• Sonuç bulunamadı

Tarihte Çokkültürlülük Uygulamaları

BÖLÜM 2. KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE

2.4 Çokkültürlülük Uygulamaları

2.4.1 Tarihte Çokkültürlülük Uygulamaları

Toplumlar tarihleri boyunca savaşlar, toplu göçler ve benzer sebeplerle sayısız hareketlilikler yaşamışlardır. Yaşanan bu hareketlilikler sonunda kaynaşmış ve farklılıklarıyla birarada yaşayabildikleri çeşitli toplumsal birliktelikler ortaya çıkarmışlardır. Çokkültürcülük bağlamında ise kayda değer olan, bu toplumların kültürel farklılaşmayı nasıl lehlerine çevirmiş olduklarıdır. Bu konuda genellikle devletler iki türli siyaset belirlemişlerdir. Birincisi; Tekkültürcü asimilasyon siyasetleri (genellikle küçültücü bir işlev görmüştür). İkincisi ise; çokkültürlülüğü tanıyan ve devletlere büyüyerek imparatorluk ufkunu açan siyaset tarzıdır. Bizans, Sasani, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında olduğu gibi. Bu yönüyle büyümek ve genişlemek isteyen devletlerin çokkültürlülük

gerçeğiyle başetme yollarını bir tarafa bırakıp, bu olguyu öyle veya böyle tanımak zorunda oldukları da söylenebilir (Aktay, 2003, s. 1).

Çokkültürlülüğün tarihi, bazı çalışmalarda Helenistik döneme kadar götürülmektedir. Ancak bilindiği üzere dönemin toplumları birbirlerinden kopuk ve sürekli savaş halindeydiler. Dolayısıyla bu dönemlerde farklı kültürlerle temas daha çok misyonerler vasıtasıyla dinler üzerinden olduğundan vakıanın çokkültürlülük olarak değilde sadece kültürel etkileşim boyutunda incelenmesi daha doğru olacaktır.

Dünya tarihi incelendiğinde çokkültürlülük uygulamalarına üç farklı dönem ve toplumda rastlanabilir. Bunlar; Hindistan kast sistemi, Roma vatandaşlık sistemi ve Osmanlı millet sistemidir.

Hindistan Kast Sistemi ve Çokkültürlülük

Hindistan'da binlerce yıldır uygulanan Kast Sistemi ile İskenderin işgal süreciyle başlayan, sonraları ilk islam ordularının Hindistan’a girmesiyle10 devam eden ve akabinde İngiliz

sömürgesinin taşıdığı kültürlerarası münasebetlerin tamamını, çokkültürlülüğe en eski örnek olarak tanımlayan bazı görüşler vardır. Ancak pratiğe bakıldığında Hindistan'a gelen ilk müslümanların tamamen farklı olan bu coğrafya ile ilgili izlenimleri çokkültürlülüğün hoşgörüsü yerine ayrıştırıcı ve hatta çatıştırıcı bir uyulaması ile karşılaştıkları yönündedir.

Bu dönem Hindistan’ı hakkındaki en sağlıklı bilgileri, o devirde kalemealdığı "Kitabu't- Tahkik Ma Ii'l-Hind" adlı eseriyle Ebu'r-Reyhan el-Beyruni (973-1061) vermiştir. Hindistan'ın kültür ve medeniyetindeki esrar ve buradaki insanların yaşama biçimi, yeni

10 Siyasi olarak ilk düzenli İslam ordularının Hindistan'a girişi, birinci hicri asra dayanır. Hintliler, komşu

ülkelerden müslüman kadınları esir alıp, köle olarak kullanmaya başlar. Bu durumu haber alan devrin Irak valisi Haccac b. Yusuf es-Sakafi (661-714), onsekiz yaşındaki yeğeni Muhammed b. Kasım komutasındaki bir orduyu Hindistan'a sevkeder. Bkz, Nadvi, Allama Syed Sulaiman, “The Education of Hindus under Muslim Rule” Karachi, 1963, s 4

fatihlere çok garip geldi. Timuroğullarından Zahiruddin Babür Şah'ın konuyla alakalı düşünceleri E. Cebecioğlu’nun “Güney Asyada İslamın Yayılmasında Sufilerin Rolü” adlı eserinde şöyle aktarılmaktadır “... Hindistan ahalisinin çoğu kâfirdir. Hindistan letafeti az olan bir yerdir. Halkında güzellik, iyi muamele, edeb, zevk, idrak, kerem, mürevvet, hüner, usül, intizam, kaide, iyi nam, iyi et, üzüm, kavun, meyve, soğuk su, iyi ekmek, hamam, medrese, mum, meş'ale ve şamdan gibi nesnelerden hemen hiçbiri yoktur ...” (Cebecioğlu, 1994, s. 159).

Esasen Hintliler, dil, din, örf, adet ve başka sebeplerden dolayı yabancılarla temasa geçmekten sakınıyorlardı. Kast denilen yapı içerisinde birtakım sınıflara ayrılmış olan hindular, daha ilk karşılaşmada, kast dışı gördükleri müslümanları Malehç (murdar pis,) olarak adlandırıyorlardı. Dolayısıyla Müslümanlarla evlenmek, yemek, içmek ve hatta onların yanına dahi yaklaşmak yasaktı (TDV-İslam-Ansiklopedisi). Yüzyıllarca Müslümanlarla birarada yaşamış olmalarına rağmen, hinduların bu aşırı ayrıştırıcı tutumları yüzünden, her iki dinin salikleri, bir türlü bir arada yaşama kültürünü edinemediler (Cebecioğlu, 1994, s. 159). Günümüzde de bu olgu Hindistan’da var olmaya devam etmektedir.

Roma Vatandaşlık Sistemi ve Çokkültürlülük

Antik Roma her ne kadar şiddete olan düşkünlüğü ile bilinse de, insani değerler, temel hak ve hürriyetleri ile ilgili birçok kanuni düzenlemeler de yapılmıştır. “Humanitas” kavramı insan ırkına mensup herhangi bir kişiye ya da topluluğa zarar vermekten kaçınma anlamına gelmektedir. Roma hukukunda var olan ve sadece Roma elitinin sahip olduğu “maiestas” yani “iktidarın verdiği güç” anlamına gelen bu kavram ile “Humanitas”bu manada birbirlerini dengelemektadir (Türkoğlu, 2011, s. 229).

Sağladığı birçok ayrıcalık ve avantaj yüzünden Roma vatandaşlığı, Roma İmparatorluğu sınırları ve hegemonyası içerisinde yaşayan diğer toplumlar tarafından rağbet görmüştür. Hatta o dönemde Roma vatandaşlığını elde etmek için Roma vatandaşlarına isteyerek köle

olmak, daha sonra bir şekilde azat edilerek Roma vatandaşlığını kazanma yöntemi, yabancılar arasında sıklıkla uygulanan bir yöntem haline gelmişti. Roma tarihinde ilk olarak M.Ö. 90’da “Lex Iulia de Civitate” ile Latin ırkına mensup ve İtalya sınırları içerisinde yaşayan diğer kavimlerin Roma vatandaşlığı tanınmıştır. Daha sonraları Principaturs dönemininde çok daha fazla yabancıya Roma vatandaşlığı verilmiştir. Böylelikle zamanla, Roma vatandaşlarının ilk dönemlerde sahip olduğu ayrıcalıklar ortadan kalmış ve nihayet M.S. 212 yılında imparatorluk sınırları içinde yaşayan tüm yabancıların, Roma vatandaşlığı tanındı (Çelebican, 2010, s. 148).

Ancak Roma imparatorların nerdeyse tamamında çokkültürlülük adına farklı uygulamaları olduğu görülmektedir. Örneğin; İmparator Dominitianus Roma’da yaşayan erkeklere sünneti yasaklarken, bu yasaktan belli miktarda vergi ödemeleri suretiyle Yahudileri muaf tutmuştur (Türkoğlu, 2011, s. 261). Ancak Roma tarihinin hemen her döneminde kölelerin statüleri belirsiz olduğundan kölelere yönelik uygulamalar çok ağırdı. Kölelere duyulan ihtiyaç ve kölelerin günlük hayatın içerisinde görünmez ama bunun yanında en önemli bir parçası haline gelmiş olması, nu dönemde kölelere yönelik çeşitli imtiyazlardan ve çokkültürlülüğün en asgari insani uygulamalarından vazgeçilmesine sebep olmuştur. Yani Köleler aslında insan olmakla birlikte, hukuken bir başkasının malı olarak kabul edilirlerdi.

Millet Sistemi ve Çokkültürlülük

Modern ulus-devlet yapısından farklı olarak imparatorluklar, çeşitli dinsel, kültürel ve etnik grupları birlikte yaşatabilme mücadelesi vermişlerdir. Bu çerçevede Osmanlı Devleti’nin toplumsal yapısı da İmparatorluklar dönemin bu özelliğine uygun olarak şekillenmiştir. Ancak Osmanlı Devleti’ni dönemin çokkültürlü toplumlarından ayıran bazı temel özellikleri vardır. Bu özelliklerden en belirgini, azınlıklara tanıdığı sosyal ve siyasal haklardır. Bu uygulamaların temelinde ve merkezinde ilk İslam Devletinin anayasası olarak kabul edilen ve esasında bir çeşit toplumsal mutabakat metni olan “Medine Vesikası”11 yer almaktadır.

11 Medine Vesikası: Geleneksel Arap kabile hayatında bağı soy, sop ve kan birliği sağlarken hicretten sonra ilk

defa Medine’de coğrafi, etnik ve kültürel kökeni birbirinden farklı insanlar bir araya gelmiş ve ayrı bir sosyal yapı oluşmuştu. İlk olarak nüfus sayımı yapıldı ve Medine’nin sısırları belirlendi.

Bu sınırlar,’korunmuş alan’ ilan edildi. Bunların ardından da ’Medine Vesikası’ adıyla bir çeşit anayasa ya da toplumsal mutabakat metni hazırlandı. 47 maddelik bu metnin 23 maddesi Müslümanların kendi aralarındaki

İslam Hukuku’ndaki “dinde zorlama yoktur” esası ve Kuran-ı Kerim’in Hucurat suresi 13. Ayeti “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır” gereğince Osmanlı Devleti, fethettiği topraklarda yaşayan gayrimüslim tebaayla bir zimmet anlaşması yapmış, gayrimüslimler haraç ve cizye ödemek suretiyle can ve mal güvenlikleri devlet tarafından güven altına alınmıştır.

Osmanlı Devleti’nin gerek toplumsal gerekse hukuki, idari ve siyasi yapısı ırk esasına göre değil, inaç temelli “Millet Sistemi” ne göre şekillenmiştir. Osmanlı Devleti döneminde “yaşayan azınlıkların büyük çoğunluğunu Hıristiyan zümreden Ermeni ve Rumlar oluştururken ve Yahudi toplumları da Musevilik inancına göre azınlık durumundaydılar (Ortaylı, 2007, s. 58-59).

Osmanlı Devleti yönetiminde, büyük Hıristiyan ve Yahudi topluluklar yer almış ve bunların çoğuna “çağdaş batıdan” daha fazla özerklik tanınmıştır. Temel olarak Osmanlı, içerisinde zımmiler ya da korunan topluluklar olarak bilinen gayr-ı müslim azınlıkları barındıran bir ülke olmuştur. İslami esasları izlemiş, vatandaşlık haklarının tamamına sahip olan Müslümanlar tarafından yönetilmiştir. Diğer kültürel gruplar ise kendilerine tanınan, kültürel alanda oldukça geniş haklarla yaşamışlardır.

Osmanlı Devleti, Avrupa feodalizminden farklı olarak azınlık konusunda daha hassas, gruplara karşı dikkate değer biçimde hoşgörülü davranmış ve tarafsızlıkla adaleti sağlamıştır (Parekh, 2002, s. 80). İstanbul’un fethine kadar gayrimüslimlere devletin hiyerarşik yapısı içinde özerk bir statü tanınmamıştır. Fethinden sonra ise, özellikle İstanbul'da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlarına tanınan hak ve özgürlükler daha sonra giderek olgunlaşmış ve

ilişkileri düzenlerken sonraki 24 maddesi Müslüman olmayanları da kapsamaktaydı. Bu anayasa ilk İslam Devletinin yazılı anayasası olma özelliğini taşımaktadır. Vesikanın belli bölümlerine çokkültürlülük açısından yaklaşacak olursak önemli ibarelere rastlanır. Örneğin 25. maddede,” Yahudilerin dinleri kendilerini bağlar, mü’minlerin dinleri kendilerini bağlar” denmektedir. Yine 26. maddeden 33. maddeye kadar çeşitli Yahudi topluluklarının hep aynı haklara sahip oldukları tekrarlanmaktadır. Bkz, HAMİDULLAH, Muhammed (2003), İslam Peygamberi, Cilt 1, Çev: Salih Tuğ, Yeni Şafak Gazetesi Yayını, İstanbul.

millet sisteminin esasını oluşturmuştur (Yanık, 2012, s. 201). Fetihten hemen sonra “Galata Ahitnâmesi”12 ile devlet içerisindeki gayrimüslim topluluklara anadillerini kullanma ve anadillerinde eğitim görme, inançlarını ve kültürlerini güven içerisinde özgürce yaşama gibi birçok haklar verilmiştir (Miroğlu, 1989, s. 218-219).

Her millet kendi liderini seçme konusunda serbest bırakılmıştı. Hatta o dönemde devletin bütün kademelerine atama yoluyla gelinirken, gayrimüslimlere kendi liderlerini seçme hakkının tanınması, çok önemli bir imtiyazdı. Bunu bugünün şartlarıyla değerlendirmek bile anlamlı sonuçlara varılmasını sağlayabilir. Ancak farklı milletlerle merkezi otorite arasında liderler üzerinden sürdürülen dolaylı bir ilişki vardı ki bu, haberleşme ve ulaşım imkânlarının sınırlı olduğu bir dönemde belki de fiziki bir zorunluluktu. Devlet askerlik, maliye ve yönetim alanındaki faaliyetleri üstlenmiş, eğitim, haberleşme ve sosyal güvenlik konularını her milletin kendisine bırakmıştı (Eryılmaz, 1996, s. 271).

Millet sistemi çerçevesinde gruplar kendilerine verilen geniş özerklik sayesinde, Osmanlı egemenliği altında bir nevi devlet içinde devlet gibi kendi dinlerini, hukuki kurallarını, gelenek ve göreneklerini hiçbir baskıya maruz kalmadan devamettirmişlerdir. Millet sisteminde toplumsal sınıflandırma toplulukların etnik, dilsel ve kültürel sınıflamalarından daha çok dinsel aidiyetleri bağlamında bir değerlendirmenin ürünüdür. Yerel topluluklar özelinde gerçekleştirilen topluluk bağları İstanbul’daki Rum patriği tarafından yönetilen, ülke çapındaki özerk topluluklardan oluşmamaktaydı. Millet sisteminde farkı topluluklar kendilerine özgü kıyafet, dinsel sembol kullanımı, dinsel lidere uyma gibi davranışlar içerisinde özgür; ancak Müslüman çoğunluğun kıyafet ve aynı zamanda mekân tasarrufu anlamında benzer özellikler sergilememsi yönünde sınırlamalar ile karşı karşıya kalabilmişler, hatta gayrimüslimlerin kılık-kıyafet konusunda Müslümanlara benzemeleri yasaklanmıştır (Yanık, 2012, s. 203-204). Zira "Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır” veya “Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz” hadisleri

12 Galata Ahitnâmesi: Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun İstanbul’a hâkim olduğu dönemde Galata’da

ticari faaliyette bulunan Cenevizliler, İstanbul’un fethinden sonra aman dileyince “Galata Ahitnamesi” ile mal ve mülklerinin müsadere edilmeyeceğine ve dini vecibelerini yerine getirebileceklerine dair verilen teminat. Bkz, Mahmut Şakiroğlu “Fatih Sultan Mehmet’in Verdiği Fermanın Türkçe Metinleri” Tarih Araştırmaları Dergisi, XIV/25, Ankara, 1982, s.211

gereği zaten Müslümanlara yasak olan gayrimüslimlere benzeme/benzeşme fiilleri bu basit ayırtedici yasak ile o dönemde baskın Müslüman kültürüne özenen gayrimüslimlere de yasaklanmıştır. Aslında böyle bir yasağın konulmasına ihtiyaç duyulması o dönemde Osmanlı’da Müslim ve gayrimüslimlerin ne kadar iç içe yaşadıklarının da büyük bir göstergesidir.

Osmanlı “Millet Sistemi”nin çözülmeye başlaması, 2. Mahmut döneminden itibaren başlayan ve Tanzimat döneminde hız kazanan reformlar ile farklılıkları yeni değerler etrafında bütünleştirme çabalarını gündeme getirmiştir. Devletin sosyal ve siyasal yapısını tehdit eden bu gelişmelere karşı, bütün Osmanlı vatandaşlarını aynı hak ve sorumluluklar etrafında bütünleştiren “Osmanlıcılık” politikası ile karşılık verilmeye çalışılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin millet sistemi, çokkültürlülük ve hoşgörü bakımından önemli bir model olarak karşımızda durmaktadır. Neredeyse yarım milenyum boyunca, grup- topluluk eksenli çokkültürcü yaklaşımları, Kymlicka’nın tanımıyla “teokrasiler federasyonu” olarak, tüm kültür elemanlarını barış içinde bir arada tutup, hepsini istikrarlı biçimde yöneten Osmanlı tarafından kurulan sistemin derinliğini, anlamını ve değerini göstermektedir (Yürüsen, 1998, s. 64).

Sonuç itibariyle tamamen dini duyarlılık ve adalet duygusuyla sergilenen çokkültürlülük uygulamalarınına en ideal örnek olarak Osmanlı’nın Millet sistemini göstermek yanlış olmayacaktır. Millet sistemi ve barındırdığı diğer halklara yönelik adalet temelli uygulamalarıyla Osmanlı Devleti altı asır hüküm sürmüş ve bu yönüyle İbn Haldun’un “Devletlerin Gelişmesi” teorisinde devletlere biçilen yüzyirmi yıllık ömrün çok üstüne çıkabilmiştir. İbn Haldun Devletlerin tabii ömrünü, kişilerin tabii ömrü ile karşılaştırırarak; “İnsan Ömrü gelişme, duraklama ve gerileme dönemlerinden meydana gelir. Her aşamanın 40 yıl sürdüğü düşünülürse 120 sene eder. Nadir de olsa 120 sene yaşayan insanlara rastlanır” der (Uludağ, 2013, s. 95).

Yine millet sistemiyle, Müslüman toplumunun kültürel muhafaza altına alınması sağlanırken, gayrimüslimlerin devlete bağlılıkları artırılmıştır. Özellikle Osmanlı topraklarında daha yaygın olan Ortodoks inancının ve kilisesinin desteklenmesiyle Batılılara ve Katolik dünyaya karşı dış politikada birçok avantaj sağlanmıştır.