• Sonuç bulunamadı

Tarihsel Bir Durum Olarak Postmodernite

Hayır 5. Sembolik 6 Stereotip 7 Hayali 8 Etnik değil

A. Tarihsel Bir Durum Olarak Postmodernite

Postmodern sözcüğünün etimolojisinde belirleyici rol, “post” sözcüğü tarafından oynanmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi, post, İngilizce ve Fransızca

119 Charles Jencks’in postmodern ve geç modern arasında yaptığı ayrım oldukça öğreticidir. “Esas olarak postmodernizm, gelenekle yakın geçmişin eklektik bir karışımıdır. Postmodernizm, hem modernizmin devamıdır, hem de modernizmi aşmaktadır. Postmodernizm kapsamında yapılmış en iyi çalışmalar, çoğunlukla çifte kodlu ve alaycı bir özellik taşır; birbiriyle çelişen ve süreksizlik gösteren çok sayıda gelenekten yararlanır; çoğulculuğu sağlayan da en başta bu çeşitliliktir.” Öte yandan geç modernizm ise: “Toplumsal ideoloji olarak ele alındığında, hem pragmatik, hem de teknokratiktir ve kuru (ya da klişeleşmiş) bir dili yeniden canlandırmak amacıyla 1960’lardan bu yana, modernizmin stilistik düşünce ve değerlerini uç noktalara götürmektedir.” (Aktaran, Harvey, 1993: 56).

154 gibi Batı dillerinde “sonrası” anlamına gelmektedir. Bu durumda postmodern sözcüğünün anlamı, “modern” sözcüğü tarafından belirlenmekte ve modern sözcüğü ile tanımlanan aşamadan sonra gelen yeni bir aşama ya da durumu ifade etmektedir. Çağımızı tanımlamak için “postmodern çağ” deyiminin hemen her yere yayıldığını belirten Paz’a göre bu, muğlâk ve çelişkili bir adlandırmadır. Paz’ın ifadesiyle, “modernitenin ötesinde yeralan şey sadece ultramodern olabilir; eski moderniteden daha modern olan bir modernite. İnsanlar kendi yaşadıkları zamanın adını asla bilemediler ve biz bu evrensel kurala istisna teşkil etmiyoruz.” (Paz, 2000: 201).

Bilhassa dört çağdaş düşünür –büyük anlatıların itibarlarını kaybetmesi, toplumsalın ölümü ve bu ölümle birlikte, teorinin gerçeğin bir yansımasını ya da eleştirel olumsuzlanmasını amaçladığını bildiren Aydınlanmacı varsayımın aşınmasını dile getirmeleri dolayısıyla– postmodern toplumsal ve felsefi düşünce fikriyle yakından özdeşleştirilmiştir: Foucault, Derrida,120 Lyotard ve Baudrillard. Smart’a göre, bu düşünürlerin “farklı ve zaman zaman birbirinin karşıtı olan konumlarını fazla basitleştirme riskini göze alarak, çalışmalarında ortaya çıkan ortak paydanın, bizim Batı metafiziğinin kapandığı bir dönemde yaşadığımızı bildiren bir duygu olduğu savunulabilir” (Smart, 2000: 324).

Aydınlanmadan türeyen modern proje ve onunla birlikte modern toplum teorisinin birçok varsayımının ve yerleşik amaçlarının gitgide sorgulandığı ve sorunlu kılındığı açıkça ortadadır (Smart, 2000: 317). Üstelik bu sorgulama, “postmodern” olarak tanımlanan düşünürlerden daha önceki düşünürler tarafından başlatılmıştır. Örneğin, Nietzsche, Heidegger, Simmel, Weber ve Adorno’nun çalışmalarında göze çarpan uğraşlardan biri modern akla ve onun doğurgularına itiraz etmeleridir. Bu noktada Smart, “postmodern” olarak tanımlanan çeşitli müdahalelerin, modern projenin sınırları ve kısıtlılıklarının teşhisiyle ilintili olduğunu belirtmektedir (2000: 318). Baudrillard’a göre;

120 Hem Foucault hem de Derrida zamanla postmodern toplumsal ve felsefi düşünce ile gitgide daha yakından özdeşleştirilmiş olsalar da, Smart’a göre çalışmalarında hiçbir güçlü postmodern söylev yoktur ve bu nedenle de postmodernlik sorusunu geliştirmeye çalışan Lyotard ve Baudrillard’dan daha az önemli sayılabilirler (Smart, 2000: 330). Kellner’a göre de “ne Foucault ne de Derrida postmodern toplumsal teoriler” üretmiştir (Kellner, 2000: 388).

155 “Modernite metalaşmanın infilak edip saçılması (explosion), mekanikleşme, teknoloji, mübadele ve piyasayla nitelenirken, postmodern toplum tüm sınırların, alanların, yüksek ve aşağı kültür, görünüş ve gerçeklik arasındaki ayrımların ve geleneksel felsefe ile toplumsal teorinin barındırdıkları tüm diğer çift değişkenli karşıtlıkların ‘şiddetli bir infilakla içe dönük çöküşü’nün mevzisi olmaktadır.” (Baudrillard,2003: 71).

Postmodernizmin ne olduğunu tanımlamanın hiç de kolay olmadığını belirten Harvey ise şu yorumu yapmaktadır;

“Postmodernizm neydi? Bir üslûp mu? Yoksa, hayal güçlerimizi sadece belli ülkelerde, belli bir süre ile etkisi altına alan tarihsel bir hareket miydi? Kanım en uygun cevabın her ikisi de olduğu yolunda: Gelişmiş kapitalist ülkelerde 1960 ortaları ile 1970 ortaları arasında bir tarihte ortaya çıkan ve 1990’larda da zayıflamaya başlayan ve belli üslûp öğelerinin hâkim olduğu bir dönem.” (Harvey, 1993: 55).

20. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan bu yeniden yapılanma süreci ve ortaya çıkan yeni toplumsal formasyonda, insanın içinde yaşadığı zaman ve mekân boyutları kapsamlı bir biçimde değişmiştir ve bu süreç bireyin özgürlük öncülünü değiştirmiştir. İçinde yaşanılan toplumsal dönemde bireyin neyi bilip neyi bilemeyeceği, yeryüzü üzerinde birkaç merkez tarafından belirlenmekte, ulusal devlet ve ulusal kimlik gibi temel süreçler marjinalleşmekte, dünyada yaşayan herkes herkese kültürel olarak yaklaşmaktadır. Bu noktada Şaylan, “acaba bu oluşumu, farklı ve yepyeni bir tarihsel aşama olarak değerlendirmek mümkün müdür?” diye sormaktadır (Şaylan, 2002: 36).

Genel olarak bakıldığında postmodern düşünür ya da kuramcılar, postmodernitenin bir devam olmadığını, tarihsel zaman içinde yeni ve geçmişten kopuk farklı bir aşama sayılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bu yeni ve farklı aşamada ortaya çıkan yeni sosyokültürel formasyonları anlamak için, yeni kuram ve kavramlara ihtiyaç duyulmaktadır. Postmodern düşünürlerin birçoğu için, postmodernite olarak adlandırılan bu yeni aşamayı belirleyen parametreler, ileri teknoloji kullanan medya ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan dönüşümdür. Bilişim ve iletişim alanlarında ortaya çıkan teknolojik atılımlar, yeni bilgi formları ve sosyo- ekonomik sistemdeki değişme postmodern toplumu oluşturmaktadır. Baudrillard ve

156 Lyotard gibi postmodern kuramcılar, sözü edilen dönüşümü yeni ve farklı bir bilgi anlayışına, enformasyon teknolojilerindeki sıçramaya bağlı olarak açıklarken; Jameson ve Harvey gibi neo-Marksist düşünürler, postmodernizmi kapitalizmin daha ileri ve yüksek bir aşaması olarak yorumlamaktadır (Şaylan, 2002:127; Smart, 2000: 354).

Baudrillard, postmodernliğe ilişkin “en çarpıcı ve aşırı teoriyi geliştiren” ve

bu nedenle de postmodern kültür ve toplumun asıl yazarı olarak tanımlanan “büyük postmodern kahin”dir (Best ve Kellner, 1991: 111, 141). Baudrillard, “Tüketim

Toplumu” (2004) adlı eserinde, gerçek ihtiyaçlar ile çağımızın yönlendirdiği sahte

ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunu tartışmakta; “Simülakrlar ve Simülasyon” (2003) adlı çalışmasında iletişim, sinema, medya, reklam, bilimkurgu alanlarında “gerçek” ve “hakikat” düzeneklerinin birbirleriyle yer değiştirdiği yeni bir simülasyon ve hiper gerçeklik çağının gelişmesini tanımlamakta; “Sessiz Yığınların Gölgesinde - Toplumsalın Sonu” (2006) adlı eserinde ise postmodern toplumda temsili sorunsallaştırmaktadır. “Baudrillard’ın anlatısı, üretim ve endüstri kapitalizminin egemenliğindeki modernite çağının sona ermesi ve ‘taklitler’, ‘hipergerçeklik’, ‘şiddetli bir infilakla içe dönük çöküş’ (implosion) ve yeni teknoloji, kültür ve toplum biçimleri tarafından oluşturulan postendüstriyel postmodernite çağıyla ilgilidir” (Kellner, 2000: 371). Ancak Kellner’a göre, “Baudrillard postmoderniteye geçişi net olarak açıklamaksızın ve önceki çağ ile sözde yeni çağ arasındaki süreklilikleri görmeksizin ya da belirtmeksizin dramatik bir şekilde tarihte temel bir kırılmanın oluştuğunu ve yeni bir çağın ilerlemesiyle tarihsel bir çağın sona erdiğini iddia etmektedir.” (2000: 388).

Modernitenin sona erdiğini ve yeni dönemin artık postmodern bir dönem olduğunu iddia eden Lyotard’a göre, postmoderniteyi moderniteden ayıran belirgin özellikler vardır. Lyotard, “Postmodern Durum” başlıklı çalışmasında, “toplumlar sanayi sonrası olarak bilinen çağa ve kültürler postmodern olarak bilinen çağa girdikçe bilginin statüsünün değiştiğini” ileri sürmektedir (Lyotard, 2000: 37). Modernite bir toplum durumundan ziyade bir bilgi biçimidir; postmodernite ise meta anlatılar karşısında kuşkuculuk ve metafizik felsefenin, tarih felsefesinin ve (Hegelcilik, liberalizm, Marksizm ya da benzeri) herhangi bir totalleştirici düşünce

157 biçiminin reddidir. Postmodernite ile birlikte büyük anlatılar, makro teoriler ve ideolojiler artık güvenilirliklerini yitirmiş ve sona ermiş; küçük anlatıların, kişisel öykülerin, yerelliklerin, yeni etnisitelerin, yeni kimliklerin, postkolonyalizmin, küçük farklılıkların ve ayrıcalıkların yüceltildiği bir dönem başlamıştır (2000: 37, 39).

Lyotard, postmodernliği yalın biçimde “meta (üst) anlatılara inanmamak” olarak tanımlamaktadır. Felsefi bağlamda postmodernizm, Batı Aydınlanmacılığı’nın mutlakçı ve evrenselci değerlerinin solması, zayıflaması ya da görelilendirilmesi olarak tartışılmıştır. Ana anlatılar çökmektedir; bu da demektir ki, artık kaçınılmaz insan akılcılığı ya da toplumsal gelişme gibi temel efsanelere, kimse inanmaya cesaret edememektedir (Mercer, 1990: 49). Ancak, Lyotard tarafından ileri sürülen büyük anlatıların çöktüğüne ilişkin bu tez, paradoksal olarak “büyük anlatıların çöküşüne dair bir büyük anlatı” (Best ve Kellner, 1991: 40) olmakla eleştirilmiştir. Ayrıca Kellner, “bir büyük anlatı olmaksızın genel bir postmodernizm teorisi ortaya koymanın olanaksızlığı”na işaret etmektedir (Kellner, 2000: 384, 385). Moderniteyi “tamamlanmamış bir proje” olarak nitelendiren Habermas da (1990), benzer bir

şekilde, “meta anlatılara inanmazlık”ın önemli bir sorun yaratacağını belirtmektedir (Dellaloğlu, 1998: 233).

Ne Baudrillard ne de Lyotard’ın “modern ve postmodern arasındaki kırılma ya da kopuşta neyin söz konusu olduğunu” yeterince teorileştiremediklerini belirten Kellner’a göre “(…) toplumsal teorideki ilk postmodernizm tartışmaları, moderniteyi postmoderniteden açıkça ayırmada ve postmodern durumu ya da postmodern toplumu üreten tarih ve toplumdaki kopuşu neyin ürettiğini belirtmede görülen başarısızlık tarafından lekelenir.” (Kellner, 2000: 388).

Frederic Jameson da, Baudrillard ve Lyotard gibi, toplumsal gelişme

sürecinde temel bir kırılma olduğunu ve yeni bir aşamaya girildiğini düşünmektedir. Ancak Jameson, günümüz postmodern durumunun neo-Marksizan çerçeve içinde teorileştirilebileceğine inanmakta ve bu kırılmayı alternatif bir postmodern toplumsal teori ile açıklamaktadır. Jameson, bu yeni toplumsal aşamaya yol açan değişkenin kapitalizmin gelişme süreci olduğunu belirtmektedir. Başka bir deyişle postmodernizm, kapitalizmin gelişmesinde belli bir aşamadır; “kapitalizmin üçüncü

158 dönemi ya da geç kapitalizm”121 (Jameson, 1992: 47, 48). Kapitalizmin bu aşaması, diğer aşamalarında olduğu gibi, kendine özgü kültürel formları ve düşünce biçimlerini yansıtmaktadır. Ona göre, postmodernizm gelişmiş kapitalizmin kültürel

mantığı olarak tanımlanmaktadır. Kapitalizmin gelişme süreci içinde ortaya çıkan bir

sosyo-ekonomik aşama söz konusudur ve postmodern, bu aşamanın baskın kültürünü tanımlayan bir kavram olarak kullanılmaktadır. Postmodern olarak tanımlanan yeni aşama ya da durumda, eski aşamaya özgü bütün kültürel yapılar, yani ideolojiler, insan ve toplumu açıklama iddiasında olan kuram ve paradigmalar da geçerliliklerini yitirmiş kabul edilmektedir (Aktaran, Şaylan, 2002: 52). Böylece Jameson, “postmodernizm tartışmasını kültürel teori ve meta-teori alanlarından toplumsal teori alanına doğru” kaydırmaktadır (Kellner, 2000: 390).

Genel olarak postmodernizm, evrensel modernizmin dünyaya bakışına yönelik meşru bir tepki olarak görülmektedir. “Genellikle pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonalist eğilimli olarak algılanan evrensel modernizm, doğrusal gelişmeye ve mutlak doğrulara inançla, toplumsal düzenin rasyonel biçimde planlanmasıyla ve bilgi ve üretimin standartlaştırılmasıyla özdeşleştirilir.” (Harvey, 2003: 21). Buna karşılık, postmodernizm, “kültürel söylemin yeniden tanımlanmasında, heterojenliği ve farklılığı özgürleştirici güçler olarak öne çıkarır.” (2003: 21). Postmodernist düşüncenin temel özellikleri arasında parçalanma,

süreksizlik, gelip geçicilik, kargaşa, belirlenemezlik, bütüncül söylemlere karşı derin

bir güvensizlik ve üst anlatıların (evrensel iddiaları olduğu düşünülen geniş ölçekli teorik yorumların) reddedilmesi yer almaktadır. Bununla birlikte, Harvey’e göre, modernizmin uzun tarihi ile postmodernizm arasında, farklılıktan çok daha fazla süreklilik mevcuttur. Postmodernizmi, “modernizmin bağrında özgül bir kriz gibi görmek” (2003: 137) daha anlamlıdır. “Ama postmodernizm, jouissance122’ın anlık niteliği konusundaki vurgusuyla, ötekinin anlaşılamayacağı yolundaki ısrarıyla, çalışma üzerinde değil de metin üzerinde yoğunlaşmasıyla, yapıbozumu yönünde

121 Jameson, bu dönemleştirme ile Mandel’in “Geç Kapitalizm”inin genel tezinin altını çizmektedir. Kapitalizmde, her biri bir önceki aşamaya nazaran diyalektik bir gelişmeye işaret eden üç temel an olmuştur; piyasa kapitalizmi, tekel veya emperyalizm aşaması ve (Jameson’a göre hatalı olarak) post- endüstriyel denilen ama çokuluslu sermaye diye adlandırılması daha uygun olan bizim çağımız. Bu noktada Jameson, realizm, modernizm ve postmodernizm aşamaları şeklindeki kültürel dönemselleştirmesinin gerek ilhamını, gerekse doğrulanmasını Mandel’in üçlü şemasında bulduğunu ifade etmektedir (Jameson, 1990: 93).

159 nihilizm derecesine varan eğilimiyle, estetiği etiğe tercih etmesiyle çok fazla ileri gider.” (2003: 137). Ellen Meiksins Wood da, benzer bir şekilde postmodernlik tanısında çarpıcı olan şeyin, “bu süreksizlik öyküsündeki süreklilik” olduğunu ifade etmektedir (Wood, 2001: 11).

Şaylan’a göre postmodernizm, “son 20 yıl içinde ortaya çıkan kapsamlı bir söylem (discourse) alanıdır ve bu alan içinde birbirinden farklı hatta karşıt görüş ve yaklaşımlardan söz edilebilmektedir.” (Şaylan, 2002: 30). Postmodernizm, ne herhangi bir kuram, ne de bir ilkeler bütünüdür. Postmodernizme özgü bir metodolojik özellikten de söz edilememektedir. Postmodern çözümleme ya da yaklaşımlar için en azından ortak bir noktanın üzerinde durulabilir: Postmodernizm, genel olarak modernizmin, modernizmin temel kavramlarından biri olan

rasyonelliğin ve epistemolojinin yadsınması olarak düşünülebilir (2002: 28, 29). Bu

noktada postmodernizm olumsuzlukla tanımlanmaktadır; o, modern olmayandır. Modernite olarak tanımlanan dönemin sona erdiği ve onu izleyen yeni bir dönemin ortaya çıktığı anlamını taşımaktadır. Postmodernizmin belirgin ve ortak çizgisinin, Batı akılcılığına ve Aydınlanma felsefesine dayanan bilgi ya da bilgilenme sistemini eleştirme, hatta bundan da ileri olarak ona meydan okuma olduğu söylenebilmektedir.

İçinde yaşanılan dönemde etkinliği ve popülaritesi son derece yüksek bir postmodern söylemden söz edilebilmektedir. Ancak bu söylemin kapsam ve içeriğine bakıldığında çok farklı yaklaşım ve değerlendirmelerin varlığı göze çarpmaktadır. Postmodern söylemin farklı, hatta karşıt çözümlemeler içerdiği açıktır. Bazı düşünürler, postmodern kavramını bir özgürleştirme süreci, yeni toplumsal oluşumlar, yeni tür siyasal kimlikler yaklaşımı ile özdeş bir çerçevede yorumlarken; diğerleri ise tam tersi bir yaklaşımla, postmodernizmi, umutsuzluğu ve toplumsal çaresizliği yansıtan bir yaklaşım olarak yorumlamaktadırlar. Bu nedenle postmodernizm, içinde yarışan farklı eğilim ve yaklaşımların yer aldığı, sınırları belli olmayan bir alan olarak düşünülmektedir (Şaylan, 2002: 29); karmaşa ve belirsizlik kavramın kendisine de içkindir. Bu noktada postmodern söylem, düşünsel bir karmaşa olarak nitelenebilmektedir. Postmodern çağda, “ne hakikat, ne yalan; ne

160 stereotip, ne yenilik; ne güzellik, ne çirkinlik vardır; varolan, farklı ve eşit sonsuz sayıda zevklerin bir yelpazesidir.” (Finkielkraut’tan aktaran, Bilgin, 1994: 102).

Postmodern söylem içinde yer alan düşünürlere bakıldığında, kendi içlerinde büyük farklılıklar ve karşıtlıklar da taşıdıkları dikkati çekecektir. Örneğin, Şaylan’a göre, postmodern söylemin tanınmış düşünürlerinden Jameson, Marksist iken; Baudrillard’ı anarşist ve Lyotard’ı ise pragmatist olarak nitelemek mümkündür. Postmodern söylemin ilk tartışmacıları arasında yer alan Sontag, Drucker, Etzioni, Fiedler gibi düşünürler kavramı bir olumsallık ifade edecek biçimde kullanırlarken; Toynbee, Bell, Steiner gibi düşünürler için postmodern kavramı Batı kültürünün ve kapitalizmin çöküşünü ya da en azından onlara yönelik tehditleri ifade etmektedir (Şaylan, 2002: 38).

Postmodern söylem, estetik anlayış ve ölçüsünden toplum düzeni ya da işleyişine, toplumla ilgili kuramsal çözümlemelere ve bilim felsefesine kadar uzanan çok geniş bir alanda ortaya çıkan yeni yaklaşım ya da tartışma biçimlerini kapsamaktadır. Postmodern düşünür ve yazarların birçoğu, epistemolojide bir radikal kopuş ya da toptan bir yadsıma önermektedirler. Aydınlanma çağı, bilim aracılığı ile insanların her türlü sorunu çözebileceklerini temel alan bir kültür anlamına gelmektedir. Hiç kuşkusuz Aydınlanma çağından beri insan, bilim alanında baş döndürücü gelişmeler sağlamıştır; ancak yine de bilgi yolu ile mükemmelliğe ulaşma hedefi bir düş olmaktan öteye geçememiştir. Şaylan’ın ifadesi ile; “21. Yüzyılın eşiğinde, ‘bilgi çağı’ olarak adlandırılan bir bilimsel-teknolojik dönüşüm yaşanırken bile, insanoğlu açlık, yoksulluk, gerilik, savaş, baskı vb. sorunları aşamamış gözükmekte (…)”dir (Şaylan, 2002: 45). Günümüzün etkili postmodernist çözümlemelerinde temel sorun alanı, insanın duygu ve düşüncelerinde tam olarak özgürleşmesini sağlamak olarak tanımlanmaktadır. Postmodern söylemde bilginin, dil çözümlemelerine bağlı olarak doğruyu yansıtamayacağı, temel sav olarak alınmaktadır. Bunun yanı sıra, halen geçerli bilgi anlayış ve uygulamasının insanı özgürleştirmediği, aksine özgürleşme süreci üzerine ağır kısıtlılıklar getirdiği ileri sürülmektedir. Postmodern söylem içinde hemen hemen tüm çözümlemelerde, yerleşik bilgi ve bilim anlayışının yıkılıp, insanı gerçekten özgürleştirebilecek yeni bir bilgi ve bilim anlayışına ulaşmak gereği dile getirilmektedir.

161

Şaylan, bu noktada bir paradoksun ortaya çıktığını ifade etmektedir. “(…) postmodernist kritik, doğruyu yansıtan bir kuramın yani sistematik bilginin olanaksızlığından söz etmektedir. Bu durumda yeni bilgi ya da bilim anlayışı nereye ve nasıl oturtulacağı sorusu açıkta kalıyor gözükmektedir.” (Şaylan, 2002: 46). Postmodernist çözüm, doğruyu yansıtmak iddiası olmayan bir yeni bilgi ya da bilim anlayışını yansıtmaktadır. Postmodernist düşünürlerin çoğu, enformasyonun ve bilginin üretimi, analizi ve aktarılması açısından doğan yeni olanakların büyüsü altındadır.

Postmodernizm, evrenselci değerlerin temelleri dâhil insani toplumsal hayatın tözsel temelleri olduğunu reddetmekte; bunun yerine farklılık ve çoğulluğa önem vermektedir. Postmodernizm gücünü ve cazibesini uyuma karşı çıkan, çeşitliliği savunan ve bastırılmış grupları destekleyen bir konumdan edinmektedir (Wagner, 1996: 252, 253). Ötekilik, çoğulluk, farklılık ve parçalanmışlığa yapılan göndermeler modern/postmodern durumlar üzerine cereyan eden tartışmanın bir görünümü olmakla kalmayıp, aynı zamanda modern/postmodern toplumsal hayat biçimlerinin bir olgusu haline gelen yansımaları oluşturmaktadır (Smart, 2000: 338).

Postmodern dönemde enformasyon ve iletişimdeki artış, toplumu “daha ‘şeffaf’ değil, daha karmaşık, hatta daha kaotik hale getirmiştir”; Vattimo’nun da aralarında yer aldığı kimi düşünürler, “özgürleşim umudunu burada, kaosun yönsüzleştirici aşırılıklarında bulmaktadır. (…) Vattimo’nun özgürleşim anlayışı evrensel gerçeklik ilkesinden bağımsız olmaya eşdeğerdir; ya da başka bir anlatımla, ‘farklılıkların özgürleşmesi’ne göndermede bulunur.” (Smart, 2000: 352). Vattimo, postmodern bir özgürleşim deneyiminin, bu karmaşık çoğulcu ortamda olanaklılık kazanabileceğini ileri sürmektedir. “Farklı kültürel evrenlerin olduğunu, çok-kültürlü bir dünyada yaşadığımızı, kendimizinki de dahil tüm hayat biçimlerinin keskin bir

şekilde ‘tarihselliğin, olumsallığın ve sonluğun’ damgasını taşıdığını fark etmenin ardından, farklı olma fırsatının ya da Foucault’nun önerdiği gibi şu anda olduğumuzdan başka türlü olma fırsatının bulunduğunu görme olanağı doğmuştur.” (2000: 353).

162 Postmodern düşüncenin en özgürleştirici ve dolayısıyla en cazip yanı, “ötekilik” konusundaki duyarlılığıdır. Modernizmin üst-dilleri, üst-teorileri, üst- anlatıları, önemli farklılıkların üzerini örtme eğilimini göstermekteydi; postmodernizm ise Huyssens’e göre ötekiliğin, öznellikte farklılıktan, cinsiyetten ve cinsellikten, ırk ve sınıftan, zamansal ve uzamsal coğrafi yerleşmeler ve yerinden edilmelerden (dislocations) kaynaklanan sayısız biçimini öne çıkarmaktadır (Huyssens, 1993: 147, 148). Postmodern toplum teorileştirme biçimlerinin amacı, “‘Öteki’nin ‘Aynı’ya asimile edilmesini başarmaya kalkan yasa koyucu programların hazırlanması değil, çoğulculuğun” farkına varılması, hatta kökten farklı gelenekler ve gruplar arasında diyalog kurulmasına katkıda bulunulmasıdır (Smart, 2000: 362). Birçok düşünür, postmodernizmin farklılık ve ötekiliği anlamaya yönelik açılımının ve bir dizi yeni toplumsal hareket (kadınlar, eşcinseller, siyahlar, azınlıklar, vb.) açısından taşıdığı özgürleştirici potansiyelin altını çizmektedir.123 Postmodernizm, kültürel “başkalık”a, geçmişin bastırılmış stillerine ve aynı zamanda kadınlar, homoseksüeller, siyahlar, sömürgeleştirilmiş halklar, Üçüncü Dünya gibi günümüzün marjinalleştirilmiş seslerine genel olarak çekici bir şekilde açık olmuştur. Başkaları adına tekleştirilmiş bir sesle konuşma cüretini gösteren aydınlanmış bir modernitenin emperyalizmi, postmodernizm tarafından yerden yere vurulmaktadır. “Bütün grupların kendi adlarıyla, kendi sesleriyle konuşma ve bu sesi sahici ve meşru kabul ettirme hakkına sahip olduğu fikri, postmodernizmin çoğulcu tavrı açısından temel bir noktadır.” (Harvey, 2003: 64). Yine Harvey’e göre;

“Postmodernizm şeyleştirmeleri ve bölünmeleri kabul etmemizi, maskeleme ve üstünü örtme işlemlerini, yerellik, mahal ve toplumsal gruplaşmada ortaya çıkan her tür fetişizmi yüceltmemizi ister; bir yandan da bütün derinlikleriyle, yoğunluklarıyla, kapsamlılıklarıyla ve günlük hayatımız üzerinde hâkimiyetleriyle her geçen gün daha evrensel hale gelen politik-ekonomik süreçleri (para akımları, uluslararası işbölümleri, mali piyasalar ve benzeri) kavrayabilecek türden üst-teoriyi de yadsır.” (Harvey,2003: