• Sonuç bulunamadı

FARKLI MEDENİYET ÖRÜNTÜLERİ 1 Bedevilik

ANA BÖLÜM

2. İBN HALDUN’UN MEDENİYET ALGIS

2.4. FARKLI MEDENİYET ÖRÜNTÜLERİ 1 Bedevilik

Arapça kökenli olan ‘bedevi’ kelimesi, sözlüklerde genellikle ‘çöl göçeri, göçebe Arap’ (http://www.nisanyansozluk.com/?k=bedevi, 04.01.2013) veya ‘çölde, çadırda yaşayan göçebe’ (http://tdkterim.gov.tr/bts/, 04.01.2013) gibi anlamlara karşılık olarak geçmektedir.

Istılahi manada ‘bedavet’, ‘zahir olmak, ortaya çıkmak, bir nesnenin ilk önce görünen tarafı (iptidailik) ve sahrada oturmak’ anlamlarına gelir. Bedevi ise, arazide (badiye) ve kırda yaşayan, çadır hayatı süren, göçebe, konargöçer anlamında kullanılmaktadır (Uludağ, 2009: 103).

İbn Haldun düşüncesinde bedevilik insan toplumlarının ilk ve ilkel biçimi, aynı zamanda medeniyet olgusunun başlangıcıdır (İbn Haldun, 2009/I: 2-III/325). İnsanların toplu halde yaşamaları zorunlu olunca (2009/I: 1-I/214) oluşturdukları ilk toplum modeli bedevilik olmuştur. Çünkü bedevi hayat tarzında karmaşık kurallar ve insanlar arası yoğun ilişkiler yoktur. Az sayıda ve çoğunlukla kandaş insanın bir araya gelerek oluşturduğu ve birbirlerine tutkuyla bağlı olmanın getirdiği yardımlaşma ve dayanışma davranışları dışında çok fazla bileşenin yer almadığı bir yaşam biçimidir.

İbn Haldun’a göre bir toplumun bedevi veya hadari olarak belirlenmesindeki temel ölçüt, geçim yolları ya da geçimlerini nasıl temin ettikleridir (İbn Haldun, 2009/I: 2-I/323). Bazı toplulukların geçim yolları çiftçilik (tarım) ve hayvancılıktır. Geçim yolu bunlar olan bir topluluğun bedevi bir hayat sürmesi zaruridir. Zira sahra (bedv) geniştir. Sahrada bu geçim biçimine olanak tanıyan ve şehirlerde bulunması mümkün olmayan mezralar, tarlalar ve otlaklar bulunur. Böylece insanlar badiyede beslenme, barınma, giyinme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelmişler ve bedevi tarzda bir umran oluşturmuşlardır.

Bedevi üretim biçiminin bir ayağını oluşturan hayvancılık, kendi içerisinde ikiye ayrılır. Koyun, keçi, sığır, ipekböceği ve arı gibi hayvanlardan geçimini sağlayanların hareket alanı çok geniş değildir. Ama deve yetiştiriciliğinden geçimini sağlayanlar, bu hayvan çöl iklimine uygun olduğu için çöllerde göçebe hayatı sürebilirler. Tarımla uğraşanlar ise belli bir toprağı ekip biçtikleri için, bir yerde sabit kalmak durumundadırlar (İbn Haldun, 2009/I: 2-I/323).

Ancak bedevi hayat tarzı sadece göçebelikten ibaret değildir. O, tüm insanların şehirlerde ve gelişmiş medeni ortamlarda yaşamadan önce yaşadıkları ve içinde bulundukları zorunlu bir evredir. Diğer bir deyişle bedevi kabileler, kolektif aksiyon gücüne sahip ilk topluluklardır. Buradaki kolektif aksiyon sadece birlikte savaşmayı kapsamaz, aynı zamanda birlikte üretmeyi ve tüketmeyi de ifade eder (Hassan, 2011: 176–193).

İnsanların yaşamında öncelikli olarak arzu ettikleri husus, acil ve temel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu ise bedevi yaşamla örtüşmektedir. Zira bedevi yaşamda lüks tüketime yönelik bir üretim biçimi veya böyle bir kaygı yoktur. Bu nedenle bedevi hayat tarzı, insanoğlunun tecrübe ettiği hayat tarzları arasında ilk ve öncelikli bir yere sahiptir (Görgün: 1999: 547–548).

Bedevi toplumlarda yönetim riyaset (başkanlık) tarzında yürütülmüştür. Kabile reisleri genellikle en yaşlı ve en çok hürmete layık görülen kimseler arasından seçilmiştir. Reisler kendi şahıslarından kaynaklanan bir kuvvetten ziyade, bedevi hayatın doğal şartlarından ve iptidai hayatın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan asabiyet duygusundan ötürü bu makamlara getirilmişlerdir (Fındıkoğlu ve Ülken, 1940: 69–70). Dolayısıyla, bir önceki bölümde bahsi geçen ‘asabiyet’ bedevi toplumlardaki en önemli duygu durumudur.

Bedevilerin en önemli özelliklerinden biri fıtrata yakın bir psikolojik durum içerisinde olmalarıdır. İslam inancına göre her bebek temiz bir fıtrat (doğa) ile yaratılır. Onun karakterini ve ahlakını bozan, ailesinden ve özellikle çevresinden aldığı kötü etkilerdir. Oysa bedeviler, kalabalık ortamlarda yaşamadıkları ve çok sayıda insanla ilişki içine girmedikleri için fıtratları kısmen temiz kalabilmiştir. Bu özellikleri nedeniyle bedeviler, insanlar arasında hayra (iyiliğe) en yakın olanlardır (İbn Haldun, 2009/I: 2-IV/326–329).

Bedevi hayatta asıl olan, zaruri ve temel ihtiyaçların karşılanması olduğu için, bedeviler dünyevi zevklerin ve rahatlığın getirdiği kötü alışkanlıkların peşinden koşmazlar. Bu nedenle, kötü arzuların peşinden koşmanın insan nefsinde oluşturduğu kirlenme ve kötü huylar onlarda pek fazla olmaz. Bu tür huylardan az da olsa edinen bedevilerin tedavisi, diğer insanlarınkine oranla kısmen daha kolaydır (İbn Haldun, 2009/I: 2-IV/327).

Bedevi kabileler, büyük topluluklarla aynı yerlerde yaşamadıkları için, arazide vahşi ve yabani bir duruma gelirler. Onları koruyan güvenlik önlemleri olmadığından, kendilerini korumak adına her an hazır beklerler. Kendilerini koruma işini bizzat kendileri yaptığından onların savaşçı özellikleri oldukça gelişmiştir. Sürekli silah taşıyan bedevilerin, her an baskın yeme ihtimaline karşı uykuları da çok hafiftir. Her an mücadeleye ve zorluklara göğüs germeye dayanan yaşam tarzları, bedevilerin fiziksel güçlerini ve yiğitliklerini arttırmıştır. Bu nedenle metanet onların huyları, cesaret ise karakterleri haline gelmiştir (İbn Haldun, 2009/I: 2-V/330).

Bedevi hayat tarzı eğitim ve öğretime çok uygun değildir. Bu nedenle bedeviler, ancak yaşam tarzlarının izin verdiği ölçüde ve çoğunlukla tecrübî bilgiye sahip olurlar. Buna bağlı olarak kültürleri ve görgüleri sınırlıdır. Bir kişinin ilim öğrenebilmesi için sabit bir yerde ikamet etmesi ve oradaki hocalardan ders alması, aldığı derslerle ilgili sürekli talim yapması gerekir. Böyle bir durumdaki kişi ise, metanet ve mukavemet gücünü kaybeder, savaşçı özelliklerini yitirir (İbn Haldun, 2009/I: 2-VI/332).

Bedeviler açısından bolluk, rahat ve sükûnet içinde yaşamanın beraberinde getirdiği bozucu bir etki vardır. Çünkü bu tarz bir yaşama alışan insanlar, bu yaşamın onlara sağladığı konforu kaybetmemek için şahsi menfaatlerini ön plana çıkartırlar. Bu durumda kişiliklerde bozulmalara yol açar (İbn Haldun, 2009/I: 2-XVIII/351–352). Benzer bir görüş Toynbee tarafından da dile getirilmiştir. Ona göre kolaylıklar, uygarlıklar için yıkıcıdır. Uygarlığa iten güç, ortamın düşmanlığı ile orantılıdır. Böylelikle, her insanın elde etmek için peşinden koştuğu rahat yaşam, bedeviler tarafından elde edilince, sonucu itibariyle yıkıcı etkilere ulaşmaktadır.

İbn Haldun’a göre (2009/I: 2-XI/336), bedevilerin bir başka üstün özelliği, soylarının saf ve karışmamış olmasıdır. Gerçi buna sebebiyet veren onların yoksun halleridir. Çoğunlukla deveyle ilintili bir geçimi benimsemiş olmaları ve devenin de çöllerde yaşamaya uygun bir hayvan oluşu bedevileri, devenin peşinden çöle sürüklemiştir. Böylece çok çeşitli zorluğu içinde barındıran çöl yaşamı onların kaderi olmuştur. Ama kendileri dışında birilerinin bu yaşamı kabul edip bir bedeviyle evlenmesi kolay gerçekleşen bir ihtimal değildir. Dışarıdan evlenme olmadığı için de bedevilerin soyları saf kalabilmiştir. İbn Haldun’un her türlü yoksunluklarını bile olumlu bir sonuca ulaştırmasından bedevileri sevdiğini ve o yaşama tarafgir yaklaştığını söylemek mümkündür.

2.4.2. Hadarilik

‘Hadaret’ (hadar, hudur, hadret): ‘Hazır olmak (gaybetin zıddı), kişinin civarı, önü ve yanı.’ ‘Hadıra ve hıdaret’: Badiyenin zıddıdır. ‘Beldeler, kasabalar ve köyler’ demektir. ‘Ehl-i hadar’ (hadari): ‘Şehirde oturan, göçebe olmayan, yerleşik’ manalarına gelir (Uludağ, 2009: 103).

Hassan’a göre ‘hadaret’, sade hayatın sona ermesinden sonra geçilen bir evredir. İbn Haldun düşüncesi bağlamında hadaretin, ‘yerleşiklik’ veya ‘uygarlık’ ile eş anlamlı zannedilmesi, bu sözcüğün Mukaddime’nin bütününde yazar tarafın nasıl kavramsallaştırıldığının tam olarak anlaşılamamasından kaynaklanan bir hatadır. Üstelik yerleşikliğin, ‘şehir’ ile eş anlamlı kabul edilmesi, bu konudaki hataları daha da derinleştirmektedir. Bu hataların temel nedeni, yanlış ‘okumalara’ bağlı olarak Mukaddime’nin doğru anlaşılamaması ve ‘hadari’ kavramının, sözcüğün etimolojik kökeninden yola çıkarak kavranılmaya çalışılmasıdır. Ona göre ‘hadaret’ sözcüğü, İbn Haldun terminolojisinde ‘şehir yaşamı’ olarak değil, ‘uygarlık’ olarak kavramsallaştırılmıştır (Hassan, 2011: 237). Hassan’a bu düşüncelerinde hak vermek gerekmektedir. Zira bir önceki bölümde bahsedildiği üzere, bedevilerin bir kısmı, toprağı ekip biçmeye dayalı bir yaşam sürdüklerinden ‘yerleşik’tirler. Bu nedenle ‘yerleşikliğin’ ‘şehir’ ile eş anlamlı olması mümkün görünmemektedir. Ayrıca İbn Haldun bedevi – hadari ayrımını, yerleşik olmaya ya da göçebe olmaya göre değil, geçimi temin etme yollarına (üretim biçimine) göre belirlemiştir (Bkn. İbn Haldun, 2009/I: 2-I/323). Ayrıca İbn Haldun bedevileri tarif ederken, “mağaralarda, ormanlarda sahrada ve çadırda, yurtlarda, obalarda, köylerde ve daha küçük yerleşme merkezlerinde otururlar” demiştir (2009/I: 2-II/325). Özetle, bedeviliğin de bir özelliği olan ‘yerleşiklik’, hadaret için ön koşuldur; ancak, yeter koşul değildir. Diğer bir deyişle hadari yaşam tarzının, yerleşiklik dışında başka özelliklerinin de olması gerekmektedir.

Bunlardan biri, üretim tarzı ya da geçim yollarıdır. Bedevilikte geçim daha çok hayvancılığa ve sınırlı bir tarım ile savaşlardan ganimet elde etmeye dayalı iken, yerleşik toplumlarda toprağı ekip biçmeye dayalı tarım, mal alıp satmaya dayanan ticaret, hizmet sektörlerinde ücretli çalışma gibi haller almıştır. Buna bağlı olarak hadari toplumlarda bazı sanat dalları ve terzilik, demircilik, marangozluk, zücaciye, kuyumculuk, parfümcülük, aşçılık, bakırcılık, peksimetçilik, hamurculuk, ipek dokumacılığı gibi bazı yeni meslek grupları ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi ise İbn

Haldun’a göre, şehirli yaşamın oluşturduğu gereksinimlerin, göçebelikten çok farklı olmasıdır. Ancak bahsi geçen bu sanat ve meslek dallarının her biri, her şehirde bulunmaz (İbn Haldun, 2009/II: 4-XX/683).

İbn Haldun’a göre asabiyetin nihai gayesi mülke ulaşmaktır (İbn Haldun, 2009/I: 2-XVII/349). Mülke ulaştıktan sonra insanların refahı artmıştır. Çünkü savaşarak yendikleri toplumların mülkleri ve servetleri onların eline geçmiş olur. Böylece artık asgari geçim miktarının sertliği ve kabalığı aşılmış, hayatın fazlalığına, ziynetine ve inceliğine ulaşılmıştır (2009/I: 3-XI/389). Buna bağlı olarak da insanların rahat ve huzurları yükselmiştir. Bu nedenle mülke ulaşmak için gösterilen yorucu çaba ve zahmetler de son bulmuştur. Bu çabanın yerini artık rahat içinde yaşamak için ihtiyaç duyulan binaların, evlerin ve giyeceklerin temini almıştır (2009/I: 3-XII/389).

Bu yeni yaşam biçimi, üretim konusundaki değişiklikleri zorunlu kıldığı gibi, tüketim alışkanlıklarını da değiştirmiştir. Buna bağlı olarak, yukarıdakilere ilave şöyle alanlar doğmuştur (İbn Haldun, 2009/II: 5-XVI/723–724): Kasaplık, dokumacılık, deri işlemeciliği, ayakkabıcılık (debbağlık), kalaycılık, hamamcılık, simitçilik, keşkek ustalığı, musiki, raks ve makama göre davul çalmayı öğreten hocalık, sahaflık vb. Hatta İbn Haldun, illüzyonistlik ve cambazlık gibi ekstrem uğraşları da bunlara eklemiştir. Ama onun asıl vurgusu meslek dallarının bu kadar artmış olmasına değildir. O, asıl vurguyu, toplumsal yaşamdaki değişimin sürekliliğine paralel olarak ihtiyaçların sürekli şekil değiştirmesine yapmıştır. Ayrıca hadari yaşamdaki tüketim biçimi, zaruri ihtiyaçları aştığı için, bu alanlarda yapılan üretimler de gittikçe uzmanlaşmış ve ince işçilikler ön plana çıkmaya başlamıştır.

İbn Haldun, hadari umrandaki tabii geçim yollarını kabaca üç gruba ayırmıştır (İbn Haldun, 2009/II: 5-II/698–699): Bunlardan ilki çiftçiliktir: Ona göre ziraat ve hayvancılık mahiyeti icabı tüm geçim yollarından önce gelir. Çünkü bunları yapabilmek için üst düzey düşünsel yeteneklere ihtiyaç yoktur. Ayrıca bu, insanoğlunun ilk mesleğidir. Bu nedenle, Hz. Âdem için, ‘çiftçilerin piri’ denilmiştir. İkincisi, sanatlardır (zanaat): Bunlar basit olmayan, mürekkep ve ilmi işlerdir. Bunları yapabilmek için fikir ve nazar (düşünce ve kavrayış) gücü gelişmiş olmalıdır. Sanatlar çoğunlukla, bedevilikten sonra gelen şehir hayatında bulunur. Ustalık gerektiren bu işlerin piri, terzi olduğu bilinen İdris peygamberdir. Üçüncüsü, ticarettir: İbn Haldun’a göre ticaret her ne kadar geçim için tabii bir yol ise de onunla ilgili usullerin pek çoğu

yanlışlarla ve kötülükle doludur. Zira ticaretteki kazanç bir şeyin alış değeri ile satış değeri arasındaki farktan kaynaklanır. İşte bu aradaki değeri olduğundan fazla göstermek ticaretin hilelerindendir. Bundan dolayı şeriat, ticarette pazarlığı mubah kabul etmiştir. Yanılgıyı çok fazla barındırdığı için ticaret kumar türünden bir iştir. Ancak kimsenin malı haksız yere alınmadığı için ticaret meşrudur, kumar ise meşru değildir.

Bunlar dışında geçim temini için yapılan insan fıtratına uygun olmayan ya da tabii olmayan meslekler veya işler de vardır (İbn Haldun, 2009/II: 5-III, IV, VII/699– 705, 713): Bunların ilki, hizmet sektöründe yapılan işlerdir. Bu iş kolunda devlet için veya şahıslar için çeşitli işlerin yapılması söz konusudur. Askerlik, polislik, kâtiplik, memurluk gibi devlet için yapılan işler, tabii olmamakla beraber, meşrudur. Zira mülk hâsıl olduktan ve devlet belli bir büyüklüğe eriştikten sonra bu işlerin yapılması kaçınılmazdır. Bahsi geçen işlerde çalışanlar doğrudan devletten aldıkları maaşın karşılığında bu işi yaparlar. Tam bu işlerle aynı statüde olmayıp, devlet himayesinde yapılan kadılık, müftülük, müderrislik, imamlık, hatiplik, müezzinlik gibi hususiyetle dini hizmetlerin yerinde getirilmesiyle ilgili işler içerikleri itibariyle çok değerlidir. Ancak bu tür meslekleri yapanlar genelde maddi anlamda zengin olamazlar. Çünkü sahip oldukları ilmin verdiği izzet ve şeref nedeniyle el açmazlar, makam ve mevki sahiplerine yakınlaşıp onlardan medet ummazlar. Yine zenginlerin yanında hizmet etmek suretiyle geçimini temin etmeye çalışmak da tabii bir yol değildir. Zira bunun hem çalışana, hem çalıştırana zararı vardır. Çalıştıran açısından bakıldığında, bir kimsenin kendi işini görememesi ve bunun için başkalarını çalıştırması onun acziyetinin bir göstergesidir. Bu durum, adamlığı ve mertliği zaafa uğratır. Ancak İbn Haldun, (doğru bulmamakla beraber) bu durumun anlaşılabilir olduğunu şu sözle ifade etmiştir: “İnsan, nesebinin çocuğu değil, adetlerinin çocuğu ve ürünüdür.” Çalışan açısından da böyle bir işte çalışmak küçük düşürücüdür. Çünkü bu kişi elinden iş gelen ve güvenilir bir kişiyse, zaten başkasının işine ihtiyaç duymadan geçimini temin edebilir. Şayet bu özelliklere sahip değilse, o durumda da çalıştığı kişiye faydası dokunmaz. Her iki halde de durum problem olma özelliğine sahiptir. İbn Haldun’a göre, geçim için define ve hazine aramak da tabii olmayan bir iştir. Ona göre bu yola düşenlerin aklı kıttır. Zira yerin altının hazine dolu olduğu bilgisi hurafeden ibarettir. Bunlar, nereden geldiği belli olmayan define haritalarının peşinde ömürlerini çürütürler. Esasen bunların definecilik yapmalarının sebebi, normal bir iş yapmaktan aciz olmalarıdır.

Hadaretin bedevilikten bir başka farkı, yönetim aygıtında meydana gelen değişikliktir. Bedevilikte, kabile reisliği (başkanlık) tarzında bir yönetim vardı. Başkanın seçilmesiyle ilgili belirlenmiş objektif ölçütler veya belli bir yöntem yoktu. Başkan genellikle yaşı ve tecrübesi itibariyle kabilenin önde gelenlerinden biri olurdu Bu sistemde başkan diğer kabile fertleriyle eşit kabul edilirdi. Diğer bir deyişle o, ‘eşitler arasında birinci’ kişiydi (Toku, 2002: 97). Hadarette mülk hâsıl olduğu için yönetim, kabile reisliğinden devlet başkanlığına doğru değişmiştir. Reis, zamanla yanındaki asabiyet mensuplarını bertaraf etmiş ve iktidarın tek başına sahibi olmuştur.8 Dolayısıyla hadaretteki yönetim biçimi mutlak monarşi olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte şayet devlet, bir İslam devleti ise, yönetim şekli hilafet de olabilir. Ancak İbn Haldun’a göre, Raşit halifelerden sonra, hilafet makamı daha çok itibari bir makam olarak kalmış ve yönetim aslında mülke (saltanata, hanedanlığa) dönüşmüştür (İbn Haldun, 2009/I: 3-XXVIII/439–449).

İlimler ve ilim öğretimi işi ancak gelişmiş bir umranda ve yüksek bir hadarette mümkün olur (İbn Haldun, 2009/II: 6-VIII/780–781). Çünkü eğitim–öğretim işi, İbn Haldun’a göre sanatlar cümlesindendir. Yani özel bir uzmanlık alanıdır. Bir kişinin ister öğreten olarak, isterse öğrenen olarak bu işle meşgul olması için ekonomik açıdan müreffeh olması ve geçim darlığı çekmemesi gerekir. Çünkü bu insanlar ilmi faaliyet dışında, geçimlerini temin etmek için ayrıca bir işte çalışamazlar. Bu da ancak zengin bir toplumda yani yüksek bir hadarette mümkündür. Hadari yaşam biçimi açısından en değerli olan unsurlardan biri budur.

Ekonomik ve sosyal gelişmişlik ilimler açısından bir yükseklik sunmakla birlikte, bu durumun oluşturduğu rahatlama hissi ahlaki açıdan bazı özellikleri olumsuz etkilemiştir. Örneğin hadariler rahatlığa alıştıklarından hayırlı işlerden uzaklaşmışlardır (İbn Haldun, 2009/I: 2-IV/326). Savaşçı özelliklerini yitirdiklerinden cesaretleri de kaybolmuştur (2009/I: 2-V/329). Sürekli olarak sultanın kanunları ve baskılarına maruz kalmaları onların metanetlerini ve dirençlerini yok etmiştir (2009/I: 2-VI/330). Rahatlığın toplumda oluşturduğu genel miskinlik ve bozulma hali sonuçta devleti yok oluşa götürür (2009/I: 3-XIII/390). İbn Haldun, bedevilikten hadariliğe geçişin toplumu maddi açılardan rahatlattığını; fakat bozduğunu ifade etmiş ve nihayetinde devleti yıkılmaya sürüklediğine dair örnekler de vermiştir.

8

2.5. MEDENİYETİN TEMEL GÖRÜNTÜSÜ OLARAK ŞEHİR