İSLAM DÜNYASINDA EVREN VE İNSAN DÜŞÜNCESİ
Arap yarımadasında ortaya çıkan İslamiyet, zaman içerisinde Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Güneydoğu Asya’nın bazı kesimlerinde geniş bir alana yayılmış durumdadır. Bu yüzden tarih sahnesinde çoğu zaman eski çağ medeniyetleriyle, modern dünyada oluşmaya başlayan medeniyetler arasında köprü vazifesi görmüştür. Bu bölge daha önce burada yaşamış olan Yunanlılara ait bilimsel verileri, etkileşim içerisinde oldukları Hint ve Çin bilimlerini miras olarak alan ve geliştirerek daha sonra Batıya aktaran bir medeniyettir. Şöyleki, miras alınan bilimsel veriler açıklanmış, yorumlanmış, içeriği hakkında önemli analizler yapılmış ve bunlara orijinal pek çok katkı yapılmıştır.
Özellikle biyoloji alanında Yunanlılar, Romalılar, İranlılar ve Hintlilerden çok miktarda bilgi İslam dünyasına aktarılmıştı. Tarıma ya da tıbba faydalı oldukları için bitkiler oldukça fazla incelemeye tabi tutulmuştur. Bu incelemelerin tıbbi amaçlar dışında iki istisnası
bulunmaktadır. İlki 9. yy’da İranlı tarihçi Ebu Hanife el-Dineveri tarafından botanik
bilgilerini aktarmak için yazılan kitaplar, ikincisi ise 10. yy. sonlarına Basra’da İhvan üs-Safa birliğiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan akımdır. Bu akım bir yandan Yunan felsefesine karşı mücadele ederken, bir yandan da üyelerine aydınlanmanın doğa bilimlerinin incelenmesiyle gerçekleşebileceğini öğretiyorlardı. Bu sayede bitkilerin şekli, yapısı ve büyümesi
incelenmeye başlandı. Bitkilerdekine benzer bir yaklaşım hayvanlarda da görülmekteydi.
Ayrıca, İslam’da hayvanlar dini bakımdan da önem taşıyordu. Onların insanlara aynı kaderi paylaştıklarına inanılıyordu. El-Cahiz, El-Arabi gibi araştırmacılar 350 kadar hayvanı hareket tarzlarına göre dört sınıfta toplamışlardır. Bu tanımlamalara daha sonra El-Kindi ve El-Farabi de katıldı ve 10.yy’da Aristo’nun “doğa merdiveni”ne benzer bir şekilde hayvanların yaşadıkları ortama, üreme şekillerine ve duyularına göre tanımlamaları yapıldı. İhvan üs Safa birliğinde bütün varlıkların tek bir varlıktan çıktığını ve sonunda yine yükselerek Allah’a karıştığı ifade edilir. Eşyanın en alt tabakasına kadar her tabaka nurunu O’ndan alır. Bu öğretinin tabiatcı bir tarzda şekillerin değişmesine inanan bir evrim düşünceleri vardır. Mesela bitkilerin ilk derecesi madenlerin son derecesine,
madenlerin son derecesi hayvanların ilk derecesine bağlıdır. Hayvanların son derecesi ise insanların ilk derecesine bağlıdır. İnsanların son derecesi meleklere, oradan ilahi aleme, mutlak varlığa doğru bir yükseliş ve derecelenme bulunmaktadır. Böylece bütün dereceler arasında bir süreklilik vardır.
Bugün modern kimyanın kurucusu olarak da bilinen Cabir Hayyan, temelde ilahi yaratma fikrini
kabul etmesine karşın bazı bitki ve hayvanların hatta ilk insanın kendiliğinden oluştuğunu savunmuş ve bazı eserlerinde minerallerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların suni olarak laboratuarda
üretilebileceğini de dile getirmiştir. Cabir Hayyan’ın bu düşünceleri kendisinden sonra gelen Müslüman ve Hıristiyan düşünürler tarafından da benimsenmiş ve kabul görmüştür.
11. yy’da İbni Sina, 12. yy’da İbni Rüsd, 13.yy’da El-Kazvini, 14. yy’da
Kemaleddin El-Demiri hayvanların psikolojisine, savunma sistemlerine yönelik önemli eserler yazdılar. 11. yy’da yaşamış olan El Biruni, kendi geliştirdiği
yöntemlerle enlem ve boylamların ölçümlerini yapmış, dünyanın küresel olduğunu ve kendi çevresinde döndüğünü saptayarak çevresinin uzunluğunu hesaplamıştır.
Bulduğu değer günümüzdeki değere oldukça yakındır. Canlıların oluşumu konusunda döneminden oldukça etkilenmiş, “akreplerin oğulotu ve incirden, balarılarının sığır etinden, yabanarılarının at etinden oluştuğunu” savunmuştur. El Biruni, dünyanın hiçlikten yaratıldığını, tüm doğa olay ve varlıkların yokluktan adım adım yükselerek doruk noktasına eriştikten sonra gerileyerek yine yokluğa döneceğini dile getirmiş ve kendisinden sonra gelen bilim adamları için esin kaynağı olmuştur. İslam
dünyasındaki geleneksel evrim teorisi Biruni ile doruk noktasına ulaşmıştır. Diğer
düşünürler gibi Biruni’de yaradışı Allah’ın hür iradesinin bir eseri olarak görür. O,
kainatın yok iken sonradan yaratıldığını, ancak kutsal kitaplardaki 6 günlük yaratma
süresinin bizim ölçülerimizle 24 saatlik 6 gün olarak değerlendirlemeyeceğini dile
getirmiştir.
Bu yaratma süreci Biruni’ye göre jeo-kimyasal bir süreçtir. İlk ana türler Allah’ın yaratma fiilinin bir gereği olarak su, hava, toprak, ısı gibi cansız maddelerin karışımının uygun şartlar içinde kimyasal bir evrim geçirmesiyle kendiliğinden çeşitli zamanlarda oluşmuştur. Bu canlı ana türler çeşitli
faktörlerin etkisiyle evrimleşmekte, her ana tür kendi içinde zamanla çeşitli dallara ayrılmakta ve gelişmektedir. Ancak, türlerin birbirleri içine sıçraması ve sınırları aşması söz konusu değildir. Türlerin kendi içerisinde doğal bir hayat kavgasına maruz kaldığını savunur ve ayrıca insanların en uygun ve elverişli canlıları suni seçilimle belirleyerek yaşamasına izin verdiğini dile getirir.
İslam düşünürlerinin araştırmaları geç dönem Ortaçağ Batı dünyasına aktarılan altyapının bir kısmıdır. Öteki kısım ise çoğunlukla yine İslam kültürünün
süzgecinden geçerek aktarılan eski Yunan bilim eserleridir. İlk dönemlerinde bilime önemli katkılarda bulunan İslam dünyası daha sonraki evrelerinde bir duraklama dönemine girmiştir. İslam’da insan aklının kullanımı Tanrının
hediyesi olarak değerlendirilmiştir ve bağımsız bilimsel düşünce hiçbir zaman
tam olarak gelişememiştir. Yani bilim ve din birbirinden ayrılmamıştır.
Yaklaşık 500 yıl boyunca bilim alanında başarılarını sürdüren İslam-Doğu uygarlığının önderliğini yitirmesinin nedenleri eğitimin düzensizliği, din ve felsefe çatışmaları, gelenek eksikliği ve araştırmaya eski ilginin duyulmaması olarak sayılabilir. Bilimsel öğretiler genelde usta çırak ilişkisi şeklinde
sürdürülmüş, toplumsal eğitim bir türlü istenilen düzeye getirilememiş, açılan medreselerde de çoğunlukla din ve dil eğitimleri verilmeye başlanmıştı.
Ebu Hamit Gazali, 12. yy’da doğa araştırmalarına “böylesi araştırmalar evrenin kökenine ve Yaradan’a ilişkin inanç kaybına yol açar” diyerek karşı çıkmıştır.
Bu nedenler ve koşullar 13. yy’dan itibaren doğa bilimlerindeki araştırma önderliğinin Avrupa’ya geçmesine neden olmuştur.
Buna karşın zaman zaman doğa bilimleri konusunda bazı düşünürler de
görüşlerini dile getirmişlerdir. Bunlardan en ünlüsü olan Erzurumlu İbrahim Hakkı 18. yüzyılda yaşamış Türk düşünürüdür. İbrahim Hakkı, insanların değişik bitki ve hayvanlardan köken aldığını belirtmiştir.