• Sonuç bulunamadı

Ruslar, Moğollar ve Müslüman Türkler

BÖLÜM 3: RUSYA ÇOKKÜLTÜRLÜLÜĞÜ

3.1 Çarlık Öncesi Rusya

3.1.5 Ruslar, Moğollar ve Müslüman Türkler

Rusya’nın Tarihsel gelişimi ve kültürel zenginleşme süreçlerinde başta Hunlar olmak üzere Türk kavimlerinin önemli rolü olmuştur. Dünya tarihine yön veren Türklerin Müslüman oluşu, Türk ve İslam tarihleri açısından önemli olduğu kadar, bugün Rusya’nın da içinde bulunduğu Avrasya olarak nitelendirilen coğrafyanın tarihinde de büyük değişimlere yol açmıştır. Türklerin Müslüman olmasından sonra İslam kültürü dünyanın farklı köşelerine yayılma imkânı bulmuştur. İslam’a sancaktarlık eden ilk Türk milletinin temsilcileri ise bu bölgede İdil Bulgarlarıdır.

İdil Bulgarları Hun İmparatorluğu bakiyesi olan Bulgar Türklerine mensup bir halktır. Zira dönemin Hazar Kağanı olan Yosif’in, Endülüs Yahudilerinden ve halife III. Abdurrahman'ın danışmanı ve özel hekimi olan Hasday İbn-Şafrut’a yazdığı mektubunda kendisinin ve halkının Türk soylu olduğunu, bunun yanında Bulgarların da Türk olduğunu belirtmiştir. (Kokovtsov, 1932, s. 74).

İlk yerleşim yerlerinin İtil (Volga) Nehri havzası olduğundan dolayı bu isim verilse de zamanla Kazan bölgesine doğru nüfuzu genişlemiştir. İdil Bulgarlarıyla aynı bölgeyi paylaşan ve bölgede daha eski olan Fin-Ugor kavimlerinin durumlarıyla ilgili ise kısa zamanda İdil Bulgar kültürünün etkisine girerek Türkleştiği düşüncesi hâkimdir. Rusya coğrafyasında İslamiyet’in yayılması hususunun öncelikli olarak Müslüman tüccarlar maarifetiyle olduğuna daha önceden değinmiştik. İdil havzasının da ticaret bölgesi olması hasebiyle özellikle 9. yüzyılda bu bölge Müslüman tüccarların önemli uğrak yerleri olmuştur. Böylelikle İdil Bulgarları İslamiyet’i tanımışlar ve yavaş yavaş Müslüman olmaya başlamışlardır.

İdil Bulgar Hakanı Almış Han da bu dönemde İslamiyete meyli oluşmuştu. Aynı zamanda başka bir Türk devleti olan Hazarların tehdidine karşı müttefik arayışı içerisindeydi. Bu çerçevede Almış Han Abbasi halifesi Muktedirbillah’a Müslüman olamak istediğine ve halkına da İslamiyet’i anlatacak din adamlarının gönderilmesine dair bir mektup gönderdi. Halife 922 yılında Bulgar hanının davetine binaen bir heyet gönderdi. Almış Han'ın Müslüman oluşuyla birlikte İdil Bulgar devleti de bir bakıma Abbasi devletine tabi oldu. Bu yönüyle İdil Bulgar Devleti İslamiyet’e dolayısıyla Abbasi halifesine Doğu Avrupa'nın kapılarını açtı. Siyasi ve kültürel bağları güçlendirmek isteyen Halife ve Bulgar Han’ı iki devlet adına sikkeler bastırdılar. İslam inancını ve kültürünü yansıtan saraylar ve camiler inşa edilirken, bölgenin İslam hukuku üzere yönetilebilmesi için kadılık müessesesi kuruldu. 965 yılında ise Hazar Devleti ve Abbasi Halifeliği arasında kalan İdil Bulgar Devleti baskıları bertaraf edebilmek için tam bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Aynı dönemde Kuzeyde giderek güçlenen Rus Knezliği güney batıya doğru hareket ederek ticaret yollarına hâkim olmak ve Bizans ile ilişkileri geliştirmek niyetindeydi. Bu suretle Kiev Rus Knezliği 964 ile 985 yılları arasında İdil Bulgarları üzerine birçok defa askeri taaruzları olmuş fakat muvaffak olamamışlardır. Bunun üzerine 1006’da İdil Bulgar Hanlığı ile Kiev Rus Knezliği arasında bir ticaret antlaşması imzalanmıştır. Ünlü Rus tarihçi V. N. Tatişçev bu anlaşmadan şöyle bahsetmiştir:

“İdil Bulgarları Oka ve Volga civarlarındaki yerleşim yerlerinde çekinmeden ticaret yapmak için Vladimir’e elçilerle birlikte hediyeler göndermişlerdir. Vladimir bu talebe olumlu olarak cevap verdi ve onlara Ruslarla karşılıklı olarak şehir merkezlerinin dışında kalan köyler hariç istedikleri gibi her yerde ve herkesle ticaret yapabilme izni verdi” (Tatishchev, 1963, s. 69).

Bu anlaşmaya göre Bulgar tüccarları Rus topraklarında ticaretlerini uzun yıllar boyunca sürdürmüşlerdir. Zira Timerovsk, Petrovsk, Mihaylovsk gibi yerleşim yerlerinde yapılan kazı çalışmalarında 10 ve 11. yüzyıllara ait kurgan mezarlıklarında ortaya çıkarılan çömlek ve seramikleri arasında Bulgar çanak ve çömleklerine rastlanmıştır. Ayrıca Rusların ilk destanı olan “Slovo o polku Igoreve” (İgor Bölüğü Destanı)’nda, aralarında Bulgar, Tatar ve Kuman halklarının da bulunduğu Türk dil ve kültürlerine ait birçok öge bulundurmaktadır.

986'da Hıristiyanlığa geçmeden önce Rus Kiyev Knezi Viladimir'in, din seçme konusunda Müslüman Bulgarlardan kendisine İslamı anlatacak temsilci istemesi aslında İslam'ın Hıristiyanlıktan çok önceleri günümüz Rusya topraklarında güçlü bir biçimde yerleşmiş bulunduğunun delili olduğu gibi İdil Bulgarlarının İslam'ın yayılması konusundaki çabalarını göstermektedir. Nitekim hem H. B. Şerefeddin el-Bulgari’nin hem de Şehabeddin Mercani'nin Kazan ve İdil Bulgarlarının tarihi ile ilgili olan eserinde de Bulgar Müslümanın Başkırtlar Peçenekler ve Kumanların İslâm’ı kabullerindeki etkisinden bahsetmektedir.

Abbasi Halifesi tarafından İdil Bulgarlarına İslam hakkında bilgi vermek üzere gönderilen hetette yer alan İbn Fadlan “Rihla” adlı seyehatnamesinde, sosyal kurumlar konusunda çok fazla bir bilgi vermese de bazı gelenek ve görenekleri kaydettiği görülmektedir. Buna göre; devletin resmikabullerinde eski bir türk geleneğinin devamı olarak hükümdarın yanında karısı da bulunurdu. Saygı gereği Hükümdar bir meclise girdiğinde herkes başını açarak hükümdarı ayakta karşılardı. Kadın-Erkek ilişkileri ahlaki sınırlar içerisindeydi. Öldürmenin, hırsızlığın ve fuhuşun cezası ölümdü. Miras ve verâset kaideleri ise, islâma uygun değildi. Yeni doğan erkek çocuğu babası değil dedesi büyütürdü. Ölen babanın varisleri çocukları değil, varsa kardeşleri olurdu. İdil nehrine yakın oldukları için kırmızı et yerine daha çok çok balıketi yerlerdi. Orta Asya Türklerinde yaygın olan kımızın tüketimiyle ilgili ise herhangi bir veriye rastlanmamıştır (Yazıcı, 1992, s. 73).

İslam devleti yayılırken müşrik, Hristiyan ve Yahudi toplumlarıyla mücadele ile birlikte münasebetleri de söz konusuydu. Bununla birlikte birçok defa farklı kültür ve inanç sistemleri ile ilk defa tanışıyorlardı. Kuzeyde karşılaşılaştıkları halklardan olan Ruslar İbn Fadlan’ın da içinde bulunduğu heyette sarsıcı bir yabancılığı hissettirmekteydi. Seyahat sırasında Ruslarla ilgili İbn Fadlan'ın geçirdiği kültür şokunu L. Doğan’ın aktardığı seyahatnamesinde yazdıklarından anlamak mümkündür. İbn Fadlan’a göre;

''Ruslar, Allah'ın en pis mahlûklarıdır. Büyük ve küçük tuvaletten, cünüplükten sonra yıkanmazlar; yemek yedikten sonra ellerini yıkamazlar. Her gün bir defa yüzlerini ve başlarını en pis ve en fena su ile yıkamaları adettir. Şöyle ki, her sabah bir cariye büyük bir kap içinde elini, yüzünü başını yıkar ve saçlarını tarar. Sonra suya sümüğünü ve tükürüğünü atar. Hülasa suyun içine atmadığı pislik kalmaz. İşini bitirince cariye su kabını alıp onun yanındakilere götürür. Evdeki herkesin önünde dolaştırır. Bunlardan her biri kabın içinde elini, yüzünü, saçlarını yıkar, içine sümkürür ve tükürür. Aralarından bir reis ölürse ailesi onun cariyelerine ve kölelerine

içinizden hanginiz onunla ölmek ister? diye sorarlar. Aralarından biri 'Ben' der. Bunu söyleyince ölmesi kesinleşir. Reisi geminin içine koyuyorlar. Kızı da gemiye koymadan önce reisin arkadaşları kızla ilişkiye giriyor ve kıza 'Efendine söyle bunu seni sevdiğim için yaptım.' diyorlar. Daha sonra töreni yöneten ihtiyar kadın cariyeyi öldürüyor ve kızı da gemiye koyuyorlar. Ayrıca bir köpek, iki at, iki inek öldürüp parçalarını gemiye atıyorlar. Sonra gemiyi yakıyorlar” (Doğan, 1954, s. 75-80).

İbn Fadlan’ın seyahatnamesinden de anlaşılacağı üzere bayağı ve aşağı bir yaşam içerisinde bulunan bu topluluklar kendisinde büyük bir tiksinti ve üzüntüye sebebiyet vermiştir. İbn Fadlan, değişik uluslardan, ırklardan olan kimseleri bir araya getiren İslam Medeniyetinden gelmiş olmasına ve Orta Doğu’nun kozmopolit yapısını bilmesine rağmen ilk defa karşılaşmış olduğu Kuzeylilerle ilgili müşahedeleri sonunda geçirdiği bu büyük şokların ve sorgulamaların başlı başına medeniyetlerin etkileşimi ve çokkültürlülük hususunda yapılacak araştırmalara ilham olacağı düşünülmektedir.

Ticari faaliyetleri dolayısıyla hem İslam inancına sahip hem de diğer milletlerle sıkı ilişki içinde bulunan Bulgarlar’ın, yaşadıkları aynı dönem ve bölgede yaşayan diğer topluluklara göre yüksek bir kültür ve medeniyete sahip oldukları söylenebilir. Nitekim N. Yazıcı’nın “İlk Türk-İslam Devletleri” adlı eserde aktardığı üzere, İbn Rusta Bulgarlar için şu ifadeleri kullanmaktadır: "Birçok kavimle ticaret yapmaktadırlar. Ruslar ve diğer kavimler malları onlara getirirler. Zirai mahsulleri ve tarlaları vardır. Buğday, arpa ve darı ekerler. Bulgarların çoğunluğu müslüman olduklarından iskân yerlerinde mescidleri, okulları ve imamları vardır." (Yazıcı, 1992, s. 75). Ayrıca İdil Bulgarları bu dönemde, medeniyet yönüyle komşuları olan Ruslardan daha üst seviyede idiler. Nitekim tarihçileri, doktorları, heyetşinasları vardı. Bu da Bulgarlarda kültür hayatının gelişmiş olduğunu göstermektedir

13. yüzyıla kadar bazen ticari bazen de siyasi birçok çekişmeye ve hatta savaşlara sahne olan bölgede Ruslar İdil Bulgarlarına karşı başarı sağlayamadılar. Ruslar ve İdil Bulgarları arasındaki ilişkiler siyasi çekişmeler ve savaşlardan çok daha fazlasını barındırmaktadır. Nitekim Moğol istilasının hemen öncesinde İdil Bulgarları’nın Ruslarla 1229 yılında aralarında yapmış oldukları Barış Anlaşmasından sonra yaptıkları gıda yardımı hadisesinde İdil Bulgarlarının dostane tutumlarını görmek mümkündür.

Nikonovskaya Kroniği’nin belirttiğine göre, Rus topraklarında 2 yıl açlık hadisesi vuku bulmuş ve birçok insan bu yüzden yaşamını yitirmiştir. Tatişçev bu hadiseyi şöyle ifede etmektedir:

“Rusya’nın tamamında iki yıl boyunca açlık ve kuraklık oldu. Novgorod ve Ak Kül şehirleri başta olmak üzere sayısız insan hayatını kaybetti. Ama Bulgarlar böyle bir dönemde Ruslarla barış antlaşması yaparak bütün Rusya’ya yiyecek ikmali yaptılar… Bulgar hükümdarı Knez Yuriy’e otuz gemi dolusu yiyecek gönderdi. Knez de bu hediyelerin karşılığında altın ve gümüş işlemeli kumaşlar ve diğer parlak eşyalar gönderdi” (Tatishchev, 1963, s. 225).

Böyle bir durumda ücreti mukabili dahi olsa Bulgarların mallarını Rus topraklarına ulaştırmaları herhangi bir ticari kazanç temininden ziyade komşularıyla insani ilişkilerine ne denli önem verdikleri ile açıklanabilir.

Artık İdil Bulgarları, Ruslar ve hatta bütün bölge için daha büyük savaş tehlikesi kapıya dayanmıştı. 1236 tarihinde Moğol orduları İdil Bulgarları’nın üzerine sefere çıkmış ve bütün İdil ülkesini baştan sona kadar yok etmişti. Nihayetinde İdil Bulgarları, önce Altın Orda devletine bağlandı, sonra ise Altın Orda’nın parçalanması ile 1437 yılında Uluğ Muhammed tarafından kurulan Kazan Hanlığı'nın ahalisini oluşturmuşlardır. Böylelikle İdil Bulgar Hanlığı halkıyla birlikte tarihe karışmıştır.

İdil Bulgarlarının günümüz Rusya coğrafyasına bıraktığı en önemli kültürel mirası, kendilerini işgal eden ve tarih sahnesinden silen Moğolların büyük bir kısmının ve onlardan sonra gelen Altın Orda devletinin İslamı kabul etmeleri ve Türkleşmelerine vesile olmalarıdır.

Moğollar: Türk dilinin en kadim belgelerinden biri olan Göktürk Abidelerinde kullanılan “Tatar” ibaresinin bazı tarihçilere göre Moğol, bazılarına göre ise, Türkler için kullanıldığı ileri sürülmüştür. Ancak Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lugat-it-Türk” adlı eserinde Tatarların Türk olduğu açıkça vurgulanmıştır. Karamzin ve Peter Chaadaev gibi Rus tarihçiler ise Cengiz Han’ı bazen Moğol, bazen de Tatar olarak adlandırmışlardır. Cengiz Han’dan sonra kurulan Altın Ordu/Orda ve Kazan Hanlığı ile ilgili yine Tatar adını kullanmışlar ve 1700’lü yıllara kadar tüm Türk boylarını Tatar adı altında birleştirerek

değerlendirmişlerdir.

Cengiz Devleti ilk yıllarında küçük Moğol gruplarından müteşekkil iken, kısa zamanda kendilerine katılan diğer Türk boylarıyla birlikte bir Türk-Moğol İmparatorluğu’na dönüşmüştür. İmparatorluk içerisinde gerek nüfus gerekse nüfuz ve kültürleri bakımından Türklere kıyasla daha alt seviyede yer alan Moğolların büyük bir kısmı zamanla daha baskın olan Türk kültürüne adapte olmuş yani Türkleşmiş, geriye kalanlar ise günümüz Moğolistan’a geri dönüşlerdir. Bu yüzden imparatorluk parçalandığı zaman, ortaya çıkan devletler (Altın Orda, Sibir, Çağatay, İlhanlı vs.) Moğol değil “Türk Devletleri” olarak adlandırılmıştır.

Her ne kadar Moğollar ile Türkler uzun yıllar boyunca birlikte yaşamış olsalar da aralarında birçok kültürel farklılıklar bulunmaktadır. Tarihçi Mualla Uydu Yücel “Moğollar Tarihi” adlı eserinde bu farklılıkları şu şekilde belirtmiştir (Yücel, 2010, s. 25-31):

1) Eski Moğolların ekonomileri başlangıçta tamamen avcılığa dayalı iken, daha sonradan komşuları olan Hunların etkisi ile hayvan yetiştiricisi ve çoban olmuşlardır. Türkler ise başlangıçtan itibaren hayvan yetiştiricisi ve çoban olmuşlardır.

2) Moğollarda anne önemlidir ve “maderşahi (mazerşahi)” denilen anne hukukunun geçerli olduğu bir aile tipi vardır. Türklerde ise aile babadan gelir ve “pederi” tipte baba hukukunun geçerli olduğu aile tipi vardır.

3) Moğollarda beyaz, Türklerde kara rengi önemlidir. 4) Moğollarda köpek, Türklerde kurt önemlidir 5) Moğollar iliklerini sola, Türkler sağa açarlar

6) Moğollar domuz beslerler ve yerler, Türkler ise domuz eti yemezler 7) Moğollar sol tarafı Türkler sağ tarafı üstün tutarlar

Moğolların ortaya çıkışı ve çok kısa bir süre içerisinde devasal bir güç ve toprağa hükmetmesi gümüzde olduğu kadar dönemin tarihçileri de bu meseleyle yakından ilgilenmiştir. Bu tarihçilerden birisi de Cengiz’den bir asır sonra yaşamış olan Sübki’dir.

Aslında İslam dini ve Şafilik üzerine çalışan Sübki, Cengiz Han’ın devletler ve toplumlar üzerindeki tahribatına ve zulmüne kayıtsız kalamamıştır. Zulüm gören tarafta bulunan Sübki’nin Moğol istilasını dair söyledikleri M. E. Şen’in “Bilim Tarihçisi Sübki’ye Göre Cengiz Han” isimli makalesinde şu şekilde aktarılmaktadır:

“(Bu hadise) tarihte gerçekleşen olayların en kötüsü ve önceki insanların görmediği en büyük musibet, kalplere işlenen bir dehşetti. Bu, neredeyse dağların bile karşısında titreyeceği bir olaydı. İnsanlar Yüce Allah’ın Adem’i yarattığı günden içinde bulundukları zamana kadar alemin böyle bir müsibete düçar olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Buhtunnasır’ın İsrailoğullarına karşı işlediği cinayetler ve Beytü’l- makdis’i yıkması Cengiz Han’ın yaptığının yanında az kalır. İskender’in bile on senede malik olduğu yerleri, Cengiz bir senede ele geçirmişti; fakat İskender hiç kimseyi öldürmeden insanları itaate razı kılmıştı Tatarlar ise böyle değildiler” (Şen, 2012, s. 253).

Kutadgu Bilig’de de “Devlet kılıçla kurulur ancak kalem ve kanunla yönetilir” şeklinde ifade edildiği gibi Cengiz Han’ın devleti idare edebilmesi için de çeşitli kanunlara ihtiyacı vardı. Cengiz Han, kendisine kadar töre hukukuna göre yönetilen bu toplayıcı ve istilacı toplum için kendisinin “Büyük Yasa” (veya Yasak) olarak adlandırdığı ilk yazılı hukuku ele geçirdiği tüm topraklarda uygulamaya aldı. Her nekadar bu yasanın orijinal metnine ulaşılamasa da bazı bazı Arap ve İran kaynaklarında ayrıca Moğol kroniği Çindami-in Erike ve Altın Orda Hanlarına ait olan yarlıklarda yasaya dair işaretler bulunmaktadır (Üçok, 1943, s. 688-690).

Ord. Prof. Sadri Maksudi Arsal ise, “Cengiz’in Yasası” adlı makalesinde Cengiz yasasının günümüze kadar ulaşan bazı maddelerini şu şekilde aktarmıştır:

 Evlilik dışı cinsel münasebetin ve livatanın cezası  Yalanın, başkasını taklit etmenin cezası ölümdür  Esirlere izinsiz yardım edenin cezası ölümdür

 Toplumun ileri gelen âlimlerinden, şifacılardan ve ruhbanlardan vergi alınması menedilmiştir.

 Bütün dinlere, din adamlarına ve mabedlerine hürmet edilmesi emredilmiştir  Erkekler savaşta iken erkeklerin görevlerinin kadınlar tarafından yerine getirilmesi

emredilmiştir.

için takdim etmelidir.

 Posta teşkilatının ve onluk askeri sistemin kurulması emredilmiştir (Arsal, 1947, s. 3-7)

Cengiz Han’ın “Yasa”sında, Türkler ile Moğolların kültürel benzerliklerini, ortak yaşam tarzını ve devlet yönetim biçimlerini görmek mümkündür. Yine aynı benzerlikleri “Moğolların Kutsal Destanı”nda görmek mümkündür. 21 1240 yılına ait olduğu düşünülen

“Moğolların Kutsal Destanı” Moğol edebiyatının en önemli ve en eski eserlerinden biridir. Bu eser Moğol toplum yaşantısından bahseder ve muhtevasında çok sayıda semantik gruplara ait kelimeler barındırır (Atmaca, 2010, s. 211). Eser çağdaş Moğol lehçelerinden ziyade Eski ve Orta çağ Türkçesine daha yakındır.

13. yy’dan itibaren neredeyse 250 sene boyunca süren Moğol-Tatar hâkimiyetinin olduğu bahse konu coğrafyada Rusya bir Moğol-Tatar ulusuna dönüşürken, verginin tahsilatı, ticaret kuralları, yerel halkın yönetimi gibi toplumun tamamını ilgilendiren hususlarda Tatar etkisini görmek mümkündür.

Altın Orda Devleti: Altın Orda tarihi ile ilgili araştırmaların temeli 18. yüzyıla dayanmaktadır. V.N. Tatisheva, M.M. Sherbatova, P.A. Rıchkova vb. araştırmacılar Altın Orda ile ilgili yapılan tarihsel çalışmaların ilk temsilcilerindendir. Daha çok çalışmalarıyla ön plana çıkan isim ise Rus yazar, şair, tarihçi ve eleştirmen olan Nikolay Mikhailovich olmuştur. Karamzin, “Rus Devlet Tarihi” isimli eseriyle bilinmektedir. Eserde önenine binaen en çok ilgilendiği konu Altın Orda Devleti ile Rus-Tatar ilişkileri olmuştur.

Karamzin’in bu eseri gayet subjektif olmasına rağmen Rus tarihçileri için esin kaynağı olmuş ve bu dönemde Altın Orda tarihine olan ilgi artmıştır. Öyle ki, 1826 yılında Rusya İlimler Akademisi tarihçilerden “Moğol hâkimiyetinin Rusya’ya etkileri” konusunda

21 Kutsal Destan; Moğolların eski yazılı abidesidir. 1240 yılında Ugeday Han zamanında yazıldığı tahmin

ediliyor. Abidenin Orjinali saklanmıştır. Elimize ulaşan en eski nüsha Çin harfleyiyle yazılmış olan Moğol metnidir. Bu transkripsiyon Çinlilerin Moğolcağı öğrenmeleri amacıyla 14. Yüzyılın sonunda yapılmıştır. Destan, Moğolların dili, kültürü ve tarihi hakkında bilgi veren çok değerli bir eserdir. Eserin çevirisi ilk olarak 1866 yılında Pekinde çalışmalar yürüten Rus Misyoner Palladiy tarafından yapılmış ve yayınlanmıştır.

araştırma yapmalarını istemiş ve üç yıl içinde yapılan en iyi çalışmaya 100 Chervonets (gümüş para) ödülü vaat etmiştir. Açılan yarışmanın sonunda kayda değer bir çalışma sunulamadığından dolayı Rusya İlimler Akademisi 1832 yılında ilanını yenilemiştir. Bu defa konuyu sınırlandırarak “Cuci Ulusu Tarihi” ya da daha anlaşılır adıyla “Altın Orda Tarihi” araştırması yapılması istenmiştir. Ancak kullanılacak kaynakların Doğu menşeili ve özellikle Muhammedi kaynaklardan ve seyahatnamelerden olduğu gibi Eski Rus, Macar, Polak ve Batılı kayıtlardan da yararlanılması istenmiştir. Ancak bu konuda da beklenen çalışma karşılanamamış ve yarışma kapsamında vaat edilen ödül sahipsiz kalmıştır. (Safargaliyev, 1960, s. 3-5).

Bu olaydan sonra Altın Orda Devleti Tarihi hakkında uzun bir süre kapsayıcı herhangi bir çalışma olmadığı gibi 1944 yılında Komünist Parti tarafından SSCB’de Altın Orda ile ilgili çalışmalar oluşturulmak istenen Sovyet kimliğine aykırı olduğu düşüncesiyle engellenmiştir. SSCB dağıldıktan sonra da Rusya Federasyonu’nda yine aynı düşüncelerle bu sefer Rossiyan (Rusyalı) kimliğini zedeleyecek çalışmalar arasında görülen Altın Orda Tarihi çalışmaları, tarihçiler tarafından derinlemesine araştırılamamıştır. Zaten kısıtlı kaynak ve siyasi baskılar nedeniyle konu sadece Altın Orda’nın Rusya’ya siyasi etkileri kapsamında dar bir çerçeveden değerlendirilmiştir.

Biz ise çalışmamızın ruhuna uygun olarak bu kısımda, Altın Orda’nın siyasi tarihine kısaca değinerek Rusya ile olan ilişkileri daha çok sosyolojik açıdan değerlendirmeye, konuyu çokkültürlülük ve kimlik bağlamında incelemeye çalışacağız.

Cengiz Han daha hayattayken fethettiği toprakları oğulları arasında paylaştırdı. Buna göre Cuci Ulusu’nun ya da Altın Orda’nın temellerinin atıldığı bölge olan Altay Dağları ve daha batıda “Moğol atlarının basabileceği her yer” Cuci Han’a verildi (Cuveyni, 1998, s. 96). Böylelikle Cuci Han ile başlayan batı seferleri Deşt-i Kıpçak yani kıpçakların yaşadığı “Kıpçak Bozkırı” adı verilen bölgenin de alınmasıyla Moğollar ile Rusları karşı karşıya getirdi. Rus Knezlikleri ile olan ilişkiler Cuci Han’ın ölümünden sonra 1227 yılında yerine geçen Batu Han ile devam etti. Rus Knezlikleri arasındaki çekişmeler ve siyasi birlik sağlanamamasından istifade eden Batu Han 1240 yılında Kiyev’i ele geçirdi. Böylelikle

bütün Rus kinezlikleri ve sahip oldukları toprakları Altın Orda’ya bağlanmış oldu. Rus