• Sonuç bulunamadı

ANA BÖLÜM

1. İNSAN DÜŞÜNCESİNE GENEL BAKIŞ

1.4. BİR İNSAN OLARAK İBN HALDUN

Bu bölümde İbn Haldun’un bilim adamı, siyasetçi, din âlimi, tarihçi gibi birtakım sıfatları nedeniyle serdettiği görüşleri ya da düşünceleri değil, yetmiş dört yıllık yaşamına sığdırdığı bu tür özelliklerin onu nasıl bir insan yaptığına ve kişiliğinde ne gibi etkilere yol açtığına değinilmeye çalışılmıştır. Diğer bir deyişle İbn Haldun’un kişiliği ve insani tarafıyla ilgili olarak daha çok psikolojik nitelikli analizler yapılmaya çalışılmıştır.

İbn Haldun’un nasıl bir aile reisi olduğunu anlamaya çalışmak, bugünkü çekirdek aile perspektifiyle çok mümkün görünmemektedir. Asabiyet kavramına yaptığı vurgudan anlaşılacağı üzere İbn Haldun soy bağına (nesep) çok önem vermektedir. Bu nedenle, Hatıralar’ında “Nesebim” başlığıyla bir bölüm ayırmış ve aile kütüğünü uzun uzadıya anlatmıştır. İbn Haldun bu bölümde atalarının nerelerde yaşadığını, neler yaptığını övünerek anlatmış ve her dönemdeki atalarının kendi çağları ve yurtları için önemli insanlar olduklarıyla ilgili yorumlarda bulunmuştur. Hatta aradan sekiz yüzyıl geçmiş olmasına ve bu süre zarfındaki bağlantıların, o günkü tarih yazımı ve kayıt tutma geleneğiyle tam olarak tespit edilmesi mümkün olmadığı halde, soyunu

peygamber efendimizin sahabelerinden Vail bin Hucr’a kadar taşımıştır (İbn Haldun, 2011: 15–23).

Anne ve babasının kırıcı bir kara veba (taun) hastalığından öldüğünü belirten İbn Haldun onlar için rahmet dilemiştir (İbn Haldun, 2011: 23, 53). Babasından övgüyle söz eden İbn Haldun onun mutasavvıf bir âlim ve fakih olduğunu söylemiş, Arapça, şiir ve edebiyat alanlarında âlimlerin kendisine başvuracakları düzeyde bilgili bir insan olduğunu belirtmiştir (2011: 22–23). Babasından böylesine övgüyle söz eden İbn Haldun annesi hakkında herhangi bir bilgi vermemiştir.

İbn Haldun on altı yaşındayken (1348) gerçekleşen kara veba salgınında ders aldığı hocalarının çoğu ölmüştür. Sağ kalan hocalarından bazıları Mağrip’e dönmüştür. İbn Haldun, psikolojik durumu ve duygularıyla ilgili ilk ipuçlarını bu olayın akabinde vermiştir: “1352 başında yola çıktım. Hocalarımın gitmesinden ötürü beni saran yalnızlık duygusu ve bilim öğrenmeye ara verişim dolayısıyla onların yanından ayrılmaya niyetliydim.” (İbn Haldun, 2011: 53). İbn Haldun burada açıkça, yalnızlık duygusundan kurtulmak istediğini ve ilmi faaliyetlere dönmek için işinden ayrılarak hocalarının peşinden gitmeye karar verdiğini anlatmıştır. Ancak ağabeyi Muhammed onun gitmesine izin vermemiştir (2011: 53). Bu bahis, iki sonuca daha ulaşmamızı sağlamaktadır. Birincisi, İbn Haldun anne babasından sonra ailesinden bir kişiden daha söz etmiş, üstelik ismini vermiştir. İkincisi, ağabeyinin ona izin vermemesi üzerine hocalarının peşinden gitmekten vazgeçmiş olması onun kişiliği ve psikolojik durumuyla ilgili bir çıkarım daha yapmamıza olanak sağlamıştır: İbn Haldun, aile büyüklerine karşı saygılı ve onların sözlerini çiğnemeyen bir kişilik yapısına sahiptir.

İbn Haldun’un diğer aile bireyleriyle ilgili çok fazla bir bilgiye sahip değiliz. Künyesi ‘Ebu Zeyd’ olduğu için büyük oğlunun adının Zeyd olduğu tahmin edilebilir. Ancak eşleri ve diğer çocuklarıyla ilgili başka bir bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte, ailesiyle ilgili asıl dikkat çekilmesi gereken ve onun kişiliğiyle ilgili bir başka husus daha vardır: İbn Haldun, Mısır’a gelirken ailesini Tunus’ta bırakmak zorunda kalmış, Tunus sultanı da onu geri döndürmek üzere koz olarak kullanmak amacıyla ailesinin Tunus’tan ayrılmasına izin vermemişti. İbn Haldun bu durumu aşmak ve ailesini yanına alabilmek için Mısır sultanı Berkuk’tan şefaatçi olmasını istemiştir _ki bu, onun ailesini ne kadar sevdiğinin ve özlediğinin bir kanıtıdır_. Berkuk’un yazdığı

dirayetli bir mektup üzerine ailenin Tunus’tan ayrılmalarına izin verilmiş ve bir gemiye bindirilerek Mısır’a doğru gönderilmişlerdir (İbn Haldun, 2011: 154–157). Ne var ki, yolda gemi batmış ve ailesinden hiç kimse sağ kalmamıştır (İbn Haldun, 2011: 161; Uludağ, 2003: 16). İlginç olan, İbn Haldun’un bu durumdan pek söz etmemesidir. Hocalarına duyduğu özlemden ve onların gidişiyle yaşadığı yalnızlık hissinden bahsedecek kadar duygusal bir kişiliğe sahip olan İbn Haldun’un ailesinin tüm fertlerinin aynı anda ölmesiyle ilgili olarak duygularını yansıtacak bir şeyler söylememesi dikkate şayandır. Bunun birkaç nedeni olabilir: Birincisi, ailesine pek düşkün biri olmaması ihtimalidir. Ama bu pek doğru görünmemektedir. Zira ailesini yanına alabilmek için bir mücadele vermiştir. İkincisi, o dönemin ataerkil anlayışına uygun olarak çocuklarından ve ailesinden bahsetmeyi uygun görmemiştir. Üçüncüsü, acısını içinde yaşamak ve başkalarıyla paylaşmak istememiş olabilir. Kanaatimizce ikinci ve üçüncü seçenekler birlikte (ağırlıklı olarak üçüncü ihtimal) bu durumu açıklamaya uygun görünmektedir. Onun kişiliği, bu tür ailevi konularda biraz içine kapanık ve ketum bir tavır sergilemektedir. Zira bu olaydan sonra Mısır’da bir evlilik daha yapmış, ama onunla ilgili de pek bir bilgi vermemiştir.

İbn Haldun da her insan gibi içinde bazı çelişkiler barındırmaktadır. O, İslam tarihinden şöyle bir olay aktarmıştır: İran, İslam orduları tarafından fethedilince, İranlıların elinde bulunan çok sayıda değerli kitap da Müslümanların eline geçmiştir. Kitapları inceleyen İran’daki İslam orduları komutanı Saad bin Ebu Vakkas, halife Ömer bin Hattab’a mektup yazarak kitapların durumunu sormuş ve onları Müslümanların kullanımına açma konusunda izin istemiştir. Ancak Hz. Ömer, Saad bin Ebu Vakkas’a istediği izni vermemiştir. Hz. Ömer yazdığı cevabi mektupta: “Onları suya atınız (ve böylece imha ediniz. Şayet onların muhtevası rehber, hidayet ve) irşad ise, Allah bizi bundan daha iyi irşad eden bir şey ile irşad etmiştir. (Bu eserlerdeki ilimler mürşid ise Kur’ân ve hadis ondan daha mürşiddir.) Şayet dalâlet ise, Allah bize kâfidir.” diye karşılık vermiştir.3Bunun üzerine o eserler suya veya ateşe atılmıştır. İbn Haldun bu trajik olayı: “Böylece (Keldanilerin, Babillerin ve onların varisleri olan) Perslerin ilimleri bize kadar ulaşamadan mahvolup gitti.” cümlesiyle değerlendirmiştir (İbn Haldun, 2009/II, 6-XVIII/872). İbn Haldun’un bu durumu değerlendirirken sarf ettiği sözlerden hareketle bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Öncelikle İbn Haldun, bu durumdan çok büyük bir üzüntü duymuş ve bu olayı bilimsel açıdan büyük bir

3

talihsizlik olarak algılamıştır. ‘Mahvoldu gitti’ ifadesi bu durumu çok net ortaya koymaktadır. İkinci olarak, İbn Haldun halifenin kararını tartışmamış ve ne halifeye ne de bu karara ilişkin eleştirel bir tutum takınmamıştır. Bu, onun dini hassasiyeti, hilafet makamına duyduğu saygı ve çatışmacı bir insan olmayışıyla açıklanabilir.

Günümüz bakış açısıyla buraya kadar anlatılanlarda, İbn Haldun’un tutumu açısından bir problem görünmemektedir. Hatta bu tutum çok da taraftar toplayabilir. Ancak konuyu ilginç kılan şey, aynı İbn Haldun’un Şifaü’s – Sail’de vahdet-i vücud anlayışını benimseyen bazı mutasavvıfların eserlerinin yakılmasına dair verdiği fetvadır. Şöyle ki (İbn Haldun, 1998: 28–29):

“Bu nevi sapık ve sapıtıcı akideler ihtiva eden kitapların dini hükmüne gelince: İbn Arabî’nin Fusûs’u, Futuhat-ı Mekkiye’si, İbn Seb’in’in el-Büdd’ü, İbn Kasiy’in Hal’u’n –na’leyn’i vb. halkın elinde nüshaları bulunan kitaplar ve benzerleri ele geçince yakılmalı veya yazıları okunamaz derecede silinene kadar yıkanmalı, böylece imha edilmelidir. Zira sapık ve bozuk akidelerin yok edilmesi dinin maslahat ve çıkarına tamamen uygundur. Bu sebeple umumun zararını önlemek için bu nevi kitapları yakmak devlet adamlarının vazifesidir. Yanlarında bu çeşit kitap bulunan kimseler yakılması için kitapları görevlilere vermekle mükelleftirler.”

İki tutumu benimseyen de aynı İbn Haldun’dur. Birinci durumda Hz. Ömer’in ele geçirilen Pers kitaplarının yakılmasıyla ilgili emrine üzülen İbn Haldun, ikinci durumda kendisi bazı kitapların dini akideye zarar verdiği gerekçesiyle yakılmasını istemiştir. Bunu bir çelişki olarak kabul etmek mümkün olduğu gibi, zaman içerisinde İbn Haldun’un ilmi kişiliğinin değiştiği, konuyla ilgili düşüncelerinin değiştiği veya yönteminin, üslubunun yumuşadığı da söylenebilir.

İbn Haldun bir siyasetçi ve bürokrat olarak değerlendirildiğinde, hep daha fazlasını isteyen, elindekiyle yetinmeyen, hırslı ve kurnaz bir görüntü vermektedir. Örneğin devlet kademesindeki ilk işi olan alamet kâtipliğini aslında pek beğenmemiştir. Ancak hocalarının peşinde Mağrip’e gitme arzusunu gerçekleştirmek üzere bir aracı gördüğü için bu işi kabul etmiştir.

İbn Haldun, kabilelerin ve aşiretlerin birbirleriyle sürekli savaşmaları nedeniyle iktidarların sık değiştiğini biliyordu. Bu nedenle kurnaz bir bürokrat gibi iktidarı ele geçiren yeni yönetimle hemen iyi ilişkiler kuruyor ve makamını devam ettiriyordu. Örneğin alamet kâtipliğini yaptığı sultan Ebu İshak, sultan Ebu İnan tarafından yenilmişti. İbn Haldun, bu iktidar değişikliğinin hemen ardından sultan Ebu İnan’ın yanında yer almış ve onun sarayındaki bilim meclisine girmiştir. Bu önemli payeyi elde ettiğinde İbn Haldun henüz yirmi yaşındaydı (İbn Haldun, 2011: 53–55). Bazıları tarafından kaypaklık olarak yorumlanabilecek olan bu durum, ona göre gayet normaldir. İktidarın farklı kabilelerin elinde yer değiştirmesi sosyal bir olguydu ve yeni duruma uyum sağlamak gerekiyordu.

İbn Haldun siyasi açıdan kurnaz biri olmasına rağmen her zaman doğru kararlar alamamış ve bu nedenle ağır bedeller ödemek zorunda kalmıştır. Örneğin Ebu İnan tarafından kendisine sarayda oldukça önemli görevler verildiği halde ve hâlâ görevinin başındayken sultanın hasmı konumunda olan Muvahhidilerin Bicaye yönetici Emir Muhammed ile dostluk kurmuştur. Bu dostluk, kendisini çekemeyen saray ahalisi tarafından sultan Ebu İnan’a iletilince hapsedilmiş ve sultan ölene kadar yaklaşık iki yıl hapiste kalmıştır. Gerçi İbn Haldun hapisteyken yaklaşık yüz beyitlik Ebu İnan’ı öven bir kaside yazmış ve sultanın gönlünü geri kazanarak ondan af vaadi almıştır ama Ebu İnan Fas’a döndükten çok kısa bir süre sonra, İbn Haldun’u henüz hapisten çıkarmadan ölmüştür (İbn Haldun, 2011: 60–61). İbn Haldun’un çekişen yöneticiler arasında taraf tutması, onun siyasi hırslarıyla açıklanabilir. Gerçekten de o, sürekli daha fazlasını talep ediyor ve bu nedenle de bazen kendisine engel olamıyordu. O, bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir: “Böyle bir durumda sultanın kıskançlığından kendimi korumak konusunda gaflete düşmüştüm.” (2011: 60).

İbn Haldun, aktif olarak siyasetin içinde yer aldığı her dönemde bu tür taraf tutmaların içinde olmuştur. Örneğin Ebu İnan’dan sonraki sultan Said bin Ebu İnan’a karşı Ebu Salim’in yanında yer almış ve Salim’in iktidarı kazanabilmesi için bizzat kabile reislerini dolaşarak desteklerini istemiştir. Ebu Salim Fas’ı ele geçirince İbn Haldun’un bu çabalarını karşılıksız bırakmamış, onu sır ve inşa kâtipliğine getirmiştir (İbn Haldun, 2011: 61–62). Ebu Salim’in Fas’ta iktidarı ele geçirme sürecinden hareketle İbn Haldun’la ilgili olarak şu sonuçlara ulaşabiliriz: Birincisi, İbn Haldun yine siyasi hırsı nedeniyle tehlikeli bir tarafgirlik yapmıştır. Bu özelliğinin (hırs) onun siyasi

kişiliğinin en kuvvetli yanı olduğunu söylemek hata olmaz. İkincisi, İbn Haldun’un aile soyundan gelen, kabile reisleri üzerinde bir etkisi vardı. İbn Haldun bu anlamda, atalarından miras kalan bu özelliği kendi siyasi istikbali için gerektiği gibi kullanmıştır. Elbette İbn Haldun’un konuştuğu tüm şeyhleri ve kabile liderlerini ikna etmesi sadece nesep gücüyle açıklanamayacak bir durumdur. O, aynı zamanda iyi bir siyasi hatip ve etkileyici bir demagogdur.

Sultan Ebu Salim’in ölümüyle siyasi kazanımlarını kaybetmeye başlayan İbn Haldun, kırk iki yaşında İbn Salame kalesinde inzivaya çekilene kadar bu çalkantılı siyasi yaşamını sürdürdü. Endülüs, Fas, Tunus bölgelerinde pek çok yer dolaşan İbn Haldun, her gittiği yerde itibar gördü. Sultanlar çoğu zaman kendi yanlarında kalması konusunda ona ısrarcı oldular. O ise kalmak istediği zaman kaldı, ama gitmek istediği zaman da mutlaka bir yolunu bularak oradan ayrıldı. Onun bu özelliğini siyasi tecrübesi ve kıvrak zekâsıyla açıklamak mümkündür.

İbn Haldun, İbn Salame kalesine yerleştikten (1372) sonraki yaşantısında bir daha aktif siyasete bulaşmadı. Bundan sonra daha çok ilmi ve dini görevler üstlendi. Ancak buna rağmen İbn Haldun’un yaşamındaki en önemli siyasi arabuluculuk olayı bu dönemde gerçekleşti. İbn Haldun 1382’de Mısır’a yerleşmişti. Onun Mısır’da yaşadığı dönemlerde, doğudan gelen ‘topal bir kasırga’ ortalığı kasıp kavuruyordu. 1400 yılında Moğol ve Tatar sultanı Timur, Şam’ı kuşattı. Mısır sultanı Ferec de Şam’ı savunmak üzere harekete geçti. İki ordu karşılıklı olarak bir ay kadar birbirine net bir üstünlük sağlayamadı. Bu arada Mısır’da baş gösteren bir isyan sebebiyle Ferec, ordusu ile birlikte geri döndü. Timur’un Şam’ı büyük ihtimalle alacağı belliydi. Şam’lı askeri yetkililer direnmek, sivil yetkililer ise şehri teslim ederek canlarını kurtarmak istiyorlardı. Bu nedenle şehrin ileri gelenleri, İbn Haldun başkanlığında bir heyet oluşturarak Timur ile barış görüşmeleri yapmak üzere onu görevlendirdiler. Şehrin surları askerler tarafından kontrol edildiği için İbn Haldun surlardan gizlice sarkarak Timur ile görüşmeye gitti. Timur’dan istediği güvenceyi alan İbn Haldun, belli ki onu çok etkilemişti. Timur onunla uzun sohbetler yapmış kendisinden çeşitli tarihi ve coğrafi bilgiler öğrenmişti. Diğer sultanlar gibi, Timur da İbn Haldun’u yanına almak istemişti ama o, çeşitli bahaneler ileri sürerek bu durumdan kurtuldu (İbn Haldun, 2011: 244–260).

Timur komutasındaki Moğollar, barbarlıklarıyla ve kan dökmeleriyle ünlüydüler. İbn Haldun’un Timur’u bu denli etkilemesi, Şam’ın diğer istila edilen şehirlerle aynı akıbeti yaşamasını engellemiştir. Onun surlardan atlayarak Timur’la görüşmeye gitmesi korkaklık olarak yorumlanabilir. Esasen o da korktuğunu itiraf etmektedir: “Haberi gece yarısı öğrenmiştim. Başıma bir bela gelmesinden ürktüm. Seher vakti erkenden kapı yanındaki yargıçlara gittim. Bu haberle ilgili içimde doğan vehimler nedeniyle, çıkma ya da surdan sarkma talebinde bulundum.” (İbn Haldun, 2011: 246). Buna rağmen İbn Haldun, tarihteki en büyük arabuluculuk görüşmelerinden birini başarıyla yerine getirmiştir. Timur’u ikna etmesi onun belagatteki ustalığının, tarih ve asabiyet konusundaki derin bilgisinin, naif ve uzlaşmacı kişiliğinin kanıtı olarak algılanmalıdır.

İbn Haldun’un dini kişiliği, onun müderrisliğini, müellifliğini, şeyhliğini, kadılığını ve tasavvufla temasını içine alacak şekilde değerlendirilmelidir. Zira onun bu vasıflarının hepsi aynı temel unsur etrafında şekillenmişlerdir. Bu temel unsur İslam dinidir.

İbn Haldun 1382’de Mısır’a yerleşmişti. Onun müderrisliği bu dönemde başlamıştır. “Kahire’ye girdim. Birkaç gün kaldım. Oradaki öğrenciler, bendeki bilgi sermayesinin azlığına rağmen, yararlanma arzusuyla sel olup aktı. Ezher Camii’nde ders vermeye koyuldum” (İbn Haldun, 2011: 154). İbn Haldun, müderrislikte başarılıdır. ‘Bendeki bilgi sermayesinin azlığına rağmen’ ifadesi onun mütevazı kişiliğinin bir göstergesidir. Aslında o, ilmi kuvvetinin farkındadır ve bunu Mukaddime’de yer yer hissettirmiştir (Bkn; İbn Haldun, 2009/I: G/160,161.162 vd.). Ayrıca öğrencileri, ona olan ilmi rağbeti teyit etmişlerdir. Makrîzî’nin es-Sulûk adlı eserinde şu ifadeler yer almaktadır: “Bu ay (Ramazan) hocamız Ebu Zeyd Abdurrahman bin Haldun, Mağrip diyarından geldi. Emir Altunbugâ el-Cevbanî ile görüştü. Ezher Camii’nde görev yapmaya başladı. İnsanlar ona yöneldi, kendisini çok beğendiler” (2011: 154; Akt. Akyüz, 5. Dipnot). İbn Haldun daha sonra Kamhıye medresesindeki müderrislerden birinin vefatı üzerine buraya müderris olarak atanmıştır. Derslerine ilgi burada da yoğundu ama buradaki hocalık vazifesi iki yıl sürebildi. Zira kendisine başka alanlarda da ihtiyaç vardı.

Sultan Berkuk, 1384’te, görevinden azlettiği Maliki baş kadısının yerine İbn Haldun’u bu göreve atamıştır. İbn Haldun, her ne kadar kendisinin bu göreve talip olmadığını, bu göreve başkasını ataması hususunda sultanla görüştüğünü ama sonunda görevi kabul etmek zorunda kaldığını (İbn Haldun, 2011: 158) ifade etse de, bu atama onu gururlandırmıştı. O, müderrisliği konusunda gösterdiği tevazuu burada göstermiyor ve bu göreve en layık kişinin kendisi olduğunu hissettirmek istiyordu: “Sultan yetkinliğimi dikkate alarak ve şöhretime gönderme yaparak bu göreve beni atadı.” (2011: 158). Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere İbn Haldun sahip olduğu niteliklerin farkındaydı. Bu nedenle de, dini ve ilmi konular mevzu bahis olduğunda gösterdiği tevazu halini, makamlı devlet işleri söz konusu olduğunda göstermemiştir. Kanaatimizce bu durum bir çelişki oluşturmamaktadır.

İbn Haldun dürüst ve cesur bir kişiliğe sahipti. Ancak o, bu özellikleri nedeniyle baş kadılık ve yargıçlık görevinde pek başarılı olamamıştır. Zira aldığı kararlarda makam ve mevki gözetmiyor, doğru bildiği yoldan dönmüyordu. Bu nedenle bazı kararları nüfuzlu kişileri rahatsız etmeye başlamıştır. Bürokrasinin duvarları, kadılık görevini layıkıyla yerine getirmesinin önüne kuvvetli setler örmeye başlamış ve aleyhindeki entrikalar ve şikâyetler çoğalmıştır. Tam bu sıralarda ailesinin tüm fertlerini ve servetini deniz kazasında kaybetmişti. Bu iki durum birleşince kadılıktan ayrılmak istediğini, ancak sultanın gazabından çekindiği için bunu dile getiremediğini ifade etmiştir. O, böyle bir ruh halindeyken şikâyetler üzerine sultan onu görevden almıştır. O, bu durumdan memnun olduğunu belirtmekle beraber, görevden alınmasına gerekçe olarak gösterilen ‘bu sorumluluğun töresi’ni öğrenemediğini, kinayeli bir biçimde ifade etmiştir (İbn Haldun, 2011: 161–162). Yaşadıklarından hareketle, kadılığın (yargıçlık) onun kişilik yapısına çok uymadığı söylenebilir. Ancak buna rağmen o, devlet adamı sorumluluğuyla ve belki de makamın verdiği cazibeyle kendisine yargıçlık görevi her teklif edildiğinde bunu kabul etmiştir. Bu nedenle Mısır’da toplam beş kez kadılık görevinde bulunmuştur. Kimsenin kadılık görevini yerine getirirken İbn Haldun’un hata yapmasıyla ilgili bir eleştirisi yoktur. Ancak o, tutumunu hiç değiştirmemiştir. Her göreve geldiğinde birilerinin menfaatine dokunmuş ve bu sebeple her seferinde görevden alınmıştır. Belli ki o günün Mısır’ında kadılık siyasi bir görevdi. Aslında siyaseti iyi bilen ve o konuda maharetli biri olarak İbn Haldun’un bu görevi ömrünün sonuna kadar sürdürmesi beklenebilecek bir durumdur. Fakat o, söz konusu olan adalet ve hak gözetme olduğunda siyasi davranamamıştır. Bu, onun kişiliğindeki dürüstlük ve

hakkaniyet boyutuyla açıklanabilir. Ayrıca dini bilgisi ve inanç konusundaki hassasiyeti de onu bu konuda katı bir tutum sergilemeye teşvik etmiştir. Bütün bu yaşananları onun ağzından dinleyecek olursak (2011: 160–161):

“Benim tutumum, önceki kadı meslektaşlarımınkine benzemiyordu. Bu yüzden bana karşı hoşnutsuzluk duydular. Beni de alıştıkları kendi yollarına uymaya çağırıyorlardı. Onlar ekâbirin rızasını kazanmaya, ayanı gözetmeye, göz göre göre makam ve mevkie göre karar vermeye, imkânsızlık durumunda, benimsediklerini bile bile başka bir seçenek varken hâkim hükmünü veremeyeceğinden davaları reddetmeye alışmışlardı. Ah, ah! Aksini bildikleri halde… Bütün bu konularda, yalnızca sorumluluğun hakkını vermeye, bu sorumluluğa ve beni bu göreve atayana vefalı olmaya çalıştım. Bu yüzden herkes söz birliği etti… Diller açıldı, bağırtılar yükseldi. Kimileri kendi arzularına göre hüküm vermemi istedi. Ama ben onları dinlemedim… Her yandan bana karşı huzursuzluk arttı. Devlet erkânıyla aram açıldı…”

İbn Haldun bir müellif olarak oldukça başarılıdır. Mukaddime’nin dünya çapında ilgi gören bir eser olması bunun en iyi kanıtıdır. İbn Haldun, Mukaddime’yi İbn Salame Kalesinde beş ay gibi kısa bir sürede yazmıştır. Bu, Mukaddime çapındaki bir eser için oldukça kısa bir süredir. Ancak asıl ilginç olan onun, modern bir yazar gibi zaman içerisinde Mukaddime’de çeşitli düzeltmeler ve değişiklikler yapmasıdır. Gerçi bu durum Mukaddime’nin çeşitli baskıları (örneğin Tunus ve Mısır baskıları) arasında bazı