramı, insanın bir problem olarak düşünce tarihinde nasıl irdelendiği, İbn Haldun düşüncesinde ‘insan’ kavramının kendisine nasıl yer bulduğu ve son olarak, bir insan olarak İbn Haldun’un kişiliği irdelenmiştir. İkinci bölümde ise, ‘medeniyet’ kavramının neliği, İbn Haldun’daki medeniyet düşüncesinin temelini oluşturan unsurlar ve kavramlar, medeniyetin iki farklı boyutu olan ‘bedevilik’ ve ‘hadarilik’, şehir ve medeniyet ilişkisi, medeniyetlerin doğuşu – gelişimi – çöküşü, medeni toplumlardaki sosyal kurumlar ele alınmıştır.

5. SINIRLILIKLAR

Bu araştırmanın konusu İbn Haldun’un insan ve medeniyet konusundaki görüşleriyle sınırlandırılmıştır. Bununla birlikte başlığın kendisinden kaynaklanan bir içerik genişliği mevcuttur. Zira eğitim, siyaset, ekonomi, din, aile gibi toplumsal kurumların tamamını insan ve medeniyetle ilişkilendirmek mümkündür. Çalışmamızda bu kavramlar ve kurumlar arasındaki ilişkilendirme konunun ana eksenini kaydırmayacak şekilde sınırlı tutulmuştur.

(15)

6. KISALTMALAR

Çalışmada geçen kısaltmalar şunlardır:

 Akt. : Aktaran

 Bkn. : Bakınız

 G. : Mukaddime’nin giriş bölümü

Hatıralar : Bilim ve Siyaset Arasında Hatıralar (Otobiyografi)

 Hz. : Hazreti

 İbn Haldun : Abdurrahman bin Muhammed Ebu Zeyd Veliyyüddin İbn Haldun Maliki Hadramî

Kitabü’l İber : Kitabü’l İber ve Divanü’l-Müptedei ve’l-Haber fi Eyyami’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men Aserehüm min zevi’s-Sultani’l-ekber

Şifaü’s-Sail : Şifaü’s-Sail Li-Tezhibi’l-Mesail

 md. : Madde

 M.Ö. : Milattan önce

 pp. : Page point (İng) İlgili sayfa numarası

 s. : Sayfa

 Trhz. : Tarihsiz

 vd. : Ve diğerleri

(16)

7. İLGİLİ LİTERATÜR a. Kendi Eserleri

(Uludağ, 1993: 17 – 20)

 İbn Haldun. (1998). Tasavvufun Mahiyeti (Şifaü’s-Sail). Hazırlayan: Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları.

 İbn Haldun. (2004), Bilim ile Siyaset Arasında Hatıralar (et-Ta’rifbi-İbn Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken), Çeviren: Vecdi Akyüz, İstanbul: Dergâh Yayınları.

 İbn Haldun. (2009), Devlet, Çeviren: Osman Arpaçukuru, İstanbul: İlke Yayınları.

İbn Haldun. (2009), Mukaddime I-II, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları.

 Bu eserleri dışında Fındıkoğlu’nun (1939: 23) dile getirdiği, ancak herhangi bir baskısı mevcut olmayan yedi eseri daha vardır. Sıhhatleri tartışmalı olan bu eserler şunlardır:

- Bürde isminde bir dini kaside şerhi - İbn Rüşd hakkında bir özet

- Mantık hakkında bir risale - Razi’nin El-Muhassal’ının telhisi - Riyaziye’ye ait bir risale

- Şiire ait bir risale

- Marakeş Sultanına risale

 Uludağ (1993: 17–18), İbn Haldun’un eserlerinden bahsederken, Fındıkoğlu’nun yukarıda dile getirdiği İbn Haldun’un günümüzde mevcut olmayan eserlerinden Razi’nin El-Muhassal’ına ilişkin yazdığı özetin 1952’de Fr. Luciano Rubio tarafından yayınlandığını ve İspanyolcaya çevrildiğini belirtmiştir.

 Ayrıca Uludağ’a (1993: 17–18) göre, Fındıkoğlu’nun belirttikleri dışında İbn Haldun’a isnad edilen iki eser daha vardır:

(17)

- Hesap hakkında bir kitap

- Lisanüddin bin Hatib’in “Fıkıh Usulü” hakkındaki bir manzumesinin şerhi.

b. Tezler

İbn Haldun ile ilgili yurt içinde yapılan doktora tezleri şunlardır (www.yok.gov.tr, 10. 11. 2012):

 İbn Haldun’un Bedavet Teorisi (243 sayfa)

Yavuz Yıldırım tarafından 1998’de, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Prof. Dr. Mustafa Fayda yönetiminde çalışılan bu teze yayım ve çoğaltma belgesi olmadığı için erişilememektedir. Ayrıca tezin özeti de bulunmamaktadır.

 İbn Haldun’un Bilim ve Devlet Anlayışı (110 sayfa)

Taner Demirkol tarafından 2000’de, Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Doç Dr. Mümtaz’er Türköne yönetiminde yapılmıştır. Tezde, İbn Haldun’un İslam inancına ters düşmeden pozitivizme ve akılcılığa yaklaştığı vurgusu işlenmiştir. Ayrıca laik devlet düzeninin İslam inancıyla uyuştuğu iddiası da tartışılmıştır. Özetine ulaşılabilen bu tezin yayım ve çoğaltma belgesi olmadığı için tamamına ulaşılamamaktadır.

 İbn Haldun’un Eğitim Görüşü (204 sayfa)

Hacer Ev tarafından 2007’de Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalında, Prof. Dr. Hanifi Özcan yönetiminde yapılmıştır. Tezde İbn Haldun’un eğitim – öğretim ile ilgili görüşleri tartışılmıştır.

 İbn Haldun’da Tarih ve Umran Sorunu (212 sayfa)

Hüseyin Fırat Şenol tarafından 2009’da, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe Anabilim Dalında, Prof. Dr. Ayhan Bıçak yönetiminde yapılmıştır. İbn Haldun düşüncesinde tarih ile umran arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunun tartışıldığı bu çalışmada ‘asabiyet’, ‘mülk’, ‘bedevilik’ ve ‘hadarilik’ gibi kavramlara da değinilmiştir.

(18)

 1980 Sonrası Milliyetçilik Akımlarının İbn-İ Haldun'un Asabiye Modeli Bağlamında Değerlendirilmesi (605 sayfa)

Mehmet Hişyar Korkusuz tarafından, 2010’da, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim Dalında, Prof. Dr. Hülya F. Baykal yönetiminde yapılmıştır. Tezde, milletlerin ve ulus devletin doğuşu, kapitalizmin ve modernitenin buna etkileri; Avrupa’da, Osmanlı’da ve Türkiye’de milliyetçilik, birinci ve ikinci dünya savaşları sonrasında yükselen milliyetçilik akımı işlenmiştir. Yazar bu kavramları, İbn Haldun’un asabiyet teorisi ile ilişkilendirme iddiasındadır. Özetine ulaşılabilen bu tezin yayım ve çoğaltma belgesi olmadığı için tamamına ulaşılamamaktadır.

 İbn Haldun’un “Uluslararası İlişkileri Etkileyen Unsurlar”a İlişkin Görüşlerinin Analiz ve Değerlendirilmesi

Seyfi Say tarafından 2011’de, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalında, Doç Dr. Osman Gazi Ergüdenli yönetiminde yapılmıştır. Bu tezde, İbn Haldun’un geliştirdiği ‘ilm-i umran’ kavramının, uluslar arası ilişkilerdeki savaş, barış, kültürel etkileşim, ticaret gibi bazı süreçleri kapsadığı ve düşünürün temel kavramları olan ‘asabiyet’, ‘devlet’, ‘mülk’, ‘hadaret’, ‘bedavet’ gibi konuların çalışma disipliniyle ilgili olduğu iddiası işlenmiştir.

c. Diğer Çalışmalar

 Ülkemizde Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından ilki, “Geçmişten Geleceğe İbn Haldun: Vefatının 600. Yılında İbn Haldun’u Yeniden Okumak” başlığıyla 2006’da ve ikincisi “Günümüzde İbn Haldun Düşüncesi ve Sosyal Bilimler” başlığıyla 2009’da olmak üzere iki kez uluslar arası İbn Haldun sempozyumu düzenlenmiştir (www.isam.org.tr, 05.12.2012).

 Dört farklı ülkede, İbn Haldun ile ilgili enstitü veya kuruluş bulunmaktadır:

1. The Ibn Khaldun Institute Tunisian Community Centre

<http://www.tunisiancommunity.org/index.php?option=com_content&task=v iew&id=10&Itemid=593> (05.12.2012.)

(19)

Tunus – Amerika ortak kuruluşudur.

2. Ibn Khaldoun Journal du Web

<http://www.ibn-khaldoun.com/index.php> (05.12.2012.)

Fas’ta kurulmuş olan ve internet üzerinden Fransızca yayın yapan bir kurumdur.

3. Ibn Khaldun Centre for Development Studies (ICDS)

<http://www.iag-agi.org/spip/fiche-organisme-225_en.html> (05.12.2012.) Mısır merkezli bir kuruluş

4. Ibn Khaldun National School

<http://www.ikns.edu.bh/default.asp?action=category&id=173> (05.12.2012.)

Bahreyn merkezli özel bir okuldur.

1. HAYATI

İsmi Abdurrahman, künyesi Ebu Zeyd, lakabı Veliyüddin, şöhreti İbn Haldun olan düşünürümüzün tam adı, “Abdurrahman Ebu Zeyd Veliyüddin İbn Haldun Maliki, Hadrami”dir. Çocuklarına dair çok net bilgiler olmamakla birlikte, künyesi olan Ebu Zeyd unvanı muhtemelen ilk çocuğuna Zeyd ismini koyduktan sonra Arap geleneklerine uygun olarak kendisine verilmiştir. Veliyüddin lakabını kendisini baş kadılığa tayin eden Sultan Berkuk vermiştir. İsminde geçen Maliki, mezhebine nisbetle, Hadrami ise kökenlerinin dayandığı Yemen’in Hadramut bölgesine istinaden kendisine verilmiştir (Uludağ, 2009: 17; Ülger, 2004: 9).

İbn Haldun, Mukaddime’ye kendini tanıtan şu sözlerle başlar: “Lütfu bol yüce Allah’ın rahmetine muhtaç bir kul olan Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun Hadrami ‘Allah onu muvaffak kılsın’ der ki: …” (İbn Haldun, 2009/I: G-I/157).

(20)

Buradaki “bin Muhammed” sözcüğü de Arap geleneklerine uygun olarak İbn Haldun’un babasına işaret etmektedir.

27 Mayıs 1332’de (h: 1 Ramazan 732) Tunus’ta doğan İbn Haldun, 15 Mart 1406’da (h. 25 Ramazan 808) Kahire’de vefat etmiştir. İbn Haldun, düşünce tarihinde kendi otobiyografisini yazan ender düşünürlerdendir. Hatıralar’ında (2004) hayatını bölümleyerek anlatma şeklinde bir üslup benimsemiştir. Gerek kendi hayatını anlatış tarzı, gerekse hayatındaki bazı önemli dönemeç noktaları İbn Haldun üzerine çalışan birçok kişiyi onun hayatını çeşitli safhalara ayırarak incelemeye yöneltmiştir.

Örneğin Talbi’ye (1971) göre, İbn Haldun’un yaşamı üç bölümde incelenebilir:  20 yaşına kadar olan dönem: Çocukluk ve eğitim çağıdır.

 23 – 31 yaş arası dönem: Eğitsel faaliyetleri devam etmiş ve politik maceralara atılmıştır.

 31 yaş sonrası: Hocalık ve yargıçlık (kadılık) dönemi

Satı el-Husri de İbn Haldun’u üç safhada incelemiştir. Ancak o, çocukluk dönemini bu bölümlemeye dahil etmez. Buna göre (Husri, 2001: 92):

 Birinci Dönem (1352-1374) : Magrip beldelerindeki siyasi faaliyette bulunduğu dönemdir.

 İkinci Dönem (1374-1378) : İbn Salame Kalesi’ndeki inziva dönemidir.

 Üçüncü Dönem (1378-1406) : Müderrislik ve kadılıkla meşgul olduğu dönemdir.

Uludağ, İbn Haldun’un hayatının dört safhada incelenebileceği görüşünü dile getirmiştir. Buna göre (Uludağ, 2009: 15):

 Birinci Safha (1332-1351) : Doğumundan yirmili yaşlara kadar olan dönemdir. Tunus’ta geçirdiği bu dönemde İbn Haldun Kuran’ı Kerim’i ezberlemiş, çeşitli dini ilimlere dair eğitim almış, özellikle Kıraat ilminde çok ilerlemiştir.

 İkinci Safha (1351-1375) : Yirmi beş yıl kadar süren bu dönemde Tunus, Cezayir, Fas ve Endülüs beldelerinde dolaşmış, çeşitli siyasi ve idari işlerle meşgul olmuştur.  Üçüncü Safha (1375-1383) : Bu dönemin ilk dört senesini İbn Salame

Kalesi’nde, sonraki dört senesini de Tunus’ta geçirmiştir. Mukaddime’yi bu dönemde yazmıştır.

(21)

 Dördüncü Safha (1383-1406) : Mısır’da bulunduğu bu dönemde kadılık ve müderrislik yapmıştır. Hacca gitmesi ve Şam’da Timur ile görüşmesi de bu dönemde olmuştur.

İbn Haldun, Hatıralar’ında (2011: 15–23) kökeninin aslen Yemen’in Hadramut bölgesine dayandığını, atalarının Endülüs’ün fethinden sonra oraya gittiğini daha sonra da çeşitli gerekçelerle Kuzey Afrika’ya göçtüklerini anlatmıştır. Soy ağacında on kadar atasının ismini hatırladığını belirten İbn Haldun’a göre nesebi, peygamber efendimiz tarafından Yemen’de İslamiyet’i yaymakla görevlendirilmiş sahabelerinden Vail bin Hucr’a dayanmaktadır.

İbn Haldun çocukluğunda ve ergenlik yıllarında iyi bir eğitim almıştır. Haklarında ayrıntılı bilgiler verdiği hocalardan nahiv, şiir, hesap, Kuran ve dini ilimler konusunda dersler almıştır. Arapçayı âlim olan babasından öğrenen İbn Haldun özellikle Kıraat ilminde başarılı olmuştur (İbn Haldun, 2011: 24–50).

İbn Haldun on sekiz yaşındayken büyük bir veba salgını olmuştur. Bu salgında anne – babası ve hocalarından çoğunu kaybeden İbn Haldun tedris yaşantısından kopmuştur. Vebadan kurtulan hocaların çoğu Mağrip (Fas) tarafına gitmişti. İbn Haldun’da Mağrip’e gitmek istemiş ama abisi tarafından engellenmişti (Uludağ, 2009: 24–25). Bu arada kendisine bürokratik bir görev tevdi edilince Tunus sultanının Alâmet Kâtibi olmuştur. Bu görevi kısa bir süre yürüten İbn Haldun, çıkan savaşta Tunus sultanının yenilmesi üzerine Mağrip’teki hocalarının yanına gitmiştir. Tunus’u ele geçiren sultan Ebu İnan, bilim adamlarına ve edebiyatçılara değer veren biriydi. Sultan, savaştan sonra Fas’a dönünce, hocalarının tavsiye ettiği İbn Haldun’u henüz yirmi yaşındayken bilim meclisine almıştır. Ardından kendisine kâtiplik ve mühürdarlık gibi görevler verdi (Uludağ, 1993: 8–9). Ancak İbn Haldun, sultanın Bicaye’yi ele geçirirken esir aldığı ve beraberinde Fas’a getirdiği devrik Hafsi emiri Muhammed bin Abdullah ile dostluk kurunca hapse girmiştir. Yirmi yedi ay hapiste kaldıktan sonra sultanın ölümü üzerine serbest kalabilmiştir (Andiç ve Andiç, 2009: 12).

Siyasi tercihleri yüzünden hapis yatan İbn Haldun bir ara Tunus’ta Hafsiler’in yönetimi zamanında en yüksek devlet görevlerinden biri olan hacipliğe (baş vezirlik) yükselmiştir. Ancak siyasi çekişmeler yüzünden çok geçmeden bu görevden vazgeçmek zorunda kalmıştır (Çilingir, 2009: 90).

(22)

Siyasi yaşamın inişli çıkışlı yollarında iyice bunalan İbn Haldun kırk iki yaşında İbn Salame kalesine yerleşmiştir. Burada kaldığı dört yıl zarfında Kitabü’l- İber’in taslağını oluşturmuş ve Mukaddime’yi yazmıştır. Ancak daha sonra, Kitabü’l- İber’i tamamlayabilmek için farklı kaynaklara ve araştırma yapmaya ihtiyaç duyduğundan Tunus’a gitmiştir. Burada sultan Ebu’l-Abbas tarafından dostça karşılanmış ve saray çevresine dâhil edilmiştir. İbn Haldun burada bir yandan Kitabü’l-İber’i tamamlarken bir yandan da dersler vermiştir. Bu sayede İbn Haldun’un saray çevresindeki popülaritesi oldukça artmıştı. Ancak bu durum bazılarını rahatsız etmiş ve kendisi hakkında bir karalama kampanyası başlatılmıştır. Bu durumdan rahatsız olan İbn Haldun, hacca gitme bahanesiyle sultandan izin almış ve dört yılını geçirdiği bu saraydan 1382’de ayrılmıştır (Uludağ, 1993: 14).

İbn Haldun, Mısır’da önce İskenderiye’ye vardı. Burada bir ay kadar kalarak hac hazırlığı yapmış, ama kendi deyimiyle, o yıl hac etmesi mukadder olmamıştır. Buradan Kahire’ye geçen İbn Haldun, Mısır sultanı Seyfettin Berkuk’un ilgisine ve dostluğuna mazhar olmuştur. İbn Haldun, Mısır’a geldikten sonra, Tunus’ta kalan ailesini yanına almak istemiştir. Ancak Tunus sultanı buna müsaade etmemişti. Bunun üzerine Mısır sultanı Berkuk’tan yardım istemiştir. Berkuk’un Tunus sultanına bir mektup göndermesinin ardından Haldun ailesinin Tunus’tan ayrılmasına izin verilmiştir. Ancak İbn Haldun’un ailesini taşıyan gemi denizde batmış ve ailesinden kurtulan olmamıştır (İbn Haldun, 2011: 153–157). Burada ilginç olan İbn Haldun’un bu olayla ilgili duygularını dile getiren en ufak bir şey söylememesidir.

Daha sonra İbn Haldun Kamhiye Medresesinin müderrisliğine getirilmiştir. Dersleri çok ilgi gören İbn Haldun 1384’te Maliki kadılığına getirilmiştir. Hılat giyen ve veliyüddin unvanını alan İbn Haldun, Selahiye Medresesinde kadılığa başlamıştır. Ancak rüşvete kapalı olan kişiliği ve hatır – gönül tanımayan tavrı nedeniyle pek çok nüfuzlu kişi kendisine hasım olmuştur. Bu sebeple olsa gerek, kadılığa beş kez tayin edilmiş, beş kez de azledilmiştir (Uludağ, 1993: 15–16).

1387’de hacca giden İbn Haldun, 1389’da Baybars tekkesine şeyh olmuştur. Hacdan sonra siyasi ilişkilerden mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışan İbn Haldun daha çok ilimle meşgul olmuştur (Uludağ, 2009: 45–46). 1399’da Kudüs’ü ziyaret eden İbn Haldun’u dönüşte ciddi bir sorun karşılamıştır. Zira Timur, 1400’de Şam’ı kuşatmıştır. Timur ile yapılan barış görüşmelerini İbn Haldun yürütmüştür (Husri, 2001: 91). Timur ile birkaç kez görüşen İbn Haldun, onu etkilemeyi başarmıştır. Hatta Timur

(23)

ona, kendisiyle gelmesini teklif etmiş, ama İbn Haldun diplomatik bir nezaketle bu daveti geri çevirmiştir (Uludağ, 2009: 46–48).

1406’da vefat eden İbn Haldun, Kahire’de Sofular mezarlığına gömülmüştür. Günümüzde Tunus’ta doğduğu yere ilişkin net bilgiler bulunmaktadır. Ancak mezarının nerede olduğu tam olarak bilinmemektedir.

(24)
(25)

1. İNSAN DÜŞÜNCESİNE GENEL BAKIŞ

1.1. KAVRAMSAL ANALİZ

İnsanın ‘ne olduğu’ sorusu, insanın var oluş tarihi kadar eski bir sorudur. Hatta kutsal metinlere bakılacak olursa, bu tartışma, ilk insanın yaratılışından önce başlamıştır: “Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim.’ demişti. Onlar da: ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?’ dediler. (Allah:) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’ dedi.” (Kuran, 2/30). Ayete bakılırsa Allah, henüz insanı yaratmadan bu durumu meleklerle tartışmıştır. Melekler, Allah’ı sürekli tesbih eden kullar olarak kendileri varken, temel vasıfları ‘bozgunculuk çıkarmak ve kan dökmek’ olan insanın yaratılışına itiraz etmişlerdir. Allah da onlara, ‘sizin bilmediğinizi ben bilirim’ diyerek karşılık vermiş ve itirazlarını kabul etmemiştir. Ayetteki tartışmadan, insana ilişkin iki temel sonuç çıkarmak mümkündür: Bunlardan birincisine göre, insanın ‘bozgunculuk çıkarmak ve kan dökmek’ gibi, meleklerin de bildiği birtakım olumsuz özellikleri vardır. İkincisine göre ise, Allah’ın insanın özüne yerleştirdiği olumsuz özelliklerine rağmen onun yaratılmasını gerekli kılacak birtakım üstün özellikler ve sırlar vardır. Başka bir ifadeyle, insan potansiyel olarak iyiye de, kötüye de sahip ve bu ikisi arasında gidip gelen bir varlık olarak yaratılmıştır.

İnsanın ne’liği problemi bu yönüyle insanlık tarihi kadar eski bir problemdir. İnsan nedir? sorusu felsefe tarihinin her döneminde ve hemen her filozof tarafından tekrar tekrar sorulmuş ve tekrar tekrar yanıtlanmaya çalışılmıştır. Buna karşılık, insanın ne’liğini tartışan bir İnsan Felsefesi, bir felsefe alt disiplini olarak, ancak Yeniçağda ortaya çıkabilmiştir.

Scheler’e (1947: 1) göre, aydın bir Avrupalıya, ‘İnsan nedir?’ diye sorulsa, kafasında birbiriyle uzlaşması imkânsız üç ayrı fikir çarpışmaya başlar. Bunlardan ilki, Yahudi – Hıristiyan dini geleneğinin insan modelidir ki, bu modele göre, ilk insanlar Âdem ile Havva, tanrı tarafından yaratılmış ve sonra işledikleri günah yüzünden cennetten kovulmuşlardır. İkincisi, Antik Yunan’daki insan anlayışıdır. Bu anlayışa göre insanı insan yapan şey, ‘akıl, logos (söz ve kavrama kabiliyeti), phronesis (eylemin temeliyle ilgili bilgi), ratio, mens’ gibi özellikleridir. Üçüncüsü, modern doğa bilimlerinin ve genetik psikolojinin kabul ettiği insan modelidir. Bu fikre göre insan

(26)

doğadaki evrimin son evresinde meydana gelen bir varlıktır. Bu yönüyle insan, hayvanlar âleminden enerji ve yetilerinin karışımındaki karmaşıklık derecesiyle ayrılır.

Bu görüşlere bağlı olarak insanın neliğini araştıran üç ayrı antropoloji doğmuştur. Sırasıyla bunlar, teolojik antropoloji, felsefi antropoloji ve doğa bilimsel antropolojidir. Ancak bu çalışmaların çokluğu, insanın ne olduğu sorusuna ortak bir yanıt vermekten çok, bu yanıtların sayısını arttırmıştır. Bu görüşlerden üçüncüsü olan Darwinist öğretinin de temelden sarsıldığı düşünüldüğünde, insan, ‘tarihinin hiçbir döneminde, kendisi için günümüzdeki kadar problematik bir hal almamıştır’ (Scheler, 1947: 2).

‘İnsan’ kavramı, sözlüklerde çok farklı anlamlarda kullanılmıştır (http://tdkterim.gov.tr/bts/, 23.11.2012):

Arp. 1. Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı. 2. Âdemoğlu, âdem evladı. 3. sf. mec. Huy ve ahlak yönünden üstün nitelikli (kimse). (Güncel Türkçe Sözlük).

İnsan, halk (Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü).

İng. modern man: Memeliler (Mammalia) sınıfının, insangiller (Hominidae) familyasından, iki ayağı üzerinde duran ve yürüyen, kolları kısa, vücudunun birçok yerlerinde tüyler azalmış, çeneleri belirli, beyinleri çok gelişmiş, kafatası yuvarlak ve yüz açısı yüksek, konuşabilen tek yaratık. (BSTS / Biyoloji Terimleri Sözlüğü 1998). İng. Man: (Genel olarak) Usu olan canlı varlık. Bir yandan canlı varlıklar, hayvanlar alanının bir üyesi, türü; öte yandan onu aşan bir varlık; dik yürüyen, ellerini kullanan, beyni özel bir biçimde gelişmiş olan, özelleşmiş organları olmayan, çevresini değiştirebilen, dünyaya ve evrene açık olan, konuşan ve yaratıcı düşünme yeteneği olan, deney dünyasını aşabilen, kendinin ve evrenin bilincine varmış olan, eylemlerinden sorumlu olan varlık. (BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğü 1975).

Düşünme ve konuşma yetileri olan bilinçli, toplumsal canlı. (BSTS / Toplumbilim Terimleri 1975).

İng. modern man: (Homo sapiens) Maymunlar (Primates) takımının insangiller (Hominidae) familyasından bir memeli türü. Yaşayan tek türüdür. İki ayağı üzerinde durur ve yürür. Kolları kısadır. Vücudunun birçok yerlerinde tüyler azalmıştır. Çeneleri

(27)

belirlidir. Beyinleri çok gelişmiştir (1400 cm3). Kafatası yuvarlak ve yüz açısı yüksektir. Konuşabilen tek yaratıktır. (BSTS / Zooloji Terimleri Sözlüğü 1963).

İnsan (taksonomik adıyla Homo sapiens, Latince "akıllı insan" veya "bilen insan"), Homo cinsi içerisindeki yaşayan tek tür. Anatomik olarak önce Afrika'da ortaya çıkmış ve zaman içerisinde modern davranışlarına kavuşmuştur. Dik duruşa, görece gelişmiş bir beyine, soyut düşünme yeteneğine, konuşma (dil kullanma) kabiliyetine sahiptir. Bu yetenekleri Dünya'daki diğer türlerden farklı olarak kullanış amacı geniş araç-gereç yapımına imkân sağlamıştır. Kendisinin farkında olması, rasyonelliği ve zekâsı gibi üst düzey seviyede düşünmesini sağlayan özellikler insanı "insan" yapan özellikler olarak sayılmaktadır (http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan, 23.11.2012). Etimolojik olarak Arapça, -ins kökünden türeyen insan sözcüğü, bir kişiye veya tüm insanlara karşılık olarak kullanılmaktadır ve ‘iyi huylu, yumuşak başlı, evcil’ olma anlamlarını içermektedir. Aramice’de ˀināş/ˀanāşā אשנא, İbranice’de ˀenūş שונא, Akad dilinde nişu kökünden türeyen insan sözcüğü her üç dilde de ‘halk, kavim’ anlamlarına gelmektedir (http://www.nisanyansozluk.com/?k=insan, 23.11.2012).

İnsan sözcüğünün bu kadar çok ve farklı tanıma sahip olması, varlık olarak insana yüklenen niteliklerin sayısını ve çeşidini de aynı oranda arttırmıştır. Tanımlardan çıkarılabileceği üzere ‘İnsan nedir?’ sorusuna karşılık verilebilecek çok sayıda yanıt ve niteleme vardır. Örneğin böyle bir soruya karşılık, insanın ‘akıllı olduğu’, ‘konuşabildiği’ veya ‘düşünebildiği’ gibi birtakım nitelemelere ulaşılabilir. Oysa tarihsel tecrübe, her bir insan varlığının bu niteliklere tam olarak haiz olmadığını göstermektedir. Diğer bir deyişle, az sayıda da olsa ‘akıllı olmayan’, ‘konuşamayan’ veya ‘düşünemeyen’ insan örneklerinin de var olduğu bilinmektedir. Öyleyse bu durum bir sorun barındırmaktadır ve beraberinde başka bir tartışmayı getirmektedir: İnsanı incelerken, tekil bir insan varlığından mı, yoksa genel olarak insandan, âdemoğlundan, insanoğlundan, kalabalıktan biri olarak insandan mı hareket edilmelidir? Tazeliğini koruyan bu soru karşısında, ‘insan’ kavramının düşünce tarihinde ne şekilde ele alındığına bakılabilir.

(28)

1.2. DİNLER AÇISINDAN İNSAN

1.2.1. Hıristiyanlık Düşüncesinde İnsan Anlayışı

Roma imparatorluğunun dördüncü yüzyılda bölünmesiyle birlikte Hıristiyanlık imparatorluğun resmi dini haline gelmiştir. Buna Batı Roma imparatorluğunun yıkılması da eklenince Antikite sona ermiş ve Ortaçağ başlamıştır. Antik çağın sonlarına doğru, felsefenin yaşama dair verdiği yanıtlar insanları tatmin etmez olmuş, insanlar daha çok dini bir yanıtın peşine düşmüşlerdir. Bu durum, Hıristiyanlığın gelişimi için uygun bir ortam yaratmıştır. Hıristiyanlık herkese hitap ediyor ve herkes için umut vaat ediyordu. Böylece Hıristiyanlık yeni bir kuramsal çerçeve oluşturmuştu. Bu çerçevede (Skirbekk ve Gilje, Trhz: 150): 1) İnsan, evrenin merkezi olarak algılanmaya başlandı. 2) Tarihe, doğrusal olarak bakılmaya başlandı. 3) Tanrı, bir kişi ve yaratıcı olarak kavranılmaya başlandı.

Hıristiyanlık öğretisini Antik felsefeden ayıran en temel nokta, ‘Tanrı’ düşüncesidir (Weber, 1998, 123–127). Antik çağda tanrı, bu evrenin mimarı ve onun yapı ustasıdır. Bu durum, yaratan ile yaratılan arasına kesin bir ayrım koymamaktadır. Oysa Hıristiyanlığın tanrı anlayışında Tanrı, evreni kendi iradesiyle yaratmıştır ve yarattıklarıyla arasında kapatılamaz bir fark vardır. Tanrı görüşü böyle olunca, Hıristiyanlık felsefesinin insana biçtiği yegâne görev, ‘Tanrının buyruklarına uygun yaşamak’ olmuştur. Temel görüşleri arasındaki kesin ayrım nedeniyle Hıristiyanlık daha baştan Yunan felsefesine düşman olarak ortaya çıkmıştır.

Hıristiyanlık öğretisinin önemli temsilcilerinden Augustinus’ a (354–430) göre, insanın kendi bilincine varması, aklın, tanrının ya da birin bilincine varmasıdır. Bir insan kendini araştırmakla kendindeki tanrıyı bulur. Tanrı insandadır. İnsan da Tanrıdadır. Gerçek bilgi, Tanrı’yı bilmektir. O, kendi varlığını, tanrının bedeninde tezahür etmesine bağlamıştır. Ona göre her şey Tanrı’dan olur ve tanrıyla birlikte tanrıda vardır. Şayet insan tanrıda olmasaydı var olamazdı (Çotuksöken ve Babür, 2000: 73–74).

Tanrı kendisinin ve diğer varlıkların varoluş sebebidir. Diğer bir deyişle o, var olmak için başka varlığa ihtiyaç hissetmez ama diğer tüm varlıklar var olabilmek için ona ihtiyaç duyarlar. Tanrı, yarattığı varlıklara bir öz bağışladığı için yaratılmış hiçbir nesnenin varlığı tanrıya karşıt değildir. Bu öz tanrının kendi özüne eşit olmayıp, varlıkları sıralamaya yarayan bir özdür (Augustinus, 1972: 473).

(29)

Yaratıcı tanrı, önce kendi nuruyla aydınlattığı cenneti yaratmıştır ve melekler ile insanları buraya koymuştur. Ama bazı melekler ve ilk insanlar onun yolundan dönmüştür. Böylece melekler ve insanlar kendi tercihleri nedeniyle, aydınlık ve karanlık diye iki gruba ayrılmışlardır. İyi melekler ve iyi insanların dünyası tanrısal ülke, diğer grubun ülkesi ise içinde yaşanılan yeryüzüdür (Augustinus, 1972: 468–473).

Augustinus’a göre var olan her şey, varlık yelpazesinde değerlerine göre yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir yapı içinde yer alırlar. Bu çizelgede en yukarıda, en yetkin ve en değerli varlık olan Tanrı bulunmaktadır. En aşağıda fiziki varlıklar (madde) vardır. İnsan ise bu ikisi arasında yer almaktadır. İnsanlar da kendi içlerinde iyi insanların ruhları üstte, kötülerin ruhları altta olacak şekilde sıralanmıştır. Varlık cetvelinin en tepesindeki varlık (Tanrı) mutlak iyidir. Ancak cennetten kovulma ya da kötülük problemi açısından değerlendirildiğinde bu cetvelde hiçbir varlık mutlak kötü değildir (Cevizci, 2008: 68–70).

İnsan, cennette bir tercihte bulunmuştur. Tanrıya isyan niteliğindeki bu iradesi nedeniyle kötü meleklerle birlikte cennetten kovulmuştur. Kibri yüzünden cennetten kovulan insan, yeryüzüne düştü (Augustinus, 1972: 443). Ancak insan bu düşmüşlükle sonsuza kadar yaşamak zorunda değildir. O, tanrısal buyruklara uymak suretiyle kurtulabilir. Üstelik Hıristiyanlığın kurtuluş müjdesi Yahudilikteki gibi belli bir zümreye ait olmayıp tüm insanlığa yöneliktir. Ayrıca kurtulacak olan sadece ruh olmayıp, beden de ruhla birlikte kurtulacaktır (Çotuksöken, 1995: 48–49).

Augustinus, İsa’dan önceki tüm felsefenin temel bir yanlıştan hareketle sapkın olduğunu düşünüyordu. Bu temel yanlış, insan aklının her şeyi bilebileceğinin zannedilmesiydi. Oysa ona göre insan aklı sınırlıdır ve Tanrı’nın izin verdiği kadar şeyi bilebilir. İnsan için Tanrı’nın vahiy ile aydınlatmadığı şeyleri bilmek hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Yeryüzüne dair çok şey bilen insan, tanrıyı bilmiyorsa mutlu olamaz. Oysa Tanrı’yı bilen insan, diğer bilgileri ne kadar az da olsa mutlu olur (Günay, 2010: 34).

Hıristiyan düşüncesindeki insanın cennetten kovulma serüveni, İslam düşüncesindeki kovulma olayıyla çeşitli benzerlikler gösterse de bir sonraki bölümde değinileceği üzere bağdaşmayacak farklar da barındırmaktadır. Aynı şekilde, Hıristiyanlıktaki insan aklının sınırının ne olduğu konusundaki tartışma İslam Kelam düşüncesinde de yoğun olarak tartışılmıştır.

(30)

1.2.2. İslam Düşüncesinde İnsan Anlayışı

İslam düşüncesinin, felsefesinin beslendiği kaynaklar, yerli ve yabancı kaynaklar olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Yerli kaynaklar Kur’ân ve hadisler, yabancı kaynaklar ise Yunan ve Helenistik felsefedir (Bayrakdar, 2005: 106). İslam dünyasında bu kaynaklardan beslendiklerini iddia eden beş sınıf vardır. Bunlar: selefiler, kelamcılar, filozoflar, mutasavvıflar ve talimiler(batıniler)dir. Bunlardan ilk dört grup genelde muteber kabul edilmekle birlikte sonuncusu pek itibar görmemiştir (İzmirli, 1995: 22).

Bu bölümdeki ana hedefimiz İslâm düşüncesindeki ‘insan’ anlayışını tanıtmak olduğundan yukarıda bahsi geçen akımlara değinilmeyecektir. Bunun yerine İslâm’ın iki temel kaynağı olan Kur’ân ve hadislerden yola çıkarak insan düşüncesi işlenilmeye çalışılacaktır.

Allah, insanı yaratmadan önce bu durumu sadık kulları olan meleklerle istişare etmiş1 ve insanı yaratmayı irade buyurmuştur. Hadislerde Allah’ın insanı ve kâinatı yaratmadaki amacının kendisini bildirme isteği olduğu anlatılmaktadır: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.” (Keşfu’l-Hafa, II, 132. Hadis:2016). Allah, ilk insan olan Hz. Âdem’i topraktan yaratmıştır. “Andolsun, insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (Kur’ân, 15/26). İnsanın mayasında bulunan ve ondaki potansiyele, verimliliğe işaret eden toprak, çamur vurgusu birçok ayette geçmektedir (Ayrıca Bkn. Kur’ân: 23/12, 55/14, 37/11, 32/7, 18/37 vd.). İlk insanın topraktan yaratılmasından sonra, ikinci insan olan Hz. Havva’nın, Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığına dair rivayetler vardır. Sıhhati tartışmalı olan bir hadise göre, “Kadınlara karşı görevinizi yerine getirin (hayrı tavsiye edin); çünkü kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı en üst tarafıdır. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın. Kendi halinde bırakırsan da eğri kalır. Kadınlar hakkında hayır tavsiye ediniz.” buyurmuştur (Müslim, Rada’ 60 – 1468). Bunun peygamberimize ait bir hadis olamayacağını ve Yahudi kaynaklarından İslam dünyasına geçtiğine dair bir görüş de vardır. Tevrat’a bakıldığında, bu görüşü doğrulayan şöyle bir bilgiyle karşılaşılmaktadır: “RAB Tanrı Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, RAB

Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi. Âdem, «İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir» dedi, «Ona Kadın denilecek, Çünkü o Adem’den

1

(31)

alındı.»(Yaratılış 1/21-23)”. Bu görüşün temelinde, kadın ile erkeğin aynı özden yaratıldığı düşüncesi vardır ve delil olarak da Kur’ân’dan şu ayet gösterilmektedir: “Ey İnsanlar! Rabbinizden çekinin; o sizi (Babanız Âdem’i) bir tek nefisten yarattı. Eşini de o nefisten yarattı ve o iki kişiden pek çok erkek ve kadını yeryüzüne yaydı…” (Kur’ân, 4/1). Kur’ân’a göre bundan sonraki yaratmalar bugünkü manada çiftleşme ve döllenme yoluyla çoğalma suretiyle gerçekleşmiştir. “Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık.” (Kur’ân, 76/2). “Kendisi akıtılan meniden bir damla su değil miydi?” (Kur’ân, 75/37).

Yine Allah (cc), insanı yaratmadan önce, iyi bir kul olacağına, kendisine şirk koşmayacağına dair ondan söz almış ve ardından kendine kul olması için onu yaratmıştır. “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti de) onlar: 'Evet (Rabbimizsin), şahit olduk' demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: 'Biz bundan habersizdik' dememeniz içindir.” (Kur’ân, 7/172). “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım.” (Kur’ân, 51/56).

İnsanı, kendisinin yeryüzündeki temsilcisi olarak yaratan yüce Allah, kendi ruhundan üflemek suretiyle onu yüceltmiş ve insana ilahi bir veçhe kazandırmıştır. “Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim.’ demişti.” (Kur’ân, 2/30). “Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üflediğimde hemen ona secde ederek yere kapanın.” (Kur’ân, 15/29). Böylece Allah, insanı halife ve temsilci olarak seçmiş, onu diğer kullarına üstün kılmak için kendi ruhundan üflemiştir. Bu da insanı yaratılmış varlıkların en üstünü yapmıştır.

Allah diğer kullarından (cinler ve melekler), kendine halife olarak yarattığı ve üstün kıldığı insanın önünde, onun bu üstünlüğünü kabul ederek eğilmelerini istemiştir. Bu durumu Allah’ın diğer kullarından bazıları kabul ederken bazıları kabul etmemiş ve insana düşman olmuştur. “Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Kur’ân, 2/34). Şeytan, bu isyanın hemen ardından Allah’tan müsaade istemiş ve Allah’ın çok severek ve kendilerine üstün kılarak yarattığı insanı kandırabileceğini ve onu da Allah’a isyankâr hale getirebileceğini iddia etmiştir. Allah da, insan kullarından ona uyanları, onunla birlikte cezalandıracağı uyarısında bulunarak şeytana istediği izni vermiştir. “Onları -ne olursa olsun şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara

(32)

düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim.' Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.” (Kur’ân, 4/119). Şeytanın bu isyanının onun kibrinden kaynaklandığını belirten Kur’ân’ı Kerim (2/34), başka ayetlerde bu kibrin sebebini açıklamaktadır. “Dedi ki: ‘Ey İblis, sana ne oluyor, secde edenlerle birlikte olmadın?’ Dedi ki: ‘Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşere secde etmek için var değilim.’ ” (Kur’ân, 15/32–33). “(Allah) Dedi: ‘Sana emrettiğim halde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?’ (İblis) Dedi ki: ‘Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’ ” (Kur’ân, 7/12). Ayetlerden anlaşıldığı üzere İblis, ateşten yaratıldığı için, kendisini topraktan yaratılan insandan daha üstün görmektedir.

Bu seremoniden sonra yüce Allah, Hz. Âdem ile Havva’yı belli kurallara uymalarını tembihleyerek cennete yerleştirmiştir. Ancak şeytan, insana karşı ilk galibiyetini burada kazanmış ve onları kandırarak Allah’a isyan etmelerini sağlamıştır. “Ve dedik ki: 'Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.’” (Kur’ân, 2/35).

Bu davranışlarının ardından cennet ehli olan ilk insanlar buradan kovulmuşlar ve dünyaya gönderilmişlerdir. “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.” (Kur’ân, 2/36). Dünyaya gönderilmelerin hemen ardından Hz. Âdem yaptığı hatayı fark ederek Allah’tan af dilemiş, Allah da onu affetmiştir. “Derken Âdem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (Kur’ân, 2/37).

İslam anlayışına göre insanın yaratılış hikâyesi ile Hıristiyanlıktaki anlayış karşılaştırıldığında birtakım farklar göze çarpmaktadır.

Birincisi, insan ve tanrı arasındaki ilişkiye dair yaklaşımları farklıdır. Hıristiyanlıkta tanrı babadır. Hz. İsa da onun oğludur. İslam, bu öğretiye tamamen karşıdır. " ‘Rahman (olan Allah) çocuk edindi’ dediler. O, (bu yakıştırmadan) yücedir. Hayır, onlar (melekler) ikrama layık görülmüş kullardır.” (Kur’ân, 21/26). İslam’a göre doğmamış ve doğurmamış olan Allah, bu tür sıfatlardan münezzehtir. Peygamber ise

(33)

Kur’ânda pek çok yerde geçtiği şekliyle Allah’ın kulu ve elçisidir. “ 'Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız.' De ki: 'Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım? 'Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: 'Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?' demelerinden başkası değildir.” (Kur’ân, 17/93–94).

İkincisi, Hıristiyanlıkta her insan, ilk insan olan Hz. Âdem’in işlediği günahtan ötürü, günahkâr olarak doğar. Bu günahtan arındırılmak için de vaftiz edilir. Oysa İslam, soyaçekim yoluyla geçen bir günahı kabul etmemektedir. Bir hadiste “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra annesi babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhari, cenâiz, 92) denilmektedir.

Üçüncüsü, Hıristiyanlık tüm insanlara kurtuluş vaat etmektedir. İnsanlar bu dünyada işledikleri amellere göre cennette farklı katmanlarda yaşayacaklardır. Ama öyle ya da böyle herkes cennete girecektir. İslam ise tüm insanlara böyle bir vaat vermemektedir. Cennete gitmeyi belli koşullara bağlamıştır. Dahası cennete hiçbir zaman gidemeyecek, sürekli olarak cehennemde kalacak insanlardan söz etmektedir: “Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehenneme girin. Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür.” (Kur’ân, 16/29).

Özetle İslam’ın insan anlayışına göre insan, Allah’ın kendisini bildirmek üzere yarattığı, kendisini temsil etmek üzere halife olarak seçtiği ve kendisine kulluk etmekle görevlendirdiği, ontolojik olarak yaratılmışların en değerlisi (eşref-i mahlûkat) ve potansiyel olarak iyi ile kötü arasında gidip gelen bir varlıktır. Allah insana kulluk vazifesini yerine getirip getirmeyeceğini test etmek için özgür bir irade vermiştir. Dolayısıyla insan tüm yapıp etmelerinden sorumlu bir varlıktır. Allah (cc), aslında dünyadaki kulluk görevinin (emanet) çok kolay olmadığını; ancak insanın biraz cesareti, biraz da cahilliği nedeniyle bu görevi kabul ettiğini belirtmektedir: “Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Kuran, 33/72). Esasen, paradoksal bir biçimde insanı değerli kılan, bu cehaletten kaynaklanan cesaret durumudur. Çünkü Allah, insanların özgür bir tercih sonucunda kendisine kulluk etmelerini beklemektedir. Bu şekilde, iradi olarak yapılan kulluk Allah katında değerlidir. Bunu yapabilecek tek varlık da insandır.

(34)

1.3. İBN HALDUN’UN İNSAN ANLAYIŞI 1.3.1. İbn Haldun’a Göre Farklı İnsan Tipleri 1.3.1.1.Peygamber Olarak İnsan

Peygamber, aldığı ilahi öğretileri insanlara aktaran kişidir. Diğer bir deyişle Allah tarafından insanlar arasından seçilen ve diğer insanları Allah’ın yoluna davet eden kişidir (Gündüz, 1998: 306). Peygamberler hiçbir maddi karşılık beklemeden insanları Allah’ın dinine davet etmişlerdir. “De ki: ‘Ben buna karşılık, Rabbine doğru yol tutmayı dileyen (insanlar olmanız) dışında sizden bir ücret istemiyorum.’ ” (Kur’ân, 25/57).

Buna karşılık, peygamberler davetlerini yine de çok güç koşullarda yapabilmişlerdir. Yaşadıkları toplumlardan, hatta bazen ailelerinden ciddi direnç görmüşlerdir. Bu durumun sebebi aslında ‘peygamber’ tanımı içerisinde örtük olarak bulunmaktadır: Peygamberlerin de diğer insanlar gibi, bir insan olması. Çoğu zaman peygamberlere yöneltilen itirazın kaynağı bu olmuştur. “Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru söyleyenlerden isen bu durumda bize bir mucize (ayet) getir görelim.” (Kur’ân, 26/154).

Kur’ân’ın bildirdiğine göre Hz. Musa, İsrailoğullarını bir kavim olarak birleştirmiş, onları Firavun’un zulmünden kurtarmış ve onlara Allah’ın nimetlerinden bolca yararlanma imkânı tanımıştı. Ama yine de kavmine yaranamamıştı. “Biz onları (İsrailoğullarını) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: "Asanla taşa vur" diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp fışkırdı; böylece her bir insan topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) ‘Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin.’ Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (Kur’ân, 7/160). “Siz (ise şöyle) demiştiniz: ‘Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın.’… ” (Kur’ân, 2/61).

Hıristiyanların Hz. İsa’ya bakış açıları, Yahudilerinki kadar sert olmasa da yine de problemlidir. Babasız dünyaya gelmiş olmanın zorluğuyla mücadele eden Hz. İsa’ya inananlar zamanla onu üç farklı şekilde görmeye başlamışlardır. Bu bakış açılarına göre o bir peygamber, tanrının oğlu ve tanrı olarak algılanmaktadır.

(35)

Hz. Muhammed için de benzer süreçler söz konusudur. İslam dünyasında genel olarak Hz. Muhammed’e ilişkin üç algılama biçiminden söz edilebilir (İslamoğlu, 2001: 17, 125, 213): Bu algılama tarzlarından ilki aşırı yüceltmeci tavırdır. Bu bakış açısında peygamber, adeta göksel bir varlık, bir melek olarak yansıtılır ve insani, cismani özellikleri görmezden gelinir. İkinci algılama tarzı indirgemeci denilebilecek tavırdır. Burada da, peygamber sıradan bir insan gibi algılanır. Onun sünnetine ve hadislerine çok fazla değer verilmez. Üçüncü algılama tarzı ise insan peygamber olarak adlandırılabilecek olan bir bakış açısıdır. Ehlisünnet mezheplerinin doğru kabul ettiği bu yaklaşıma göre peygamber, Allah’ın kulu ve elçisidir. “De ki: ‘Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resûl olarak gönderilen bir beşerim.’ ” (Kur’ân, 17/93).

İbn Haldun’un, Hz. Muhammed ile ilgili yukarıda bahsi geçen algılama tarzlarından üçüncüsüne sahip olduğunu söylemek mümkündür. Maliki kadılığı yapmış bir din âlimi olarak İbn Haldun, Hz. Muhammed’in beşer yönünün de, resul yönünün de gayet iyi farkındaydı. O, dindar kişiliğinin gereği olarak peygambere tazim ve saygıya çok büyük önem göstermiştir. Buna karşılık, bilim adamı kimliğiyle de peygamberin beşer yönünü görmezden gelmemiş, tam tersine bunun farkında olarak, peygamberlerin davetlerinde başarılı olabilmeleri için sırtlarını toplumsal bir güce dayamaları gerektiğini açık bir şekilde belirtmiştir.

İbn Haldun’a göre (2009/I: 2-XXVII/366) şayet içlerinden peygamber çıkmasaydı, Arapların devlet kurmaları mümkün değildi. Zira ona göre Araplar, vahşi, katı kalpli, kibirli, asi ruhlu, liderlik konusunda çok hırslı insanlardır. Bu özellikleri nedeniyle Arap kabileleri birbirleriyle sürekli savaşmışlardır. Ama ardı arkası kesilmeyen bu savaşlardan sonra hiçbir kabile tam manasıyla diğerlerine mutlak bir üstünlük sağlayamamış ve devlet kuramamıştı. İçlerinden peygamber gelince Arapların bu halleri değişmiştir. Din onlar açısından vicdani bir bağlılık ve kötü huyları terk için zorlayıcı bir araç olmuştur. Hz. Muhammed’in liderliği etrafında toplanan Araplar, diğerlerine boyun eğdirmiş ve böylelikle kabile sisteminden devlete (mülk) geçiş sağlanabilmiştir.

Peygamberin liderliği her ne kadar, en güçlü liderlik modellerinden biri de olsa, İbn Haldun’a göre başarı için tek başına yeterli değildir. O, bu konuda çeşitli tarihi örnekler getirmiş ve dini davetin bir asabiyete dayanmadan gerçekleşemeyeceğini iddia etmiştir (İbn Haldun, 2009/I: 3-V,VI/378–382). Yukarıda değinildiği üzere İbn Haldun

(36)

bu iddiasını peygamberin de bir insan olduğu gerçeğine dayandırmaktadır. Ona göre her ne kadar peygamberin söyledikleri doğru, davet ettiği yol güzel de olsa, sözünün daha iyi dinlenebilmesi ve karşıtlarının ona bir kötülük yapmaktan çekinmeleri için onun sırtını güçlü bir insan topluluğunun kendisine olan bağlılığına (asabiyet) dayaması gerekmektedir. O, bu görüşünü dini kaynaklarla da desteklemeye çalışmış ve şöyle bir hadisi dayanak göstermiştir: “Allah, isnad edeceği bir kavmi bulunmayan hiçbir kimseyi peygamber olarak göndermemiştir.”

Peygamberlerin beşer yönüne bu şekilde değinen İbn Haldun (2009/II: 6-V/772– 773), onları beşerden üstün kılan resul yönlerine değinirken sahip oldukları ilmin ve bilginin farkından örnekler vermiştir. Ona göre her insanın sahip olduğu birtakım bilgiler vardır ama peygamberlerin bilgileri bunların çok üstündedir. Zira normal insanların vahyin sağladığı türden olağanüstü bir bilgiye ulaşmaları mümkün değildir. Bu bilgiler, görmeye dayanan ve açık – seçik (kesin ve vasıtasız) bilgilerdir. Onlarda yanılma payı yoktur. Peygamberler bu yolla (Allah’ın izni ve öğretmesiyle), gayb ve melekût âlemine (ruhani âlem) ilişkin diğer insanların ulaşamayacağı bilgileri edinmekte ve insanlara aktarabilmektedirler.

1.3.1.2.Halife Olarak İnsan

Halifelik, Hz. Muhammed’in ölümüyle başlayan bir süreçtir. Peygamberin ölümünden sonra mevcut İslam devletinin başına geçen yöneticilere halife denilmiştir. Bu anlamda ilk halife Hz. Ebubekir’dir. Hilafet makamının işlevsel olabilmesi için devletin din devleti olması ve halifenin devleti bu dinin kurallarına göre yönetmesi gerekmektedir. Bu nedenle peygamberin ölümünün ardından iş başına gelen birkaç halife (Hülafay-ı Raşidin Dönemi) dışında, halifelik makamı geleneksel ve sembolik bir unvan olarak kullanılmıştır.

Halifenin nasıl iş başına geleceği ile ilgili standart bir uygulama bulunmamaktadır. Zira ilk halife Hz. Ebubekir’in iş başına geçmesi, Müslümanların, peygamberin bazı davranışlarını o yönde yorumlamasıyla olmuştur. Hz. Peygamber net bir şekilde kendisinden sonra kimin halife olacağıyla ilgili isim zikretmediği halde, hasta olduğu dönemlerde namaz kıldırmak üzere Hz. Ebubekir’i görevlendirmesi onun ölümünden sonra bu makama en layık kişi olarak Hz. Ebubekir’in adının geçmesine yol

Referanslar

Benzer Belgeler

4 ve 9. Anket geneline baktığımızda yine yüksek bir performans göstermesine rağmen yapılan LOBİ faaliyetlerinin ve Meslek Komite çalışmalarının

kabul etmesine karşın bazı bitki ve hayvanların hatta ilk insanın kendiliğinden oluştuğunu savunmuş ve bazı eserlerinde minerallerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların

 Georgius Agricola: 1494-1555 yılları arasında yaşamış olan Alman maden mühendisi Georgius Agricola, jeolojinin bir disiplin olarak kurulmasına büyük

Salviati’nin kanıtlarıyla, Simplicio’nun görüşlerini çürütmesi üzerine engizisyon mahkemesine çıkartılmış ve ikinci kez tövbe ettirilmiştir. Ömrünün son

 Buffon bu yapıtında ayrıca, daha önceleri kilise tarafından ortaya konulan dünyanın yaşının 6 bin yıl olduğu savını da çürütmüş ve dünyanın yaşının çok

Malthus’un nüfus ilkesi üzerine bir deneme adlı kitabını okudu ve sonunda “hayatta kalan türlerin çevreye en iyi uyum sağlayan türler olması gerektiğini” anladı..

İklim değişikliği, canlıların dağılışını doğrudan etkileyen bir faktördür. Bu değişiklik; bazı canlıların yayılış alanlarının daralmasına, bazılarının daha

Köknel, “Böyle bir ödülü Üsküdar Üniversitesi tarafından almış olmam benim için ayrıca bir mutluluk, gurur ve onur kaynağı oluyor çünkü 40 yıldır