• Sonuç bulunamadı

Milliyetçiliğin Devletleşme Formatı Olarak Ulus-Devlet

Hayır 5. Sembolik 6 Stereotip 7 Hayali 8 Etnik değil

D. Modernizmin Yeni Toplumsal ve Siyasal Formu: Millet ve Ulus Devlet

2. Milliyetçiliğin Devletleşme Formatı Olarak Ulus-Devlet

Modern dünyanın en önde gelen siyasal birimi (Bottomore, 1987: 59) ulus-

devlet114; kapitalist dönüşümün ürünü olan ve 18. yüzyıldan itibaren gelişerek günümüzde evrensel ölçekte yaygınlığa erişen (Erözden, 1997: 122), iktidar ilişkilerini akılcı ve hukuksal bir zemine oturtan bir siyasal yapılanma biçimidir. Ulus devlet düşüncesi, modernliğin uygulanabilir bir dayatımı açısından kavramsal olarak uygun bir araç olarak kabul edilmiştir. “Toplumsal eylemin gönderme yapması gerektiği anlamlı birimin ulus-devlet olarak tanımlanması ve toplumsal sınıfların çizgileri uyarınca yapılanmış bir ulusal toplum anlayışı, modernliğin örgütlenmesinin temelini sağlamıştır.” (Wagner, 1996: 116). Modernitenin devlet biçimi olarak kurumsallaşan ulus-devlet, modernitenin ihtiyaçları olan aidiyet, entegrasyon ve müşterekliğe, “biz” olmaya yönelik milliyetçi söyleme dayalı güçlü bir motivasyonla cevap verebilirken; demokratikleşme ve yeni meşruiyet kaynağı bulma ihtiyacını da karar alma ve uygulama süreçlerinde halka yer vererek karşılamıştır (Şahin, 2007: 120).

Bottomore’a göre, başta Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da olmak üzere ulus- devletlerin ortaya çıkışı iki ana koşula dayanmaktadır;

“(…) birincisi, mutlak monarkların 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar gerçekleştirdikleri modern merkezi yönetimin gelişimi, diğeri ise belli bir toprak parçasının üzerinde yaşayan, kendini farklı bir etnik ve kültürel karaktere sahip gören ve hanedan

114 Kökleri daha eskilere uzanmakla birlikte, modern devlet ancak 1648 tarihli Westphalya Antlaşması ile egemen niteliğine kavuşmuştur. Otuz yıl savaşları sonunda imzalanan bu barış antlaşması, yeni uluslararası düzene yönelik tarihsel bir dönüm noktası niteliği taşımaktadır. Devletlerin, modern egemen devleti “egemen otorite biçimi” olarak resmen tanımaları nedeniyle, bu antlaşma modern uluslararası sistemin başlatıcısı olarak kabul edilmektedir.

Modern devlet egemenliği, devletlerin egemenliği üzerinde hiçbir güç olamayacağının kabulü ile şekillenmektedir. Ulus-devlet aşamasında ise buna ilave olarak; insanların kendi kaderlerini milli politik mekanizmalar ve kurumlar çerçevesinde belirlemesini sağlayan ulusal egemenlik anlayışının da devreye girdiği görülmektedir (Şahin, 2007: 142). Modern devlet, Fransız Devrimi’nden sonra ulus-devletle özdeşleşmiş, bu şekilde ulusal egemenlik, egemenliğin mümkün olan tek varyantı olarak kalmıştır. Bu çerçevede ulus-devlet, ulusal egemenlik ilkesiyle, ulusal kontrolün tek elde toplanmasıyla, merkezileşmeyle, yönetim biçimlerinin koordinasyonuyla, egemen devletin diğer devletler tarafından tanınmasıyla ve otoritenin karşılıklı olarak kabul edilmesiyle karakterize olmaktadır.

141 yönetiminin yerine halk egemenliği kurmak için savaşım veren bir toplumsal küme için kendi kaderini kendisinin belirlemesi siyasal fikrini hayata geçiren milliyetçiliğin doğuşu” (Bottomore, 1987; 59).

Bottomore’un milliyetçiliğe yaptığı vurguyu daha etkili bir biçimde ele alan Kohn, aynı zamanda milliyetçiliğin sınıfsal kökenine de işaret eder. “Birinci ve ikinci geleneksel zümreler olan ruhbanlarla aristokratların dışında kalan zümre; avam, halk olarak kastedilen üçüncü zümre” (Sağ ve Aslan, 2001: 176) güçlendikçe ulus-devlet oluşumu gündeme gelmiştir. 19. yüzyılın akışı içinde üçüncü zümrenin gücünün artışı ve yığınların siyasal hareketlenmesi ulus-devlet oluşturma arzusuna dönüşmüştür.

Ulus-devlet, Ortaçağ Avrupa’sının egemen örgütlenme modeli olan feodalitenin115 çözülmeye başladığı ve bu modelin başat aktörü olan aristokrasinin güç kaybettiği bir dönemde, bu sınıfın yerini alan burjuvazinin palazlanıp güçlenmesi için gerekli olan rekabet dışı bir iç pazar oluşturma ihtiyacının bir karşılığı olarak ortaya çıkmıştır. Ulus-devletin meşruiyet kaynağını teşkil eden ulusal egemenlik

ilkesi, egemenliği kullanma yeteneğine sahip somut bir “halk”ın bulunmasını; ancak

halkın kendisinin değil, onun adına hareket edecek temsilcilerin yönetim işlevini üstlenmesini gerektirmektedir. Böylece, ulusal egemenlik soyut bir varlığa gönderme yaptığı için, toplumsal sınıf ve tabakalar arasındaki ekonomik çıkar farklılıkları yadsınmaktadır (Sarıca, 1981: 34). Nihayetinde aristokrasinin egemenliğine son verilmiştir; ancak temsil sistemi ile, bu yetkinin doğrudan halk yığınlarının eline geçmesi ve onlar tarafından ilk elden kullanılması da engellenmiş olacaktır (Teziç, 1996: 94). Böylece burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına uygun olarak mevcut iktisadi ilişkileri sürdürecek mekanizmanın yapısallaşması, güvence altına alınmıştır. Sistem, herkesin değil bazılarının, çoğunluğun değil azınlığın, halkın değil temsilcilerin; yani aslında tüm sınıfların değil burjuvazinin yönetimini somutlaştırmaktadır.

115 Feodalizm kavramı, Avrupa’ da 8. yüzyıl ile 16. yüzyıl arasında hâkim olan toplumsal yapıyı ifade etmektedir. Bu yapının en belirgin özelliği; birden çok egemenin ve otoritenin aynı coğrafyada, aynı anda hâkim olmasından kaynaklanan kargaşa ve düzensizlik ortamıdır. Feodal toplum yapısında göze çarpan başlıca hususlar; iç içe geçmiş birden çok egemenlik, tarıma dayalı kapalı bir ekonomi, sınıflı bir toplum yapısı ve tüm bunların neticesinde devamlılık arz eden yoksulluk, istikrarsızlık ve düzensizliktir (Oppenheimer, 1997: 150, 151).

142 Bu süreçte, milliyetçilik ideolojisinden hareketle üretilen ve “millet” olarak adlandırılan siyasal kolektivite, insanlar için yeni bir “bağlılık odağı” haline getirilmiştir. Kendi ulusuna bağlılığın diğer tüm bağlılık türlerinden daha önemli olduğunu benimseyen bu ideoloji sayesinde, burjuvazi rahatça gelişip serpilmiş, ekonomik ve toplumsal iktidarın merkezi haline gelmiştir.

Birçok düşünür gibi, Oran da, Batı Avrupa’da önce millet ve milliyetçiliğin doğuşuna, ulus-devletin ise daha sonra oluştuğuna dikkat çekmektedir. Ortaçağ’da burjuvazi ve kralların beraber hareket etmesinin, ulus-devletin doğuşunda önemli olduğunu belirten Oran’a göre,

“Mutlakıyetçi Krallık iki öğenin 12. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan koalisyonu sonucu 16. yüzyılda doğdu: Bir yanda; B.Avrupa’da asayişsizlik ve çok hukukluluk yüzünden güvenli ticaret yapamayan ve ayrıca pazarını genişletmek isteyen Burjuvazi (yani, tüccar sınıfı), diğer yanda da topraklarını genişletmek isteyen Kral (yani, feodal beylerin en güçlüsü). Bu yeni siyasal birim, zamanla, bugün “ulus” dediğimiz yeni toplumsal birimin içinde geliştiği rahim oldu: Asayiş ve tek hukuk ticaretin gelişmesine olanak tanıdı; bunun sonucunda bir “ortak ekonomik pazar” oluştu; bu pazar içinde ortak bir dil ve duygular gelişti; ortak dil ve duygular da zamanla ulus’un (milletin) oluşmasına yol açtı.” (Oran, 2005: 18, 19).

Batı toplumlarında ulus-devletin kurulma sürecinin dört aşamada tamamlandığını ileri süren Rokkan’a göre; devletin oluşumunu içeren birinci aşama 15. yüzyıldan Fransız Devrimi’nin yapıldığı 18. yüzyıla kadar olan süreyi kapsar. Bu aşamada, seçkinler düzeyinde ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan bütünleşme gerçekleşmiştir. İkinci aşamada, kitleler giderek artan oranda sisteme dâhil olmaktadırlar. Bu süreçte asker ocağı, okul gibi kurumlar seçkinler ile avam arasında teması sağlama ve kitleler nezdinde yeni bir kimlik duygusu yaratmada önemli bir rol oynamıştır. Bu yeni kimliğin kiliseler, mezhepler veya yerel seçkinler tarafından yaratılmış olan egemen kimlikle çatışma içine girmesi, ikinci aşamanın ortaya çıkarmış olduğu önemli sonuçtur. Üçüncü aşama, toplum üyelerinin siyasal sistemin işleyişinde tebaalıktan aktif yurttaş kavramına gelmelerini içerir. Bu aşamada, değerlere dayanan yerel çatışmalardan, daha çok çıkarlara dayalı işlevsel çatışmalara geçilmesi bir diğer önemli değişimdir. Dördüncü aşama, devletin idari aygıtlarının genişletilmesine ilişkin süreci kapsar. Bu aşamada yeniden dağıtım araçlarının

143 artması; kamu refahını sağlamaya yönelik hizmetlerin genişletilmesi, ulusal çaptaki ekonomik koşulları eşitlemeye yönelik politikaların uygulanması, (vergileme, zengin sınıflardan ve bölgelerden fakir sınıflara ve bölgelere kaynak aktarımı gibi) devlet nüfuzundaki artışın göstergeleri olmuştur (Rokkan, 1975: 571-572).

Kuşkusuz, Rokkan bir sınıflandırma çabası içindedir. Ancak, unutulmaması gereken nokta, Bottomore’un deyişi ile bir ulus devletin oluşum sürecinin her yerde aynı yolu izlemeyeceğidir (Bottomore, 1987: 60). Tanör, ulus-devlet oluşturma süreçlerinde ortaya çıkan farklılıkları iki ana başlık altında sınıflandırmıştır; İngiltere ve Fransa, Almanya ve İtalya gibi “klasik burjuva demokratik devrimlerinin iç ivmeleriyle olgunlaşan uluslaşma modelleri” ve ABD, Latin Amerika, Doğu Avrupa, Asya ve Afrika’daki gibi “bağımsızlık hareketlerinden doğan uluslaşmalar” (Tanör, 1997: 69). Erözden ise, kuruluşları açısından ulus-devletleri üç kategoride ele almaktadır. Avrupa kıtasında olduğu gibi değişen sosyo-ekonomik yapının sonucunda ortaya çıkan ulus-devletler, daha çok Amerika kıtasında görüldüğü gibi göç ve yerli halka soykırım yapılması sonucu oluşan ulus-devletler ve sömürgecilikten kurtulma amacıyla verilen bir kurtuluş mücadelesinin ardından kurulan ulus-devletler (Erözden, 1997: 8, 9).

Ulus-devletin kuruluş süreci, bilindik devlet kurma kriterlerini içinde barındırmaktadır: devlet sınırları içinde her yerde geçerli olacak tek bir hukuk ve yargı sisteminin kurulması, tek bir vergi sistemi ve para politikasının oluşturulması, birleştirilmiş bir ulaştırma ve iletişim sisteminin kurulması, idari aygıtın örgütlenmesi ve denetiminin merkezileştirilmesi, profesyonel bürokratik kadroların oluşturulması, etkin askeri kurumların oluşturulması, teknolojinin merkezi denetim altında yaratılması. Böylece devletlerin uzak bölgeleri idare etme kapasiteleri giderek artmış ve bir zaman sonra devletin gücü artık, ülkenin en ücra köşesinde bile, başkentteki kadar etkin biçimde hissedilir hale gelmiştir. Bu temel oluşum sürecini izleyen daha sonraki aşamalar ise emeğin korunması, sağlık ve özellikle de eğitim sisteminin devlet tarafından düzenlemesini gerektirmektedir. Devlet kurma süreçleri paralelinde güçlü bir milli bilinç de gelişmiştir; ki bu, kısmen devlet kurma süreçlerinin bir sonucudur da.

144 Devlet kurma projelerinin en temel araçlarından birisi de, devlet sınırları içinde yaşamın ‘pasifize edilmesi’dir. Devletin meşru şiddet uygulama tekelini elinde bulundurması, siyaset kuramının temel ilkelerinden biri haline gelmiştir. Bu anlayış sadece haydutlar, yol kesen eşkıyalar ve tüm kanunsuzları değil; ortaçağ derebeyleri gibi yarı özerk otoriteleri de şiddet kullanmaktan men etmektedir. Ancak, bu süreçte devletler yeni şiddet form ve mekanizmaları yaratmaktadır. Devletler, bir yandan dışarıya karşı verilen savaşlar için daha iyi seferber olurken, diğer yandan iç barışı sağlamanın yanı sıra, homojen ve itaatkâr bir ulus yaratma yoluna da gitmektedir. Devletler, sadece polis ve askeriye gibi organları vasıtasıyla kaba kuvvet uygulamakla kalmamakta; aynı zamanda diğer organları aracılığı ile sembolik şiddet de uygulamaktadır. Bu doğrultuda eğitim sistemleri, toplumsal yardımlar, (devlet güdümlü etnik damgalamalar gibi) toplumsal sınıflamalar, suç kayıtları zaman zaman sembolik şiddet uygulamasının araçları olmuştur (Calhoun, 2007: 92).

Ulus-devletin yapısal çerçevesini oluşturan iki temel unsur “ülkesel bütünlük ve siyasal bütünlük”tür. Siyasal bütünlük, ulusu oluşturan bireylerin yurttaşlık sıfatıyla donatılarak siyasal yapıya dâhil edilmesiyle birlikte ulus çerçevesinde bütünleştirilmeleri işlemini kapsar.116 Ülkesel bütünlük ise kurgulanışında vatanla eş anlamlıdır (Erözden, 1997: 116).117 Ulus devletin siyasal ve ülkesel bütünlüğü sağlaması kadar önemli bir diğer bütünleşme de, “toplumsal bütünleşme”dir. Ulus ve uluslaşma sürecinde gerçekleşen toplumsal bütünleşme ile bireylerin, “tebaadan yurttaşa dönüşmesi” söz konusudur. Tebaa, modernleşme ve endüstrileşme öncesi dönemde, tarıma dayalı bir toplumsal ve ekonomik yapı içinde, toprak ağaları ve din adamlarının egemen olduğu bir siyasal yapılanmanın üyesi olan bireyi ifade

116 Ulus-devletler, toplumu ortak bir “siyasal kültür” etrafında bütünleştirme ve bir “siyasal topluluk” haline getirme amacını gütmektedir. Siyasal bütünlük esas olarak, vatandaşlık bağı olarak ifade edilen, birey ile devlet arasındaki hukuki bağ ile sağlanmaktadır. Bu bağ ile “vatandaş” sıfatıyla ulusa dâhil olan birey, vatandaşlık haklarından yararlanmakta ve siyasal yapılanmanın bir parçası haline gelmektedir (Erözden, 1997: 129). Ulusun tüm bireylerinin eşit olması, aynı hak ve yükümlülükler ile donatılması esasına dayanan vatandaşlık, farklılıkları görmezden gelen bu eşitlikçi yapısı ile toplumsal bütünleşmeye de önemli bir katkı sağlamaktadır.

117 Yapısal bir özellik olarak ülkesel bütünlüğün ortaya çıkışı her şeyden önce, modern devlet aşamasıyla hiç olmadığı kadar netleşmiş olan ülke topraklarının milliyetçiliğin tesiriyle ‘değer yüklü bir kavram’ haline getirilerek adeta kutsallaştırılmış olmasına bağlanabilir. Aynı şekilde sınır kavramının içeriğinde de bu yönde bir değişiklik olmuş, kutsallık ve dokunulmazlık sınırlar açısından da belirleyici hale gelmiştir (Erözden, 1997: 116, 117). Ulus-devletlerde ülke toprakları; sınırları kesin olarak tanımlanmış, kutsal bir mahiyet taşıyan ve üzerinde tek bir meşru otoritenin bulunduğu alanı ifade etmektedir.

145 etmekteydi. Ancak ulus-devlet süreci ile birlikte, giderek modern birey ve insan ortaya çıkmıştır (Sağ ve Aslan, 2001: 173, 179). Özellikle 18. yüzyıldan itibaren ulus-devletler; pazarlar, ulaştırma ve güçlenen merkezi yönetim aracılığı ile iç bütünleşmesini sağlamıştır (Calhoun, 2007: 20).

Ulus-devletler, kendi ulusal topluluklarını çeşitli biçimlerde tanımlarlar. Genellikle ulusal kimliğin çekirdek unsurları din, ırk ya da etnisite gibi tarihsel kökenlerden gelen kimliklerin bir bileşimini içermektedir. Çoğu kez bu tanım, bazen örtülü bazense açık bir şekilde, etnik ya da dini bir kimliğe dayanmaktadır ve bu kimlik devletin vatandaşlarına gösterdiği muameleyi etkilemektedir (Gülalp, 2007: 12). “Dolayısıyla modern devletin ulusal topluluğu inşa etmesi sürecinde ve daha sonra o toplulukla süren ilişkisinde kaçınılmaz bir gerilim vardır: Ulus-devlet bir yandan bireyleri ‘geleneksel’ (ya da ‘asli’) cemaat bağlarından koparmayı amaçlar, ama diğer yandan da ulusun tanımında ‘geleneksel’ bir kimliğe atıfta bulunur.” (2007: 12).

Smith, “tek bir etnik ve kültürel halkın bir devletin sınırları içinde ikamet etmesi ve bu devletin sınırlarının söz konusu etnik ve kültürel halkın sınırlarıyla örtüşmesi durumunda bir devlete ‘ulus-devlet’” denilebileceğini belirtmektedir (Smith, 2002: 94). Bu açıdan bakıldığında dünya üzerinde çok az ulus-devlet bulunmaktadır. Smith, sınırlı örnekler arasında Portekiz, İzlanda, Japonya ve Danimarka’yı saymaktadır. Genelde devletlerin birçoğu, geniş etnik ve bölgesel azınlıkları bünyesinde barındırmaktadır. “Bu azınlıklar iki türdür: sıklıkla denizaşırı topraklardaki eski sömürgelerden gelen dört bir yana saçılmış göçmen azınlıklar ile uzun süredir orda bulunan, o toprakların sakini durumundaki yerleşik azınlıklar.” (2002: 105). Pek çok devletin yapı itibariyle çok-etnili olduğu günümüzde Birleşmiş Milletler’e üye tüm devletlerin yüzde 10’undan azı ulus-devlettir.

Ulus-devletin karşılaştığı en ciddi sorunlardan biri, etnik çeşitlilikle demokrasinin temel ilkelerinin uzlaştırılmasıdır. Sorunun kaynağında yatan olgu ise, ulus-devlet kurgusunun somut gerçeklikle uyuşmamasıdır. “Merkezileşme isteği, Aydınlanma düşüncesi ve İlerleme, farklılıkların olmadığı bir toplum modelini öngörmekteydi ve bu noktada yurttaşlık duygusu öngörülen modelin ana unsuru

146 olmak durumundaydı. Ancak, aynı model kendi içinde yurttaşlık eksenli konsensüsü sorgulayan bir “başkasılık” duygusunu da barındırmaktaydı.” (Üstel, 1999: 16).

a. Ulus-devlet ve Kapitalizm

Kapitalizm ve devlet arasındaki ilişki, devletin sistemi yeniden üretme işlevi ile anlam bulmaktadır; nitekim kapitalizm varlığını kriz dönemlerinde, devlet aracılığıyla yeniden yapılanarak sürdürmektedir. Devlet, mevcut düzeni yeniden üretme fonksiyonunu gerçekleştirirken bir takım işlevler üstlenmektedir. Bu işlevlerden ilki, üretim güçlerini oluşturan üretim araçları ve üreticilerin korunması ve gelişimi için gerekli koşulları sağlamaktır. Devletin bir diğer işlevi, üretim biçimlerinin daima ayrılmaz bir parçası olan üretim ilişkilerinin korunması ve gelişimini sağlamaktır; ki bu işlev devletin “egemen sınıfın çıkarına hizmet işlevi” olarak da adlandırılabilir. Devletin sözü edilen bu iki işlevini yerine getirebilmesi için güçlü olması zorunludur. Ayrıca, egemen sınıfın çıkarına ve sözüm ona toplumun ortak çıkarına hizmet edecekse, devletin toplumun üstünde yer alması da kaçınılmazdır (Eroğul, 1999: 45-52).

Giddens’ın ifadesi ile, tüm kapitalist devletlerin istisnasız ulus-devlet formuna sahip oluşu kapitalizmle ulus-devlet birliğinin tesadüf olmadığını göstermektedir (Giddens, 2008: 183). Ulus-devletin, kapitalizmin gelişme sürecinde özel bir işlevi bulunmaktadır. Çünkü her ekonomik düzen, yeni devlet bünyesi biçimleri ile siyasal yapıların sınırlarını belirleyen yeni kurallar yaratmaktadır (Bottomore, 1987: 60).118 Sanayileşmeyle kendini gösteren; işgücü, düzen, büyük ve

118 Boztemur’a göre, sermaye ilişkilerinin değişmesi ve ulus-devletlerin ortaya çıkışı arasında temel olarak iki gözlemde bulunmak mümkündür. “İlk olarak, kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması mutlak monarşilerin hâkimiyetleri altında bulunan kaynakların serbest kalmasını sağladı. Bu, önceleri toprakta uygulanan farklı ve parçalanmış mülkiyet ilişkilerinin devlet yararına değişmesini ve toprak mülkiyetinin gelişmesini sağladı. İkinci olarak, kentlerin ve sınaî üretimin gelişmesi toprak sahiplerinin topraksız tarımsal işgücünü daha etkin kullanarak kendilerine kentlerde ve çevresinde daha karlı piyasalar yaratma gereksinimini doğurdu. Bunun sonucu da büyük toprak sahipleri ile mutlak monarşiler arasında çıkan ittifak oldu. Tarihsel olarak feodalizmin çözülme aşamasına rastlayan bu ittifak, modern devletin teritoryalite temellerini atması ve sınırları belli bu topraklar üzerinde kurulan ekonomik örgütlenmeyi belirlemesiyle Avrupa devlet-kurma süreçlerinin en belirgin özelliği haline geldi. Bu süreç aynı zamanda tarihçiler arasında ilk milliyetçilik düşüncesinin ne zaman doğduğu tartışmasına ışık tutacak bir süreçtir. Millet ve milliyetçilik, feodalizmin siyasal ve ekonomik buhranları sonucunda hanedanların ve dinsel otoritelerin önemini kaybetmeye başladığı geç orta çağda devletin yeni ittifaklarla hâkim olduğu topraklar üzerindeki siyasal topluluğu tanımlamaya başladığı zamanlarda doğdu. Kamusal otoritenin teritoryal yönetiminin güçlenmesi, devlet hükmünün

147 bütünleşmiş iç pazar, rahat ve güvenli ticaret gibi ihtiyaçlar, merkezi bir güç ve homojenliği gerektirmiştir. Marx ve Engels’e göre;

“Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu biraraya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş, ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip, bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümet, tek bir hukuk düzenine,

tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus

içinde bir araya geldiler.” (Marx ve Engels, 1998: 15).

Bir sistem ve yaşam biçimi olarak kapitalizmin yeniden üretilmesi için ulus- devlet bir takım işlevler yüklenmiştir: Metaların üretildiği ve değiştirildiği ortam olarak pazarın işlerliğini sağlamak, pazarın işlerliği içinde ortaya çıkacak ve sistemi yok edecek çatışma ve gerilimleri yönetmek, pazar içinde ortaya çıkacak bölüşüm ilişkileri çerçevesinde emeğin korunması ile ilgili kurallar koyup uygulamak, sanayileşen toplumda iş gücünü eğitmek, ulaşım ve iletişim alanına girmek gibi pazarın gelişmesini sağlayacak biçimde ortaya çıkan gereksinimleri karşılamak, vb. (Şaylan, 2003: 88).

Ulus-devlet, kapitalizmin meta üretiminin gerektirdiği pazarın genişlemesi ve homojen bir üretim – tüketim ortamının yaratılması gereği olarak şekillenmiştir. Millet olgusu da, bu alt yapısal dinamiğin üst yapısal meşruluğunu sağlamak üzere oluşturulmuştur. Bu anlamda bir yapıştırıcı nitelik kazanan millet olgusu, devletle birlikte kapitalizmin evriminde ve gelişiminde de etkin bir rol üstlenmiştir. Bu süreçte millet, sınıflararası denge kurma işlevi üstlenmiş, “aynı toprak üzerinde yaşayan içsel olarak bütünleşmiş bir topluluk” şeklindeki millet tanımlaması ile sınıflararası uzlaşmaz çelişkilerin varlığının göz ardı edilebilmesini sağlamış, bütüncül bir anlayış doğrultusunda sınıfsal mücadele ve kapitalizmin belli koşullarda uzlaşımını gerçekleştirmiş.

Milliyetçilik ve ulusal kimlik, çok uzun bir süre kapitalist dönüşümün temel parametreleri arasında sayılmıştır. Kapitalizm ve kapitalist bütünleşik pazar için kurumlaşmasını ve kentli üretim ve ticaret ilişkileri etrafında dayanışma merkezlerinin doğmasını sağladı.” (Aktaran, Boztemur, 2006: 170).

148 ulus-devlet ve ulusal kimlik olmazsa olmaz koşullar olarak kabul edilmiştir. Nitekim, tarıma dayalı feodal ekonomik ve toplumsal sistemin bireylerinin ulusal bilince, yurttaşlık hak ve görevlerine ulaştığı düşünülemez. O halde “modern ve ulusal

yurttaşlığın, batı kapitalizminin gelişmesine paralel bir tarihi vardır” (Sarıbay, 1992:

92). Ulus ve ulus-devlet oluşumu sürecinde tebadan yurttaşa, yerelden ulusa, dinsellikten laikliğe, feodal toplumdan kapitalist topluma doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır. Sarıbay bu durumu şöyle ifade etmektedir;

“Kapitalizm (...) yurttaşlığı şu özellikleri ile teşvik etmiştir. Kapitalizm, her şeyden