• Sonuç bulunamadı

ANA BÖLÜM

2. İBN HALDUN’UN MEDENİYET ALGIS

2.2. MEDENİYET ALGISININ TEMEL UNSURLARI 1 İnsan ve Toplum

2.2.3. Devlet ve Mülk

İbn Haldun’a göre, insanlar için toplu halde yaşamak zaruri olunca, buna bağlı olarak aralarında menfaatler ve istekler konusunda çekişmelerin olması da kaçınılmazdır. Bu durumda, şayet çekişmeleri önleyecek bir hâkim olmazsa, insanlığın mahvolmasına ve insan neslinin kesilmesine varacak düzeyde büyük kargaşalar ortaya çıkar. İşte insanların bu derecede birbirlerine zarar vermelerini önleyecek bir otorite olarak devlet yapılanmasına zaruri olarak ihtiyaç duyulmaktadır. Devlete duyulan ihtiyaç konusunda insanların büyük çoğunluğu arasında fikir birliği vardır. İstisna sayılabilecek oranda pek az kimse, akli ya da şer’i herhangi bir devlete ihtiyaç duyulmayacağını düşünmektedir. Ancak İbn Haldun’a göre bunların görüşü muteber değildir (İbn Haldun, 2009/I: 3-XXXVI/424–425).

İbn Haldun, devletin ortaya çıkışı konusunda, Thomas Hobbes ve onun ilham kaynağı Machiavelli ile kıyaslanmıştır. Hobbes, devletin doğuşunu, ‘Toplumun tamamına korku salacak genel bir güç unsuru olmadıkça insanlar sürekli olarak savaş halinde yaşarlar ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır.’ diyerek açıklamıştı. Machiavelli de, ‘İktidar bir güç ile desteklenmedikçe, insanlar birbirlerinin saldırıları karşısında savunmasız kalırlar.’ fikri ile Hobbes’e ilham kaynağı olmuştu (Koçak, 2009: 27). Hobbes ve Machiavelli’nin bu görüşleriyle, İbn Haldun’un devletin zorunluluğuna dair görüşleri arasında paralellik kurulmaya çalışılmıştır.

Ayrıca İbn Haldun’a göre, ‘asabiyetin giderek ulaştığı nihai gaye mülktür.’ Çünkü içtimai hayatta bazı insanların, diğerlerinin haklarına tecavüz etmelerini engelleyecek güçlü bir otoriteye ve hâkime duyulan ihtiyaç, asabiyet sayesinde giderilebilir. Asabiyeti kuvvetli bir otorite ancak diğerlerine galip gelebilir. Böylece, ‘tegallüb mülktür’ ilkesi gerçekleşir. Yani, galibiyetin sonucunda, mülk (devlet, hükmedebilme alanı) oluşur. Bu ise başkanlıktan (riyaset) daha fazla ve onun ötesinde bir kavramdır. Çünkü riyaset, beylikten (şeflik) ibaret olup, reis rehberdir. Verdiği kararlara uyulmasını zorla sağlayamaz ve etrafındakilere tam manasıyla hükmedemez. Ancak mülkte ise, üstün gelme ve zorla hükmetme vardır. Mülk, zora ve baskıya dayalı bir yönetme şekli olup mülk sahibi, gerekiyorsa, verdiği kararla uyulmasını zorla temin eder (İbn Haldun, 2009/I: 2-XXVII/349–350).

Asabiyetin egemen olduğu kabile tarzı yaşam biçiminde, sahip olduğu asabiyetin gücü sayesinde yönetimi ele geçiren bir güç odağı, önce kendi kabilesi içindeki düzeni sağlar. Ancak asabiyet sahibi, kendi kabilesinde sağladığı otorite ile yetinmez ve daha uzak kabile ve toplulukları da hâkimiyeti altına almaya çalışır. Böylece asabiyet gittikçe güçlenir ve daha çok güç ve hâkimiyet talep etmeye başlar. Devlet ya da mülk denilen toplumsal varlık şekli, bu talebin neticesinde ortaya çıkar. Zaten bir asabiyet, hâkimiyetini genişletmek suretiyle mülke ulaşamazsa, zaman içerisinde yok olur. Asabiyet ve mülk arasındaki kuvvetli bağ için şu söylenebilir: Asabiyet mülkün gerekli şartı olmakla birlikte yeterli şartı değildir. Mülk tesis edildikten sonra devlet, bazı ahlaki faziletleri de benimsemelidir (Görgün, 1999: 549).

Sözlükte, ‘devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke’ (http://tdkterim.gov.tr/bts/, 30.12.2012) anlamı bulunan mülk sözcüğü Mukaddime boyunca birbirine uzak olmayan ama farklı anlamları kapsayacak şekilde kullanılmıştır. Franz Rosenthal’ın Mukaddime tercümesinde ‘kraliyet otoritesi’ (royal authority) olarak kullanılan mülk kavramı, Erwin Rosenthal (1958: 87, 88, 107) tarafından ‘saltanat– hükümdarlık, yönetim, hâkimiyet, iktidar–güç (güce dayalı devlet)’ gibi manalarda kullanılmıştır. Çaksu’ya göre (2007: 134) mülk, ‘kraliyet otorite’sinin ötesinde, ‘siyasi otorite’ veya ‘siyasi güç’ anlamlarını da kapsamaktadır. Ayrıca ona göre mülk terimi, İbn Haldun tarafından çeşitli durumlarda farklı anlamları içerecek şekilde ve değişken bir biçimde kullanılmıştır.

Hassan’a göre (2011: 246–247) mülkün Mukaddime’de yüklendiği asıl anlam, ‘evrensel bir siyasal örgütlenme biçimi’dir. Bu anlamıyla mülk, ‘temel bir kurumu’ ve ‘temel bir örgüt’ü belirlemektedir. Ona göre mülk terimi ile asıl ifade edilen, egemenlikle donatılmış bir örgütlenme biçimidir. Mukaddime’de mülk, sözcüğü dışında, devlet sözcüğünün de ayrıca kullanılmış olması bunların birbirlerinden farklı anlamlar yüklendiğini göstermez. Mülkün ‘hükümdarlık’ anlamında kullanılmış olması, onun ‘devlet’ anlamını da içerdiğini göstermektedir. Esasen mülk, Mukaddime boyunca geliştirilen ve İbn Haldun’un siyaset teorisinin yapısını oluşturan bir kavramdır.

Mülk sözcüğünün anlamı üzerinde bu kadar çok görüşün olmasının temel sebebi İbn Haldun’un sözcüğü kullanma biçimi ve sıklığı ile ilgilidir. İbn Haldun Mukaddime’nin genelinde ‘mülk’ sözcüğünü yirmi bir başlıkta aynı bağlamdaki ‘devlet’ sözcüğünü ise on iki başlıkta kullanmıştır. Bunun dışında, başlıkta yer almamakla

beraber çok sayıda farklı konular işlenirken doğrudan veya dolaylı olarak bu kavrama değinilmiştir. Bu nedenle de ‘mülk’ sözcüğü, yerine ve duruma göre farklı anlamlar yüklenmiştir.

Mukaddime bağlamında ‘mülk/devlet’ sözcüğünün kullanıldığı başlıklar ve sözcüğün kazandığı kavramsal anlamlar şöyledir: “Asabiyetin giderek ulaştığı nihai gaye mülktür”: Devlet yönetimi, iktidar (İbn Haldun, 2009/I: 2-XVII/349). “Refah husulü ve kabile mensuplarının nimetlere dalmaları, asabiyetin mülk haline gelmesine mani olan hususlardandır.”: Devlet yönetimi, iktidar (2009/I: 2-XVIII/351). “Bir kabile için mezelletin ve başkalarına inkıyad etme halinin husule gelmesi, mülke mani olan hususlardandır.”: Devlet yönetimi, iktidar (2009/I: 2-XIX/352). “İyi hasletlerde yarışmak, mülkün alametlerindendir. Bunun tersi ise mülkü elden çıkarmanın emarelerindendir.”: İktidar (2009/I: 2-XX/355). “Vahşi milletlerin mülkü daha geniş olur”: Yurt, vatan, toprak (2009/I: 2-XXI/358). “Asabiyetin devam etmesi şartıyla, bir milletin bir boyundan giden mülk, mutlaka öbür boya avdet eder.”: İktidar (2009/I: 2- XXII/359). “Ya nübüvvet veya velayet veyahut da umumi olarak dinden gelen büyük bir tesir gibi dini bir renk olmadan Araplar için mülk hâsıl olmaz.”: Devlet (2009/I: 2- XXVII/366). “Mülk siyasetinden en uzak olan millet Araplardır.”: Devlet yönetimi, siyasal örgüt (2009/I: 2-XXVIII/366). “Mülk ve güçlü hanedanlık, sadece kabile ve asabiyetle hâsıl olur.”: İktidar (2009/I: 3-I/373). “Devlet oturduktan ve işler yoluna girdikten sonra asabiyete ihtiyaç duymayabilir.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar (2009/I: 3-II/374). “Belli sayıdaki bazı hanedan mensupları için, asabiyete ihtiyaç göstermeyen bir devlet husule gelebilir.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar (2009/I: 3- III/376). “Her devletin ülkelerden ve illerden alabileceği bir hisse vardır, bundan fazlasını alamaz.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar (2009/I: 3-VII/383). “Bir devletin büyüklüğü, sahasının genişliği ve müddetinin uzunluğu, onu ayakta tutanların azlığı ve çokluğu nisbetinde olur.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar, devlet aygıtı (2009/I: 3- VIII/384). “Çok sayıda kabileler ve çeşit çeşit cemaatlerin bulunduğu topraklarda sağlam bir devletin kurulması az vakidir.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar, devlet aygıtı (2009/I: 3-IX/386). “Tek başına şana sahip olmak, refaha dalmak, rahatı ve sükûneti tercih etmek mülkün tabiatındandır.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar, devlet aygıtı (2009/I: 3-X/388). “Refah, mülkün tabiatındandır.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar, devlet aygıtı (2009/I: 3-XI/389). “Rahat ve sükûn mülkün tabiatındandır.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar, devlet aygıtı (2009/I: 3-XII/389). “Tek başına şana sahip

olunması, refah ve rahatın husule gelmesiyle mülkün tabiatı yerleşince, devlet ihtiyarlamaya yüz tutar.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar (2009/I: 3-XIII/390). “Şahıslar gibi devletlerin de tabi ömürleri vardır.”: Devlet aygıtı (2009/I: 3-XIV/392). “Refah başlangıçta devletin gücüne güç katar.”: Devlet aygıtı (2009/I: 3-XVI/398). “Devletin tavırları, hallerinin değişmesi, değişik tavırlarında halkının huyu”: Devlet aygıtı (2009/I: 3-XVII/399). “Bir devletin tüm eserleri, o devletin aslındaki kuvvetinin nispetindedir.”: Devlet aygıtı (2009/I: 3-XVIII/402). “Devletlere arız olan, sultanın vesayet altına alınması ve üzerinde istibdat kurulması hali”: Devlet aygıtı (2009/I: 3- XXI/414). “Sultanı tahakkümleri altına alanlar, onun mülke has unvanlarına iştirak etmezler.”: Devlet yönetimi, siyasal iktidar (2009/I: 3-XXII/416). “Mülkün hakikati ve türleri”: Sosyal ve siyasal organizasyon, kanunluluk, hükmetme (2009/I: 3-XXIII/417). “Fazla sertlik mülk için zararlı olup, ekseriya onu bozar.”: Devlet yönetimi, iktidar (2009/I: 3-XXIV/418). “Hilafetin mülke dönüşmesi”: Saltanat, devlet yönetimi (2009/I: 3-XXVIII/439). “Mülk ve saltanattaki mertebeler ve bu mertebelerle ilgili unvanlar.”: Devlet yönetimi, iktidar (2009/I: 3-XXIV/482). “Hanedanlıklar ve devletler, şehirlerden ve kasabalardan öncedir. Şehir ve kasabalar mülkün ikinci derecedeki mahsulü olarak vücuda gelir.”: Devlet, vatan, yurt, siyasal iktidar (İbn Haldun, 2009/II: 4-I/629). “Mülk şehirlere inmeye ve yerleşmeye teşvik eder.”: Devlet, vatan, yurt, siyasal iktidar (2009/II: 4-II/631). “Mülkün başkenti olan şehirler, hanedanlığın harap olması ve yıkılışıyla harap olur.”: Devlet yönetimi, iktidar (2009/II: 4-IXX/680).

İbn Haldun’a göre (2009/I: 3-XXXVI/425), bazı âlimlerde ve kişilerde, mülkün şeriat tarafından yasaklandığı ya da mahsurlu görüldüğü yönünde bir algı bulunmaktadır. Fakat o, bu algının gerçeği yansıtmadığını düşünmektedir. Ona göre şeriatta mülke dair geçen yerici ifadeler, bizzat mülkün kendisine hitaben olmayıp, onun yanlış kullanılmasından kaynaklanan kahr (baskı), zulüm ve haz ile zevklerin peşinden koşmaya duyulan düşkünlüğe ilişkindir. Zira Allah (cc) birçok peygambere, özellikle Davud ve Süleyman (as)’a başkalarının sahip olmadığı mülkler vermiştir. Mülk kötü bir şey olsaydı, Allah onu, en seçkin kulları olan peygamberlere vermezdi.

Bu durum Kur’ân’ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Sen onların söylediklerine karşı sabret ve bizim güç sahibi kulumuz Davud’u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelen biriydi… O’nun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik… ‘Ey Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzüne halife (yönetici) kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara uyma’…”

(Kur’ân, 38/17, 20, 26). Ayetlerde açıkça Hz. Davud’un, kendisine mülk verilmek suretiyle yeryüzünde yönetici kılındığı anlatılmaktadır. Yine devamında, mülkün gereği olarak kendisinden beklenen görevin, insanlar arasında adaletle hükmetmek olduğu söylenmiştir. İbn Haldun buna ek olarak, mülkün istenilesi bir şey olduğunu anlatmak için Hz. Süleyman’ın duasını da örnek göstermiştir (İbn Haldun, 2009/I: 3- XXXVI/440). Buna göre, Hz. Süleyman Allah’a şöyle dua etmiştir: “Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin.” (Kur’ân, 38/35). Allah (cc) bu duası karşılığında, Hz. Süleyman’a, başka kimseye vermediği rüzgârlara hükmetme gücü vermiştir. Ayrıca bina ustası ve dalgıçlık yapabilen şeytanları da (kötülük yapamayacak şekilde) onun emrine vermiştir.6

Ayetlerden verdiği dini referanslarla ve peygamberlerin kıssalarından getirdiği dini örneklerle, İbn Haldun mülk/devlet bahsine açıkça dini anlamda ontolojik bir temel kurmaya çalışmıştır. O, din âlimlerinin çoğunlukla, mülkten kaynaklanan kötülüklerle mülkü meczettiğini ve bu nedenle mülke karşı cephe aldıklarını gözlemlemiştir. Oysa İbn Haldun açısından düşünüldüğünde mülk kavramı olmaksızın; umran, asabiyet, sosyal evrim, devlet ve genel anlamda siyaset teorisi eksik kalmaktadır. Bu nedenle İbn Haldun’un mülk kavramını aklamaya dönük bir çaba içinde olması gayet doğaldır. İbn Haldun’un tartışmalı dini mevzular için, yine dini literatürden deliller getirmeye dayalı yöntemi oldukça başarılıdır. Zira benzer bir durum daha sonra asabiyet bahsinde görülecektir.

İbn Haldun, mülkün ya da devletin oluşumunu asabiyete dayandırmıştır. Ona göre her asabiyetin, civarındaki kavmi ve aşireti üzerinde tahakkümü ve tegallübü vardır. Devlet işte bu güce dayanarak vücud bulur. Buna karşılık her asabiyetin mülkü yoktur. Çünkü asabiyet tek başına mülk için yeterli değildir. Bir mülkün hakiki manada bir mülk ya da devlet olabilmesi için (İbn Haldun, 2009/I: 3-XXIII/417):

a. Halkı, (gerekiyorsa zor kullanarak) kendi hükmü altına almalı ve koyduğu kurallara uymaya zorlayabilmelidir.

b. Devlete gelir oluşturmak için halkından mal ve vergi toplamalıdır.

c. Başka devletlerce tanınmalıdır. Bunun en önemli kanıtı ise, başka devletlere elçi göndermektir.

6

d. Hudutlarını koruyabilmelidir. Bunun için hem hudutlarını koruyacak kadar, hem de diğer güvenlik gerekçeleri için yeterli miktarda asker ve polis gücü olmalıdır.

e. Devlet gücünün üstünde daha etkin bir güç bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir güç varsa devlet yıkılır veya iktidar el değiştirir.

İbn Haldun’a göre bu işlerden, bir kısmını yapma gücüne sahip olup, diğer bir kısmını yapma gücüne sahip olmayan hükümdarın mülkü (iktidarı) eksiktir. Zira mülk olmanın koşullarına tam sahip değildir. Buna mülk-ü nakıs (noksan mülk) denir. Abbasi devletinin ilk dönemlerindeki Arap olmayan hükümdarlarda bu durum görülmüştür.

İbn Haldun mülkü, devletler için geçerli bir yönetme tarzı ve bir iktidar biçimi olarak ele almış ve üç çeşit mülkün varlığından söz etmiştir (İbn Haldun, 2009/I: 3- XXV/421; Uludağ, 2009: 422, 15. Dipnot):

Birinci tür mülk, tabii mülktür. Bu yönetim anlayışında tüm halk, kötü amaçlar (garaz) doğrultusunda ve arzuların gereklerine (şehvet) göre sevk ve idare edilmektedir. Bu yönetim güce ve zorlamaya dayanır. Şahsi ihtiraslar ve arzuları gerçekleştirmek için ilkel bir şekilde ve keyfi bir biçimde halkı yönetmeyi kapsar. Bu yönetim tarzında insanın, hayvani yönü daha çok ön plana çıkmaktadır.

İkinci mülk, siyasi mülktür. Bu tarz mülkte amaçlanan dünyevi gereksinimlerin giderilmesi ve zarar veren şeylerden kaçınmaktır. Bunun için akli düşüncenin yol göstericiliğine başvurulur. Tabii mülkün tecrübeyle geliştirilmiş halidir. Beşeri aklı temel alarak oluştuğu için, bu yönetim şekli laik bir tarz vazeder. Ancak bu yönetim biçimi dine uygun davranışları benimserse insanlar için daha faydalı bir hal alır.

Üçüncü yönetim tarzı, hilafettir. Hilafet biçimi yönetimde insanların, uhrevi gerekler ile bunları gerçekleştirmeye aracılık edecek olan dünyevi gereklerin, dini kurallar doğrultusunda giderilmesi suretiyle yönetilmesi söz konusudur. Bu anlayışta dünyadaki ihtiyaçlar, ahretteki ihtiyaçlara göre oluşturulmalıdır. Bunun için hilafet tarzı yönetimde, dinin korunması ve dünyanın dini siyasetle idare edilmesi için şeriat sahibine (Hz. Muhammed) niyabet ve vekâlet verilmiştir. Aslında İbn Haldun, hilafet tarzı yönetim için, ‘mülk’ tabirini kullanmamıştır. Hilafet, özel bir yönetim tarzıdır. Bu nedenle onu, mülk gibi ya da saltanat gibi kavramlarla anmak doğru değildir. Mülk, içtimai hayatın gerektirdiği doğal bir kurumdur. İnsanların zorunlu olarak ihtiyaç

duydukları bu kurumun illaki dini bir hüviyet taşıması gerekmez. Bu nedenle, dini naslara dayalı bir yönetim şekli olan hilafet, mülkten farklıdır.

İbn Haldun (2009/I: 3-LII/571) mülkten ya da devletten söz ederken gözlemlerinden hareket etmiştir. Ona göre mülk ve devlet sosyal bir olgu olup, somut uzantıları vardır. Bu nedenle İbn Haldun, Farabi gibi filozofların bahsettiği ‘ideal devlet’ tasarımlarıyla pek ilgilenmemiştir. O, devleti somut bir açıdan ve realist bir tavırla ele almıştır. Metafizik devlet kurguları onun için anlamsızdır.

İbn Haldun’a göre, devletler çeşitli tavırlardan (durum, aşama) ve yenilenen birtakım hallerden geçerler. Devleti ayakta tutan yöneticiler, her tavır değişikliğinde, yeni geçilen tavrın özelliklerine uygun olarak bazı yeni huylar ve alışkanlıklar kazanırlar. Devletlerin yaşadığı bu tavırlar genellikle beş tanedir (İbn Haldun, 2009/I: 3- XVII/399–401):

Birinci tavır: Zafer, Galibiyet ve İstila Dönemi: Savunma durumundaki bir ülkeyi, bölgeyi veya toprağı (mülkü), galip gelme suretiyle istila etme ve sahiplerinin elinden alma dönemidir. Bu aşamada galip gelen devletin sahibi (başkan, reis) şan ve şerefe uygun davranma, vergi toplama, savaşçılık gibi özellikler hususunda yanındakilere örnektir. Bu tavırda galip reis, kendisini zafere ulaştıran asabiyetin ve kandaşlarının değerinin farkındadır. Asabiyete dair birtakım hususiyetler henüz bozulmamıştır. Bu dönemde henüz devletin tüm organlarıyla teşekkül ettiğini söylemek mümkün değildir.

İkinci tavır: İstibdat ve İnfirad (Baskı ve Yalnızlık) Dönemi: Bu dönemde devlet başkanı idareyi tek başına ele alır ve zafer kazanırken yanında bulunan kabilesini tedricen yönetimden uzaklaştırır. Bu dönemde devlet başkanı kendisiyle kandaş olmayan yeni adamlar toplamaya, azatlılar ve devşirmeler edinmeye başlar. Bunda amacı kendi asabiyesindekilere gözdağı vermek ve yönetimi onların olası tasallutlarından korumaktır. Bu yeni adamlarla etrafını güçlendiren devlet başkanı, eski adamlarına, kabilesinin mensubu kandaşlarına karşı baskıları arttırmak suretiyle onların güçlerini kırmaya ve olası iktidar taleplerini engellemeye çalışır. Ancak bu o kadar kolay bir iş değildir. Zira başkan, zaferi birlikte kazandığı dirayetli yakınlarına karşı yalnız mücadele etmek durumundadır. Bu nedenle, bu tavır başkanın yalnızlaştığı ve yakınlarını, akrabalarını baskı yoluyla boyunduruğu altına aldığı dönemdir.

Üçüncü tavır: Ferağ (Dinlenme ve Rahatlık) Dönemi: Bu dönemde devlet başkanı etrafındakileri tam manasıyla hükmü altına almış, sultan veya hükümdar formuna girmiştir. Bu dönem, iktidarın pekiştirilmesinden çok, iktidar nimetlerinden istifade edildiği bir dönemdir. Hükümdar bu dönemde gelir ve giderleri kontrol etmeye, vergi gelirlerini arttırmaya çalışır. Ekonomideki genişliğe bağlı olarak servet biriktirir, ülkesini imar etmek ve ulu abideler inşa etmek suretiyle namını arttırır. Hükümdar bu dönemde oldukça cömerttir. Etrafındakilere ihsanda bulunur, hediyeler verir, bilhassa askerlerin şartlarını iyileştirir ki, bu suretle düşman devletlere gözdağı verir.

Dördüncü tavır: Kanaat ve Barış Dönemi: Bu devri yaşayan sultan ya da mülk sahibi önceki atalarının tesis ettiği devlet imkânlarına kanaat eder. Kendisiyle denk durumdaki diğer ülke sultanlarıyla da barış için de yaşar. Bu dönemde devlet geleneği, güçlü bir biçimde yerleştiğinden mevcut sultan, kendinden öncekilerin izinden gider, atalarını taklit eder. Töreden uzaklaşmanın devleti zevale uğratacağı ve sahip oldukları şana gölge düşüreceği inancı ile bu dönem geçer.

Beşinci tavır: İsraf ve Savurganlık Dönemi: Bu dönemde hükümdar, kendisine atalarından miras yoluyla intikal eden serveti ve devlet mülkünü, zevk sefa peşinde ve etrafındaki düşük karakterli insanlarla birlikte har vurup harman savurur. Hükümdarın beraber düşüp kalktığı bu insanlar, işgal ettikleri devlet işlerinde ehil olmayan, hafif meşrep insanlardır. Askerlerle ilgilenmediği için bu dönemde devletin askeri gücü de zayıflar. Bu dönemde devlet, kendisini yıkacak, müzmin ve şifası olmayan bir hastalığa tutulmuş gibidir.

İbn Haldun devletin güç kaybetmesini ve ihtiyarlamasını üç gerekçe ile açıklamıştır (İbn Haldun, 2009/I: 3-XIII/390–392): Birinci gerekçe, devletin kurulmasında en etkin güç olan asabiyetin, iktidar hırsı nedeniyle zayıflamasıdır. İkinci neden, zevk sefa peşinde koşmanın getirdiği ekonomik ve ahlaki bozulmadır. Üçüncü neden ise, rahatlığa alışmanın yiğitlik, dürüstlük gibi hasletleri yok etmesidir.

İbn Haldun düşüncesinde yönetsel bir gücün bulunması, tabii ve zorunlu bir durumdur. Varlığı zorunlu olan iktidar, toplumun ve insanların değişmesine bağlı olarak bazı değişmeler geçirmek zorundadır. Bu nedenle kabile tarzı yönetim modelinden, devlet/mülk tarzı yönetime geçiş kaçınılmazdır. İbn Haldun’a göre kabileden devlete geçişte elde edilen servet ve rahatlık gibi bazı kazanımlar, yiğitlik gibi bazı hasletleri yok ettiğinden devletler döngüsel olarak kurulur ve yıkılır. Bu kaçınılmaz bir süreçtir.

2.3. MEDENİYETE İLİŞKİN TEMEL KAVRAMLAR